GüncelManşet

Bir Partizan’ın kaleminden: Dersimli analar

Onları tanırsınız. Gerçek yaşamda hiç görmemişseniz; gazetelerde resimlerini görmüşsünüzdür. Yıkık bir evin önünde oturmuş, ellerini yanaklarına dayayıp size bakarlar, resimden. Belki de bir belgeselde görüp, bir klipte izlemişsinizdir. Toprak bir yolda yürürler yavaş yavaş. Ellerini yanlarına bastırarak, kamburlarını sırtlamışlardır. Bir filmden hatırınızda kalmış olabilir. İki, üç tanesi yan yana oturup yoldan gelip geçenleri izlerler…

Ya da bir ineği sağarken, bir tarlada çalışırken, çeşmeden su taşırken, ocakta tüten odunu üflerken, sacda pişen ekmeği çevirirken, bostanda sebze toplarken, yemeği karıştırırken, ağlayan bebeği sustururken, sofranın kenarında yemeğin bitmesini beklerken ya da ayakta; su verdiği kişinin suyu içmesini beklerken… Ve daha bir sürü biçimde, bu biçimlerin hepsinde bir işle uğraşmak şartıyla gördünüz mü? Görebildiniz mi, onları. Onlar kim midir; Onlar, Dersimli analardır. Durmadan çalışan analar.

Peki Dersimli analar, ne için, kimin için durmadan çalışıyorlar? Bir örnek vermemiz gerekecek. (Gerilla olmak, faaliyet yürüttüğünüz alandaki insanların yaşamlarını daha yakından görmek için avantajlı bir durum. Dışarıya açılmayan yaşamlar, size açılabiliyor.)

Bir tanıklık; Munzurlarda yaylacılık yapmak gerçekten de zor iş. Munzurların Erzincan yüzündeki yayla yerlerine araç yolu geliyor. Bu, yaylacıların durumunu büyük oranda iyileştiriyor. Fakat Ovacık yüzündeki yayla yerlerine araç yolu yok. Bu yüzden Ovacık yüzünde yaylacılık yapmak daha zor. Munzur’un zirvelerindeki yurtlara varmak için epey ter atıyorsunuz. İrili ufaklı taşlardan oluşan patikada, kavurucu güneşin önünde saatlerce yokuş yukarı çıkıyorsunuz. Atlar boş olsa, belki binersiniz ama atların hepsi yüklü. Binemediğiniz gibi, onlarla da ilgilenmek zorunda kalıyorsunuz. Ve düzgün bir ayakkabınız yoksa taşların sıcaklığını ve sivriliğini hissediyorsunuz…

Munzurlarda yaylacılık yapan birçok ana var ve bu anaların hepsi de hemen hemen aynı sıkıntıları yaşıyor. Biz bu örnekte, bu anaların birinden bahsedeceğiz.

Bu anamız, elli beş, altmış yaşlarında. Yaylaya kendisi ve eşi geliyor. Bir de beşyüz, altıyüz koyunluk sürülerinin iki çobanları yanlarında kalıyor. Yine aynı sayıda kuzudan oluşan sürülerinin de iki çobanı var. Fakat onlar, daha uzaktalar. Ananın eşi olan amca, on, on beş günde bir erzaklarını götürür. Yanlarında kalan iki koyun çobanı; sürüyü otarmak, sağıma katılmak, hastalanan koyunlara bakmak olan işleriyle ilgilenirler. Akşam sağımından sonra davarı götürüyorlar. Sabah dokuz, on gibi gelip sağımdan sonra da dinleniyorlar. Ana, sabah sürü gelene kadar önce kahvaltıyı hazırlıyor, akşamdan süzdüğü peynirleri telisliyor, peynirleri süzdüğü süzekleri yıkıyor. Davarla birlikte gelecek köpeklerin yalını yapıyor. Öğle yemeğini ocağın üstüne koyup bidonlarla su getiriyor. Saat dokuz, ona kadar irili ufaklı birçok işle uğraşıyor. Sürü geldiğinde herşeyin hazır olması gerekiyor. Çünkü sağım başlayacaktır.

