“Her kim ki çalışamaz duruma gele,
Eşeğe bindirilip köyüne gönderile”
(Dilaver Paşa’nın 1867 tarihli Nizamnamesi’nden)
Osmanlı’da yukarıdaki sözlerle simgeleşen kölelik algısı; bir bütün toplumsal tarihin, daha doğrusu sınıflı toplumlar tarihinin ağırlıklı kısmında egemen olan bir anlayıştır. Üretimde kapladığın alan kadar yaşama hakkının bulunduğu sömürü düzenlerinin tamamında kölelik; emek sahibi bireyin mülk gibi alınıp satılmasından tutalım da yaşamasının sahibinin kararına bağlı olmasına kadar çok geniş bir yelpazade ve farklı türevlerde karşımıza çıkmaktadır. Kendi varlık zeminini milyonların sömürüsü üzerinden kurgulayan bir sistem olan kapitalizmde de bu algı; yani “yaşamak için sömürülmek-kol gücünden başka satacak hiçbir şeyi olamamak” hali ile kendi ifadesini bulur.
Ülkemize dönecek olursak da; tüm bu yaklaşımın somut karşılığı, bir yarı-sömürge olarak; çok daha katmerli bir biçimde karşımızı çıkacaktır. Hatta kimi örneklerde olduğu gibi; (Varlık Vergisi, Ermeni Soykırımı sürecindeki çalışma kampları) faşizmle harmanlanan bir içeriğe de sahip olmuştur.
Bu tariflemeyi örnekler nitelikleri ile; 1. ve 2. iş mükellefiyetleri süreçler; ülkemiz tarihinde zorla çalıştırmanın somut örneği durumundadır. Zonguldak madenlerinde uygulanan mükellefiyet; o dönemki enerji ihtiyacının karşılanması için kömüre duyulan ihtiyacı karşılamak, madenlerdeki olumsuz çalışma koşulları ve düşük ücretlerden kaynaklı işçi bulma sorunlarını gidermek adına; adeta ortaçağın kölelik koşullarının yeniden hayat bulmasına neden olmuştur.
Son günlerde vizyona giren Kelebeğin Rüyası filmi ile birlikte; filme konu olan iki şairin yaşamı üzerinden madenlerdeki çalışma koşullarının ve iş mükkellefiyeti uygulamalarının yeniden belleklerimizdeki yeri tazelenmiş ve özellikle Sendikalar Yasası, Özel İstihdam Büroları vb. uygulamalar ile egemenlerin çalışma hayatına dair saldırılarının pervasızlaştığı bir dönemde hatırlatılması anlamlı hale gelmiştir.
1. ve 2. İş Mükellefiyeti süreçleri nedir?
Tarih kayıtlarını göre Zonguldak ve çevresinde ilk kömür çıkarımları 1848’li yıllara tekabül etmektedir. Savaş ve ticaret gemilerinin, ek olarak birçok sanayi kolunun buhar enerjisi ile çalışır hale gelmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun da ilgisini bu bölgeye yöneltmiştir. Maden havzalarındaki çalışma koşullarının olumsuzluğu, bölge halkının ekonomik döngüsünü tarımsal-feodal bir çerçevede sürdürüyor olması Osmanlı Devleti açısından ciddi bir işgücü sıkıntısı yaratmış ve Osmanlı Devleti ise sorunu; madenlerde iş mükellefiyeti uygulamalarına gitmekle çözme çabasına girmiştir. Bölge halkına getirilen çalışma zorunluluğu uygulaması ile birlikte; halk adeta silah zoru ile sağlıksız koşullarda çalışmaya mahkum edilmiştir.
Osmanlı’da birçok alanda farklı türevleri ile zorunlu çalışma uygulamalarına rastlamak mümkünse de; bunun maden alanında ve bu kadar boyutlu biçimde uygulanıyor olmasının tarıhi; 1867 tarihli Dilaver Paşa Nizamnamesi’ne dayanır. Nizamname’nin en önemli özelliği zaten uygulanmakta olan zorunlu çalışmayı resmileştirmiş-kurumsallaştırmış olmasıdır. 1923 yılına kadar çeşitli biçimlerde devam eden uygulamalar ile birlikte; Osmanlı’nın kömür ihtiyacını karşılamak için var olan işgücü açığı, bölgede var olan 14 ilçenin halkı üzerinden karşılanmıştır. Nizamnamenin 21. maddesi gereği Ereğli sancağı dahilindeki 14 kaza halkından yaşları 13-50 arası olan erkekler nüfus kayıtlarından tesbit edilecek, bunların sakat olanları ayrılıp, geri kalanları ücretli iş mükellefiyetine tâbi tutularak ocağa sevk edileceklerdir. Zorunlu çalışma, senede 6 aydır ve çalışma süreleri günlük 10’ar saatlik iki posta şeklinde düzenlenmiştir. Ve bu uygulamaların yürürlükte olduğu süreçle birlikte; öncesinde 30 bin okka olan üretim, 250 bin okkaya çıkartılmıştır.
