7 Haziran genel seçimlerinde, HDP ve onu destekleyen devrimci ve demokrat güçlerin başarısını sindiremeyen faşizm, bir yandan koalisyon görüşmeleri adı altında demokrasi oyununu sürdürürken diğer yandan ise “terörle mücadele” adı altında halka saldırısını sürdürüyor. Yaşanan bu açık faşist saldırganlığın arka planında devletin ve onun şu an için dümeninde bulunan AKP’nin bir “erken seçim” planı olduğu daha çok dillendirilir oldu.
AKP’nin CHP ile yaptığı koalisyon görüşmeleri, eğer son dakika bir sürpriz yaşanmazsa başarılı olmamış görünüyor. Gündemde MHP destekli bir azınlık hükümeti senaryosu vardır ve bu hükümetin görevinin ülkeyi bir erken seçime götürme olduğu ifade edilmektedir. Gelişmelerin bu yönde olup olmayacağını süreç gösterecektir. Ancak her durumda belirleyici olan, 7 Haziran seçimlerinden sonra bir erken seçim ihtimalinin daha çok dillendiriliyor olmasıdır.
Bu tablonun ortaya çıkmasında HDP’nin kazandığı seçim başarısının kilit önemde olduğunu kaydetmek gerekir. Devlet cephesinden yapılan bütün açıklamalarda, HDP’nin şu veya bu nedenle hedef tahtasına oturtulmasından bunu anlamak gerekir! Yapılan açıklamalardan ortaya çıkan, HDP’nin “seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla yürüttüğü seçim çalışmasıyla büyük bir günah işlediğidir! Bu seçim sonuçları üzerinden iki ay geçmeden, “en çok oy alanın milli iradeyi temsil” ettiği yalanı da açığa çıkmış durumdadır. Hakim sınıf partilerinin “milli irade”den, “demokrasi”den anladıklarının kendi çıkarlarının hayata geçmesi olduğunun bir kez daha kanıtlanmış olmasının yanında, bu çıplak gerçeğin geniş kitlelerin bilincinde yer etmiş olması da önemli bir kazanımdır.
Diğer bir ifadeyle HDP ve demokratik devrimci güçler, hakim sınıfların sahnelediği parlamenter maskeli demokrasi tiyatrosunun önemli bir parçası olan seçim bölümünde başarılı olunca, devlet perdeyi sahneye indirmekte gecikmemiş, maskesini çıkarmış ve gerçeğine uygun davranmaya başlamıştır. Böylelikle Türkiye’de seçimlerin ve parlamentonun faşizmi maskelemekten başka bir işlevi olmadığı bir kez daha açığa çıkmış durumdadır.
Devletin halka karşı yürüttüğü saldırganlığın sadece R.T. Erdoğan’ın “başkanlık hayalleri” ve kişisel hırsıyla açıklanamayacağı, bu bakış açısının dar bir yaklaşım olacağı açıktır. Türkiye’de devlet örgütlenmesinin faşist karakteri, her türlü demokratik hak ve özgürlük talebine karşı alerjisi son yaşanan gelişmelerle bir kez daha kanıtlanmış durumdadır. Başta Kürt Ulusal Hareketi olmak üzere her türlü ilerici devrimci örgütlenme, IŞİD bahanesiyle faşizmin saldırılarının hedefinde olmasının nedeni yürütülen mücadeledir. Bu mücadele sonucundadır ki, (ülke içinde ve dışında kimi gelişmelerin de etkisiyle) AKP uzunca bir süredir yürüttüğü “ileri demokrasi” yalanına (gerçi hala atılan demokratik adımlardan dem vuran havuz medyası var) ve “çözüm süreci” masalına son vermek zorunda kalmıştır.
Faşizmin halka saldırı konusunda meseleye stratejik yaklaştığını bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekir. MHP’nin, CHP’nin AKP’nin “terörle mücadele” adı altında başta Kürtler olmak üzere halka saldırısının arkasında sıraya dizilmesinin anlamı budur. Çünkü hakim sınıfların temsilcisi bu partilerin varlık koşulu özelde Kürt genelde halk düşmanlığıdır! Dolayısıyla başka türlü davranmaları beklenemez! Kuşkusuz ki hakim sınıf klikleri arasında sürece yaklaşım konusunda taktiksel farklılıklar olduğu açıktır. Ancak bunun öze ilişkin olmadığı, kendi temsil ettikleri hakim sınıf kliklerinin çıkarlarını gerçekleştirmek için politik manevralar olduğu bilinmelidir!
Faşizmin halka saldırısı sürecek! Direniş de!
Bununla birlikte faşizmin halka saldırısının sadece Kürt meselesinde yaşandığını düşünmemek gerekir! Kuşkusuz ki ülkemizde Kürt sorunu demokratik devrimin kritik gündemlerinden biridir! Ve ülkemizde gerçek anlamda çözümü; Kürt ulusunun Özgürce Ayrılma Hakkı’nın savunulmasından geçmektedir. Bunun savunulması demek ise son yaşananlardan da bir kez daha görüleceği üzere silahlı devrim pratiğinde ısrar etmektir! Bu gerçek, faşist devlet tarafından çok iyi bilindiği içindir ki bir yandan halka saldırılar artırılırken diğer yandan gerillanın silah bırakmasında ısrarcı olunmaktadır!