Saat dokuz, on… Koyun melemeleri, çan sesleri, köpek havlamaları, çoban bağırtıları ve sürünün kaldırdığı tozla geliyor çadıra. Çadırın biraz uzağında kurulan berinin orada koyunlar birikmeye başlıyor. Amca, baş çobanla birlikte ana da berinin önüne oturuyor. Altıyüzden geriye sayım ve sağım başlıyor. Sağım iki buçuk, üç saat sürüyor. Güneş bir dakika göz kırptırmıyor. Alındaki terler siliniyor. Dolan süt kovaları kazana boşaltılıyor, berideki koyun kuyruğu azalıyor. Son on, on beş koyun kala ana “özgür” kalıyor; erkenden hazırladığı yemeği ısıtmak, çayı demlemek, sofrayı kurmak için. Çobanlar ve amca, yemeğini yerken ana da kazana boşaltılan sütü mayalıyor. Çobanların yanlarında götürdükleri erzak kaplarını heybeden alıyor. Çobanlar yatmaya gidince ve amca öğlen uykusuna çekilince anayı kısa bir süre sofranın başında görebiliyoruz. Yemek yiyor mu, yemiyor mu anlamıyoruz. Süre çok hızlı geçiyor. Sofrayı toplayıp bulaşıkları yıkadıktan sonra çobanların boşalan yanlarında götürükleri erzak kaplarını tekrar dolduruyor… Süt mayalanana kadar oturdu mu oturmadı mı, oturduysa dinlendi mi bilmiyoruz.

Saat iki, üç arası… Amca, sürüyü hareketlendirmek için bir, iki saatliğine otlatmaya çıkarıyor. Ana, mayalanan sütü (süt; aşağı ya da yukarı altı yüz koyuna ait) küçük küçük süzeklere doldurup süzekleri leğenlere koyuyor. Ve ard arda beşer dakikalık arayla süzekleri daha da sıkılaştırarak leğenden leğene aktarıyor. En son bir leğende bırakıyor. Değiştirilen leğenlerde kalan peynir suyunu köpeklerin yal tenekelerine boşaltıyor. Süzülen peyniri leğende bırakıyor ama işi bırakmıyor. Süt sağılan stilleri, sütün aktarıldığı büyük kazanları, leğenleri vb. bulaşıkları yıkıyor. Akşam yemeğini hazırlıyor. Amca davarı getirdiğinde sağım yine başlayacaktır. Sağım başladığında, öğlenki işlem tekrar edilir. Çobanlar gittikten sonra, ana bir lokma ya yer ya yemez. Yine süzekler, yine bulaşıklar…

Ve ananın her günü böyle sürüp gider.

Tabi arada sırada ananın yaşamında da değişiklikler olur. Koyun kırkım zamanlarında ananın işleri artar. Amca beş günde bir tüccara peynir, on, onbeş günde bir de kuzu çobanlarının erzağını götürür. Amcanın bu gidiş günlerinde üç kişi zorlanılan sağım, iki kişiye düşüyor. Ve iki buçuk, üç saat süren sağım üçbuçuk, dört saate çıkıyor. Günde iki kereden, yedi, sekiz saat yapar. Amca peynir götürdüğünde halletmesi gereken işlerden kaynaklı bazen yaylaya dönemiyor. Akşam çobanlar davarı götürdükten sonra ana çadırda tek kalıyor. Gündüz yeterince yorulan ana, geç yatıp dinlenmesi gerekirken ayı korkusundan yatamıyor. Köpekler sürekli havladığına göre, ayı girişimlerde bulunuyor…

Ananın günleri böyle sürüp gider.