Maden Nazırı (Bakanı) Dilaver Paşa’nın Nizamnamesi uygulanmaya başlandıktan sonra, zorla çalıştırmaya tepki olarak işçiler maden ocaklarından firar etmişler, Bahriye Bakanlığı da firarları engellemek için mükellef işçileri asker statüsüyle çalıştırmıştır. Hatta 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası birkaç tertip asker; askere alınmayıp doğrudan madenlerde zorunlu çalışmaya tâbi tutulmuşlardır. Yine buna ek olarak; “Kurtuluş” Savaşı yıllarında da birçok işçi; zorla askere alınmıştır. Ilerleyen yıllar boyunca çeşitli birçimlerde sürdürülen iş mükellefiyeti uygulamaları; 1923 yılında seferberliğin kaldırılmasına kadar sürdürülmüştür.
İş mükellefiyeti uygulamasının; kelimenin tam anlamıyla en gaddarca biçimi ile uygulanması ise; 1940’ta Milli Koruma Kanunu ile birlikte başlayan 2. İş Mükellefiyeti süreciyle birlikte yaşama geçirilmiştir. 2. Emeryalist Paylaşım Savaşı’nın yarattığı koşullar ile birlikte o zamanki tek parti (CHP) iktidarı; 18 Ocak 1940 yılında çıkarttığı 3780 sayılı Milli Koruma Kanunu ile gerektiğinde kullanmak koşuluyla ekonominin bütününü düzenleme yetkisi istemiştir. Meclis, hükümetin talebini kabul etmiş ve ona sanayi, maden ve diğer müesseselerde neyi, ne miktarda üreteceğini belirleme, bu hedeflere varmak için gerekli çalışma ve değişiklikleri yaptırma, bunları kontrol etme yetkisi vermiştir.
Dilaver Paşa Nizamnamesi’nin omurgası üzerine oturtulan uygulama ile birlikte 2. İş Mükellefiyeti; Zonguldak ve civar maden havzalarında; insan yaşamını ve onurunu hiçe sayar tarzda ve açıktan kölelik koşullarında uygulanmıştır.
Yasanın uygulanmasını takip etmek amacıyla İş Mükellefiyeti Takip Müdürlüğü kurulmuş ve bu müdürlüğe; gerektiğinde çalışacak işçileri tespit etmek, davete uyulmadığı durumda jandarma kuvvetine başvurmak yetkileri tanınmıştır. Bu “askeri zorlama” usulü öyle boyutlara ulaşmıştır ki; Devrek’te madenlerden kaçanları yakalaması için bir askeri tümen kurulmuştur.
Mükellefiyet sadece madenlerde uygulanmamış, yollar ve ormanlarda çalışma koşulları da iş mükellefiyeti çerçevesine alınmıştır. Devletin o süreçte elinde bulunan en önemli enerji kaynağı olan kömür madenlerinin verimli kullanılması adına özellikle artan enerji ihtiyacını gidermek için getirilen zorunlu çalışma ile birlikte; mahkumlar, askerler çalıştırılmış, bölge halkı nüfus kayıtlarından askere çağırılır gibi madenlere çağrılmıştır. Yani faşizmin algısı hiç değişmemekte, bu süreci de “vatan borcu” algısı ile ele almaktadır. Hatta klasik faşist algının çokça başvurduğu bir yöntem olarak; “hayali ve ideal” karakterler yaratılmıştır. “Uzun Hasan” gibi uydurma karakterler kurgulanarak; devletine bağlı, faşizmin çıkarları için ölümüne çalışan adanmış köle profili ortaya çıkarılarak; halk özendirilmeye çalışılmış, maden kazalarında ölen işçiler ise basında sansüre tâbi tutulmuştur.
Milli Koruma Yasası 1948 yılında kaldırılmış olmakla birlikte; çeşitli türevleriyle iş mükellefiyeti ve angarya uygulamaları sürdürülmüştür. O dönemle ilgili yapılan bir anlatıdan aktaracak olursak; “1965’te madenciler performans zamlarına isyan ediyor. Yürüyüş yapılıyor. Jandarma Kozlu Dispanseri önünde durduruyor madencileri. Kurşun yağıyor üzerlerine. Zonguldak’ta ‘ola-ğanüstü hâl’ ilan ediliyor. Yüzlerce işçi gözaltına alınıyor” ya da 1957 yılında iş güvenliğinden yoksun koşullarda çalışılan bir madende gerçekleşen grizu patlaması sonucu Dedeoğlu köyündeki bütün erkekler ölmüştür.