Aydınlanmacılık gibi Marksizm’in de, modernizmin çocukları olduğu, aynı kaynaktan besledikleri vurgusu yeni değildir. Hatta “Marksist Aydınlanma”, “Siyonist Aydınlanma” denilerek bu vurguların/iddiaların doğru olduğunu hem teorik hem de politik olarak kanıtlamaya çalışan pek çok “sol” akım, parti, çevre vs. de ortaya çıkmıştır/çıkmaktadır. “Tüm insanlığın mirası” olarak, gelinen en ileri noktalardan biri olarak gösterildi Aydınlanmacılık. Bazıları Aydınlanmacılığı kendi ideolojik/politik çizgisi haline getirdi ve açıktan savundu. Fakat bir de aralardaki ayrım çizgisi netleştirilemediği, Marksizm’in tarih felsefesinden bir kopuş olduğunu görerek bunu teorik olarak berraklaştıramadığı için aynı noktaya düşüldü. Son 20-30 yılda, durum öyle bir hale geldi ki, post modernistlerin, modernizme ve Aydınlanmacılığa saldırılarını bazı Marksistler göğüslemek zorunda hissettiler kendilerini. Elbette ki Aydınlanma savunuculuğunun bu aşamaya gelmesinde özellikle Mao’dan sonra Marksizm’e bilimsel ve teorik politik olarak bütünsellikli bir şekilde katkı yapılamaması, Marksizm’in teorik olarak yeni gelişmelere cevap olabilecek hale getirilememesi de önemli bir etken oldu.
Sosyalist blokun çözülüşü, Marksizm’in dünya genelinde etkisini kaybetmesi ezilenlerin kendilerini başta dini/cihatçı ideolojiler olmak üzere farklı ideolojik/politik düzlemlerde ifadelendirilmelerinin önünü daha fazla açtı. Bu durumun ortaya çıkışı da “dinci gericiliğe karşı laiklik” savunusunun daha haklı ve meşru görülmesine yol açtı. Tarih tekrar bu okumayla incelenmeye başlandı. Bu savunuların, hangi kurumları hangi sınıf veya ulusları meşrulaştırdığı önemsizleştirildi.
Bu sorun sadece uluslararası Komünist Harekette yaşanmadı. TDH de TKP’nin Mustafa Suphi sonrasında 1971’e kadar neden “reformist veya revizyonist” olduğuna dair net bir cevap vermedi ve aslında Kaypakkaya’nın kopuşu haricinde böyle bir dert de olmadı. Bizlerin en büyük şansının Kaypakkaya’nın ardılları olduğumuz açıktır! Elbette ki, onu dogmalaştırmadan ve teorik politik çözümlemelerinin temelini görüp anlayabildiğimizde bu şansı doğru şekilde kullanmış oluruz. Kaypakkaya Kemalizm ve Kürt sorunu tahlillerinde o döneme kadar en reformistinden en devrimcisine etki altında kaldıkları Aydınlanmacı perspektiften açık bir şekilde kopmuştur. Burjuva tarih yazımının hiçbir albenisine kapılmadan, kendiliğinden ideolojileri, ulusları mezhepleri ne olursa olsun ezilenlerin yanında yer almıştır. Kaypakkaya tarihten bir silah olarak yararlanmanın tek koşulunun, aslında Walter Benjamin’in benzetmesindeki gibi “Medeniyet, ilerleme ve modernite adıyla anılan bu görkemli ve harikulade at arabalarının tekerleri altına düşmüş olanlarla dayanışma” olduğunu gördü. (M. Löwy, “Walter Benjamin: Yangın Alarmı”, s:62)
Bunu Türkiye koşullarında burjuva ideolojisinin etkisinden sıyrılarak yaptı. Harikulade at arabalarının görkemine, hızına “hedefe” ulaşma gayretine kapılmadı. Kaypakkaya için önemli olan, o tekerlerin altında ezilen ve sömürülenler olmuştur. Ne Kemalizm’in “ileriliği” ne de Şeyh Sait’in dinciliği konumlandığı yeri etkileyebildi.
Kaypakkaya’nın işaret ettiği yol çok açık ve nettir. Fakat, Kaypakkaya sonrasında işaret edilen bu yolun çizgilerinin belirginleştiği ve buna göre politika üretildiği pek söylenemez. Bunu en belirgin olarak, Kürt sorununda saptayabiliriz. Özellikle PKK’nin ortaya çıkışından sonra, mesele salt ideolojik değerlendirmelerle ele alındı. Böylece ne Kürt hareketiyle birlikte hareket edilebildi ne de Kürt sorununa dair bir politika geliştirilip “proleter ideolojiye” göre mücadele yükseltilebildi. Durulan yer, Kürt sorununa dair en keskin belirlemelerin yapıldığı, “akıl verildiği” bir yer oldu. Böylece coğrafyamızda yaşanan en büyük ve dünyanın belli başlı politik gelişmesinden uzakta kalınmış oldu. Ezilenlerin dayanışması, politik bir seviyeye çıkarılamadı.