Ana on beş, on altı yaşından beri (toplam beş yıl kesinti ya olmuştur ya olmamıştır) yaz tatillerini yaylada geçirir. Bu işler de; o günden beri ağırlığını koruyarak ve artarak ana ile birlikte yazları yaylaya çıkarlar. Eskiden çok olan komşular, şimdi yok. Ananın günlük işlerini bölüştüğü çocukları da artık yok. Gençliğin verdiği kuvvet yok… Tabi ananın yaşamı sadece yoklardan ibaret değil. O gün olmayan, bugün olan şeyler var ananın yaşamında. Yıllardır davar sağmaktan kaynaklı sürekli uyuşan parmaklar, eller, kollar… diz, bel ağrıları… migren ağrısı… ; yıllardır çalışmış olmanın yaşlılıkta verdiği huzur… Yaylaya gelirken köy işlerini yapması için evde bıraktığı kızı ve torunun merakı… İstanbul’a yerleşen çocukların hasreti, rahatlarına, mutluluklarına dair merak, torunlar da var, ananın yaşamında. Çocukları ile arasında iletişimi sağlayan dostu, ender yerlerde çeken, çalarsa kaçırmayayım diyerek bir gözü ve kulağını ayırmadığı cep telefonu var. Ana bu telefonla hasretini, merakını giderir ve de çocukların dertlerini dinler, kendi dertlerini yok sayarak. Bir de ananın yüreğinde; yıllardır çektiği çilenin, sıkıntının, acının, bunların bir de görülmezliğin ezilmişliğin dağı var. Bu dağ, sürekli patlamaya hazır canlı bir volkan. Ve bu volkanın magması; sıkıntılar, acılar, birikenler… sürekli bir halde farklı farklı biçimlerde püskürür.

Kimi zaman telefonda hasretle çocuklara akar, kimi zaman çobanlara dert yanar, çoğu zaman amcanın hareketlerine, söylemlerine çatarak, kimi zaman kendi kendine mırıldanarak, dağa taşa konuşarak, yaptığı bir hatada kendine kızarak, ara sıra gördüğü biz gerillalara bakıp annelerimizi düşünüp ağlayarak, gizli gizli yastığa yaş dökerek… Ve bizim bilemediğimiz, göremediğimiz, görüp anlayamadığımız birçok biçimde püskürür bu volkandan magma…

Ananın yaşamı böyle sürüp gider.

Bazen gülerek, bazen ağlayarak, kızarak… sürekli çalışarak! Bu sürekli çalışmalarında ananın sürekli bir yardımcısı da yoktur. Bazen çobanların duyarlılığı, bazen amcanın demokratlığı ara sıra da bizim gidişlerimizde bizim duyarlılığımız. Yılları yılları kovalarken ananın yaşamı da böyle sürüp gidiyor. Ana, onbeş, onaltı yaşından beri bu evde, ondan önce de babasının evinde sürekli çalışıyor. Ve ananın yaşamı böylece sürüp gidiyor. Kuşkusuz ananın yaşamında bir sürü olay vardır. Fakat ananın yaşamında o günden beri bir günü boş geçirmeden, bir gün eksilmeden ve halen sürgit devam eden; ananın çalıştığıdır. Dersimli anaların çoğunluğunun yaşamında olduğu gibi…

Peki ne için?

Ne için mi, işte bu sorunun cevabını ananın kendisi veriyor:

“Kırk, kırkbeş yıldır bu evde çalışıyorum; yetmiş liralık ayakkabı kadar etmemiş demek ki!”

(Çoban maaşlarını, Bağ-Kur borçlarını, yayla vergisini, peynirin fiyatının düşüklüğünü vb. geçim sıkıntılarını dışında tutuyoruz.)

Nasıl mı? Sonbaharın yayla dönüşü, örneğin başında verdiğimiz o zorlu yolculuğu bu sefer yokuş aşağı yapmak zorundasınız. Ananın bir lastik ayakkabıdan başka ayakkabısı yok. Ana dönüş yolculuğunda giymesi için amcadan altı kalın ve hafif bir ayakkabı istiyor. Amca ilçede ayakkabı bakıyor ve altı kalın, hafif bir ayakkabının yetmiş liralık fiyatını pahalı buluyor. Ve o ayakkabı yerine altı kalın, lastik bir terlik alıyor. Amca lastik terliğin, atların nalların dayanmadığı taşlara bana mısın demeyeceğini biliyor…

***

dersimli kadinlar2Sabah olup da,  güneş doğunca; insanlar bir yerlere giderler.