Devlet denen olgu zaten ortaya çıktığı andan itibaren halkı silahsızlandırma, silahlı gücü kendi tekeline alma demektir. Sınıflı toplum gerçeği bunun üzerine kuruludur. Bu gerçek orta yerdeyken silahsızlanma çağrısı yapmak, hakim sınıfların katletme, tutuklama saldırılarına ortak olmaktır. Üstelik devlet saldırganlığını sadece silahlı güçler üzerinden yapmamaktadır. Yasamasıyla, yargısıyla, medyasıyla topyekûn bir saldırı içindedir. Son saldırı dalgasıyla birlikte faşizm sadece askeri olarak değil, en küçük demokratik hak ve taleplere karşılık da saldırı içindedir. Örneğin geçtiğimiz hafta “İç Güvenlik Paketi” doğrultusunda “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu” değiştirildi ve keyfi yasak, gözaltı ve “fişleme” resmileştirildi. Faşizmin askeri saldırılarına zemin hazırlamak için T. Kürdistanı’nın birçok yerinde “Geçici Askeri Güvenlik Bölgeleri” ilan edildi ve başta Dersim olmak üzere köy boşaltmalar, orman yakmalar yeniden gündeme getirildi. Silopi’de olduğu gibi doğrudan halkı hedef alıp katletme pratiklerine girildi.
Yaşamın hemen her alanında, düzenin fıtratında olan işçi sınıfına ve halka saldırı sürdürülmektedir. Bugünkü koşullarda, Kürt sorunu merkezli saldırıların ön plana çıkmış olması, hakim sınıfların önündeki politik gündemle ilgilidir ve bizlerin geniş fotoğrafı görmemizin önünde engel olmamalıdır. Düzenin kadınlara yönelik katletme saldırılarına göz yumması, rant ve talan uğruna çevre katliamlarının devam etmesi ortadadır. Yine örneğin işçi sınıfına yönelik saldırılar da sürdürülmektedir. Saldırı azgınlığının derecesi, nihai çözüm olmasa bile madenlerdeki çalışma koşullarının uluslararası standartlara uygun hale getirilmesinin dahi 2020’ye kadar ötelenmesinden rahatlıkla anlaşılabilir. Bunun anlamı işçi sınıfına kölece çalışma koşullarının dayatılması, yeni Somalara, Ermeneklere zemin hazırlanmasıdır.
Bu düzenin Türk, Kürt ulusundan ve çeşitli milliyetlerden işçi sınıfına ve halka verebileceği daha fazla sömürü, katliam ve baskıdan başka bir şey değildir. Son süreçte yaşanan saldırılar bir kez daha göstermiştir ki TC devleti, başta Kürt hareketinin legal siyaset araçlarından biri olan HDP’ye ve onunla dayanışma içinde olsun olmasın devrimci hareketlere yönelik tahammülsüz bir saldırganlık içindedir. Faşizmin asıl hedefi gerilla güçlerinin imha edilmesi değildir. Bunun fırsatını bulduğu anda yapacağından kuşku yoktur ama işte kitlelerle bütünleşmiş bir gerilla savaşı karşısında çaresizdir. Çareyi dağı taşı bombalamakta ve legal siyaset yürüten faaliyetçileri tutuklamakta bulmaktadır. Bunun yanında medya aracılığıyla bildik yalan haberler üretilmekte, son derece aşağılık haberlerle kitleler yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Havuz medyasının yayınlarına bakılırsa tutuklamalar, belediyeleri de içine alan kapsamlı saldırılarla sürdürülecektir. Faşizm görünen hedefi olası bir seçimde HDP’yi baraj altında bırakma ve A. Öcalan’la yeniden pazarlık oyununa dönmedir. Böylelikle en azından masaya daha avantajlı oturma hesabı yapmaktadır.
Devlet bir yandan gerilla güçlerini baskılamaya çalışırken, diğer yandan kitlelerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini, “terör” bahanesi ile kriminalize edip bastırmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşıma taviz verilmemeli, asıl olarak devletin IŞİD bahanesi ile halka, devrimci, demokrat, yurtsever harekete yönelik terör saldırısı içinde olduğu her fırsatta propaganda edilmeli ve sokaklar asla terk edilmemelidir. Devletin son saldırılarının hedefinde özellikle HDP’nin olması sadece Kürt hareketiyle dayanışmanın değil aynı zamanda başta yeniden seçim olmak üzere önümüzdeki süreçte gelişecek olası politik gündemlere de hazırlıklı olmayı koşullamaktadır.
Devletin planlarında olası bir erken seçim ihtimali gittikçe artarken, demokrasi ve devrim güçlerinin hazırlıklarını buna göre yapması gerekir. Bu açıdan dillendirilen “sana savaş yaptırmayacağız” sloganı ve kurulan “Barış Bloku” anlamlı olsa da, tek başına yeterli olmayacaktır. Faşist saldırganlığın olası seçim kararıyla birlikte daha da artacağı hesap edilerek, bu koşullarda fiili meşru mücadelenin yöntemlerinin geliştirilmesi ve yükseltilmesinin gündemleştirilmesi gerekir.
Barışın bizimki gibi ülkelerde asıl olarak savaşla kazanılabileceği bir an olsun akıldan çıkarılmamalıdır. Ancak her şeyden önce HDP ve HDK aracılığıyla kurulan dayanışmanın sürdürülmesi ve daha geniş kitlelere ulaşılması gerekir. Geniş kitlelerde oluşan ve bir yanıyla eksik bir biçimde sadece AKP ve Erdoğan’da somutlanan savaş çığırtkanlığı, bir devlet politikası olarak kitlelere teşhir edilmeye, Kürt ulusunun haklı ve meşru direnişi desteklenmeye devam edilmelidir. Bu noktada belirleyici olanın, kendi gücümüze dayanmak, kendi örgütlenmelerimizi sağlamlaştırarak önümüzdeki sürece hazırlanmak olduğu unutulmamalıdır. Faşizmin son saldırganlığının da gösterdiği gibi ülkemizde demokrasi talebi bir devrim sorunudur ve devrim için savaşmayanın barışı sağlamayacağı açıktır.