“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz.” Bu çeşitli ülke devrimlerinde görülmüş, denenmiş bir önermedir. Devrimci teori üretilmeden, devlete karşı duruşla, devrimci şiddetle, teslim olmamakla çok önemli bir devrimci direniş gösterilse de bununla bir süre sonra gelişen hareketin sorunlarına çözüm bulamayıp, tıkanmalar yaşatacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Devrimci teorinin yokluğu, dar pratik içine sıkışmak, hareket alanını sürekli kısıtlamak sonucunu doğurur. Bu durum ya var olana daha fazla sarılıp, dogmalaşamaya ya da burjuva ideolojisinin etkisinde kalıp reformistleşmeye yol açar. TDH de her ikisinden de örnekler çoktur.
TKP’nin tarihsel ilerlemeci hattıyla kesin bir şekilde hesaplaşmak Aydınlanmacılığı çözümlemeyi, Marksizm’in kopuş noktalarını netlikle belirlemeyi gerektirir. Bu hiçbir muğlâklığa yer verilmeden, bütün yönleriyle yapılmalıdır. Daha önce çeşitli yazılarda belirtildiği gibi kolektifimizin yaşadığı krizin temelinde de yatan sebeplerden biri de teorik üretimsizlik ve bunun sonucunda, mevcut çelişkilere cevap olamamadır. Bunun içinden çıkış aynı zamanda teorik berraklığı sağlamakla olacaksa, ana halkalardan biri de Aydınlanmacılıkla olan tüm bağların koparılmasıdır. Bu çok daha hacimli bir çalışmayı gerektirse de, gazete sayfalarının mütevaziliğinde küçük bir adım atmış olacağız. Bu her ne kadar “küçük bir adım” olsa da, konunun ehemmiyeti büyüktür. Okurlarımızın da buna göre ele alması, konu üzerine tartışmaları zenginleştirmesi ve politik yansımalar üzerinde durması ancak bu teorik belirlemelere anlam kazandırır. İçinden geçtiğimiz sürecin devrimci teoriye en fazla ihtiyaç duyduğumuz süreçlerden olduğu bilinmeli-kavranmalıdır. (Devrimci teorinin özellikle kritik dönemlerdeki belirleyiciliği için Lenin’in, “Ne yapmalı?” çalışmasının “Teorik savaşımın önemi konusunda Engels” başlıklı bölüm tekrar okunmalıdır.)
-Aydınlanma Nedir?-
18. yüzyılda Fransa, İngiltere ve Almanya’da ortaya çıkan fikir akımı olarak, Aydınlanmayı en kısa haliyle tanımlayabiliriz. Etkisi günümüze kadar süren bu fikir akımı başta siyaset olmak üzere burjuva dünyasını şekillendirmiş, bununla da kalmayıp ezilenlerin ideolojisi ve politikası üzerinde de önemli etkileri olmuştur. Aydınlanmanın siyaset teorisi geniş ölçüde Fransız filozofları tarafından şekillendirilmişse de İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Bilimin gelişmesinin yarattığı etkilerin yanısıra, aristokrasi ve kilisenin karşısında burjuvazinin ve orta sınıfın büyümesi Aydınlanmacılığın maddi zeminini oluşturmuştur.
Kant’ın halen “en iyi” olarak kabul edilen Aydınlanma tanımı şöyledir:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumunda kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür, bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğuna ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini göstermeyen insanda aranmalıdır. Sapere aude! (Bilmek ve tanımak yürekliliğini göster! [Bilmeye cüret et!]) ‘Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!’ sözü şimdi Aydınlanma’nın parolası olmaktadır.” (İ. Kant, “Seçilmiş Yazılar”dan aktaran Teori ve Politika, s. 73)
Kant’a göre insanlar, soy ve inanç akrabalığını aşarak “akıl akrabalığı”na geçmelidir.
Aydınlanmacılara göre, Birinci Aydınlanma dönemi olan Antik Yunanlardan sonra insanlık büyük bir karanlık içine girmiştir. İnsan, aklını kullanmayan, başka bir güce –Allah’a-teslim eden bir çocuk durumuna düşmüştür. 3. yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyanlığın devlet dini olmasıyla başlayan bu dönem Avrupa’da Rönesans Refermosyen ve peşi sıra 18. yüzyıl Aydınlama çağıyla son bulur. İnsan kendi aklına tekrar kavuşmuştur. Akıl ve bilimden faydalanarak doğanın en temel gerekçeleri ortaya çıkarılacak, böylece sefaletin ve adaletsizliğin olmadığı, yeryüzü cenneti kurulacaktı.
“Olabildiğince basitleştirmek gerekirse, Aydınlanma felsefesinin başlıca unsurlarını şöyle sayabiliriz: İnsan, doğası gereği iyidir. İnsan yaşamının amacı bu dünyada iyi olmaktır, bir sonrakinde kutsanmak değil. Bu amaç, insanın tek başına bilimi kullanmasıyla gerçekleştirilebilir. (Bilgi, güçtür) Bu amaca ulaşmak da en büyük engeller cehalet, hurafeler ve hoşgörüsüzlüktür. Bu engelleri aşmak için (devrim değil) aydınlanmaya ihtiyacımız vardır. Daha fazla aydınlanmayla birlikte insan otomatikman daha ahlaklı olur. Şu halde, aydınlanma sayesinde dünya ilerleyecektir.” (G. Skirbelek, N. Gilye; Antik Yunandan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Kesit Y. s. 316)
(Devam edecek)