Köylülerin; kimi çaya  kimi üzüme  kimi pamuğa… gider. Güneş  daha doğmadan kahvaltısını yapar insanlar. Bu insanların; kimi madene kimi inşaata kimi  temizliğe… gider. Kimisi makinanın başında azalan ipe uydurur kendini. İşi olmayanlar, iş aramaya gider. Gece çalışanlar evlerine gider. Yani sabah olunca insanlar bir yerlere giderler. Çalışmadan yaşayanlar hariç. Dersim’de de sabah olunca kimi tarlasına, kimisi bostanının kanalını açmaya, kimi oduna, kimi yaprağa, davarın nöbet sırası gelen davara, başka işleri olan başka başka işlerine gider…

Sabah olunca bu bir yerlere giden insanların kaçı; aydınlatan, ısıtan… güneşe aldırır. Kaçı aldırır bilemeyiz. Veya tersinden güneş, bu insanlarda kaçına aldırır; onu da bilemeyiz. Bunu bilecek olan tek tek insanlar ve güneşin kendisidir. Bizim bildiğimiz her sabah güneşe doğru yükselen seslerdir. Bu seslerin sahipleri güneşe aldırır.(Eskiden daha çok aldıran vardı, git gide azaldı.) Sabah olunca doğan güneş; her tarafta bir yerlere giden insanlar görür. Ve kendine yönelen çağrılar duyar. Sesin geldiği yöne bakar. Kimi kambur, kiminin kemikleri sayılır. Kimi kamburlaşmaya yeni başlamş, kiminin kemikleri erimekte. Kimi daha kambur olmaktan korkmamakta, kiminin saçları ağarmış. Kimi yalın ayak, hepsinin eli nasırlı. Kiminin yüzü çizgi çizgi, hepsinin yüzü güneşe doğru. Kimi şalvarlı, kimi etekli. Kiminin eli koynunda, kiminin eli güneşe açılmış. Kimi çitli, kimi fesli. Kimi çitsiz, hepsinin söylediği birbirine benzer. Söylenenleri kabul edip etmemek güneşe kalmış. Ama her sabah güneşe bakan bu kadınlar, Dersimli analardır. Dersimli analar, analarından görmüştür bunu. Ve onlar da anaları gibi her sabah güneşle, güneşte birbirleriyle buluşurlar. Kimi köyünde, kimi şehirde, kimi kapının önünde, kimi evin damında. Kimisi de pencerenin arkasından bakar güneşe. Ve sesleri, güneşe doğru yükselir. Yükselen sesler birbirine çarparak, birbirine karışarak güneşe doğru ilerler.

Ne duyulur bu seslerden? Güneş, şaşırıp kalır duyduğu seslerden. Kendi ezilmişliğine, kendi erimişliğine, kendi erimişliğine, kendi başına… kendi haline bakıp kendileri için bir şey isteyeceklerine sürekli başkaları için isterler. Çoluğuna çocuğuna, annesine babasına, komşusuna, börtüsüne böceğine, insanına hayvanına isterler de; kendileri için bir şey istemezler.

Kendilerine istemeyi unuttukları için mi bilinmez ama Dersimli anaların hiçbir şeyi yoktur. Nedense onlar da bunu çok az sorun ederler. Varsın sevdikleri mutlu olsun da. Kimi sever Dersimli analar, bu tek tek anaya göre değişir. Ya da sadece sevdikleri için midir, bu gayret? Yoksa öyle olması gerektiği için mi öyledir? Kuşkusuz, her ikisi de. Veya başka başka nedenler de geçerlidir, başka başka analarda. Bu başkaları için yaşayan insanlardan ya da karnını doyurabilmek, açıkta kalmamak, laf getirmemek için çalışan bu insanlardan biri de … anadır.

Ak şaçları, ipincecik bedeni ile durur karşınızda. Hafif öne eğik belini, yalın ayakları ile taşır. 70’li yaşlarına aldırmadan, o da durmadan çalışır. Eşi ne zaman ölmüştür bilmeyiz ama ananın çocuklarına hem ana hem baba olduğu kesin. Ana şimdilerde de yanında kalan tek oğlu için çalışır. Arada sırada şehre çalışmaya giden oğlunun ısrarlarına rağmen ana davarını satmaz. Davarı, oğlunun güvencesi olarak görür. Ve davarın tüm eziyetine, kendi rahatsızlıklarına rağmen satmaz. Zira oğlunun bir altın bileziği dahi yoktur…

Bazı akşamlar, biz bu ananın evine gideriz. Ana, yalın ayak evin etrafında dolaşarak akşama kalan işlerini yapar. Bizimle birlikte sofraya oturur. Gün içinde o kadar iş yapan sanki kendisi değilmiş gibidir. Yorgunluktan eser yok. Her zamanki gibi güleryüzlü, şaka yapmayı seven anadır. Yine söyleyeceğini esirgemeyendir. O da Dersimli anaların geneli gibi açık sözlüdür. Yeter ki sözünü söyleyebilecekleri ortamı ve onları dinleyen insanları görsünler. (Söylediğinin yanlış veya doğru olduğu mühim değil. Bir kere insan gerçek anlamda düşündüğünü rahatlıkla söylesin de…) Evet, Dersim’in görebildiğimiz birçok köyünde analar sohbetlere, olaylara daha açık sözlü ve kaygısız yaklaşabiliyorlar. Bunun iki nedeni varmış gibi geliyor. Birincisi, en çok emek harcayan onlar olduğu için en çok sahiplenen de onlar oluyor. İkincisi de aile içerisinde kadın ve erkek arasında en az şeye sahip oldukları için daha kaygısız yaklaşan da onlar oluyor. Evet, ana nasırlı elleriyle tuttuğu çay bardağı ile oynamadan, çizgili yüzünü kasmadan, gözlerini ayırmadan konuşuyor bizimle.

Ana bizimle lafını esirgemeden konuşurken komşu evden akşam haberlerinin sesleri geliyor. O eve konuk olduğumuzda haberleri dinleyen ana, gözünü televizyondan ayırmadan bize haberleri aktarıyor. Ananın yardım ve yataklık suçlaması ile üç ay mapus yatmışlığı var. Haberlere yorum getirip yönetenlere küfürler savuruyor.

Bir başka evde; genç bir ana eşinden şiddet görüyor. Dışarı çıkması bile eşinin kontrolünde oluyor. O evin hemen bitişiğinde başka bir ana eşinden boşanıyor; gördüğü şiddetten kaynaklı. Boşanan ananın kardeşleri var sığınabileceği. Genç ananın çocukları daha çok küçük. Dönebileceği, sığınabileceği yeri yok…

Başka bir köyde bir anayla komşusunun evinde karşılaşıyoruz. 80’li yaşlardaki ana, komşusuna fazla güvenmiyor. Komşusunun oturduğu sandalyenin arkasından bizlere bağırıyor: “Bu saate kadar niye oturuyorsunuz, kalkın gidin, haydi geç oldu vb.” sözler sarfediyor. İlk anda neye uğradığımıza şaşırıyoruz. Köye gireli daha yarım saat olmuş. Fakat ana konuşmasına devam ederken bir yandan komşusunu kollayıp bir yandan da bize göz kırpıp; kafasıyla kendi evinin olduğu tarafı işaret ediyor. Kalkışımızla birlikte o da kalkacağını söyleyip, yolda bizi evine götürüyor. Herkese güvenmemiz gerektiğini, dikkatli olmamız gerektiğini söylüyor. Evinde kendisi ve eşi yaşıyor. Daha oturup soluklanmadan, gözyaşları içindeki ana duvarda asılı olan resmi yanımıza getiriyor. Oğlunun resmi. Oğlu, MKP şehidi. Bize oğlunu anlatıp; bizi koruması için ziyaretlerine dua ediyor. Ardından sofrayı kurmamız için bize emirler yağdırıyor.

Köyden çıkıyoruz. Etraf zifiri karanlık. Ama biz biliyoruz ki bu zifiri karanlıkta bir anamız da bostanın önündeki ışığın altında gün boyu çalıştığı bostanını domuzlara karşı koruyor. Evinin yakınlarından geçerken, evin oradan bağırma sesleri geliyor: Ana domuzlara bağırıyor. 70’li yaşlardaki bu ana, belini iyice bükmüş olan kamburuna rağmen gün boyu çalışır. Bu anaya bazen yardım etme fırsatı buluyoruz. Bu fırsatları ana da değerlendiriyor. Bize birçok işini yaptırabilen ana, yeme içme işlerinde de bize el sürdürmüyor. Kendisine ekmek yapmamıza izin vermiyor. Evin içine girdiğimizde televizyonun olduğu odada oturulacak tek bir koltuk olduğunu görüyoruz. O koltuk da tek kişilik. Ona da -ananın eşi içerde olduğunda- kimse oturamıyor. 80 yaşının üstündeki bu amca için kardeşi “bizim ailenin Allah’ı” diyor. Koruyup kolladığından kaynaklı değil, kendisinden korkolduğu için bu benzetme yapılıyor. Ananın gençlik dönemleri aklımıza geliyor… Gerçi şimdi de az çekmiyor.

Bir başka köyün bir başka evinde bir başka ana, torununu susturmaya çalışıyor. Torunu, bizimle bir olayı tartışıyor. Ana, torununa bir şey yapacağımızdan(!) korkarak torununun çocuk olduğunu bize hatırlatmaya çalışıyor. Torununun kötü bir şey yapmadığını, herkesin torunu gibi düşüncelerini bize açıkça söylemesini istediğimizi en sonunda anaya anlatabiliyoruz. Ve sakinleşiyor. Ananın paniğinin geçmişteki bir hatadan kaynaklandığını öğreniyoruz. Aynı köyde bir ana, yirmili yaşlardaki oğlunun bizimle konuşuşunu izliyor sessiz sessiz. Öğreniyoruz ki; Ananın çaresizce bizi izleyişi, oğlunun bize katılacağını düşünmesindenmiş. Bir başka köyde bir başka ana geliyor aklımıza. Biz yemek yerken bizi izleyen, konuşurken gözlerini bizden ayırmayan ana… Ana bize bakarken PKK gerillası kızını hatırlıyor. Bir başka evin önünde bir ana, sessizce oturuyor. İçki içmeye giden kocasını bekliyor.

***

Maksim Gorki’in “Ana” romanında romanın kahramanı olan ananın oğlu Pavel’in ilk tutuklanışında ana ağlıyor. Ananın ağladığını gören subay; anaya ağlamakta acele etmemesi gerektiğini, gözyaşlarına daha çok ihtiyacı olacağını söylüyor. Subayın sözlerine öfkelenen ana: “Analarda gözyaşı tükenmez. Her şeye yeter anaların gözyaşı! Bir anneniz varsa eğer, o da bilir bunu” der. Dersimli anaların da tarihten bu yana gözyaşları tükenmiyor… Ermeni Soykırımı’nda, ’26’da, ’37-’38’de… katledildiler, sürgüne gönderildiler. Kalıp direndiler, savaştılar. Tecavüze uğramamak için fırsat bulanları kendini Munzur’a attı. Silahla vurdular, kendilerini. Kayıp edildiler. Bebeklerini elleriyle boğmak zorunda kaldılar… Evlatlarının ardından ağıt yaktılar. Oğul ve kızlarının cesetlerini yıkadılar. Onların söylenmeyen mezarlarını aradılar… ’94’de evlerinin içinde yandılar. Zorla kovuldular… Ve daha bir sürü zulüm, baskı, şiddet… Fakat onlarda da gözyaşı tükenmedi. Onlar da sadece gözyaşı dökmediler. Dökmezler! Bazıları Leyla Karakoç, Gülizar Özkan… oldular. (Bir Partizan

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu