Ankara katliamı Türkiye’nin hızla iç savaş sürecine girdiğini gösteren bir moment oldu. Diyarbakır, Suruç ve Cizre katliamlarının bir devamı ve derinleştirilmesi olan katliam, stratejik bir yönelimin ve içine girilen yıkıcı sürecin en önemli pratiği olarak dikkat çekti.
Bugüne kadar Kürdistan topraklarında fiilen yürütülen iç savaş konsepti, yaratılan lokalizasyondan dolayı Batının çok da gündeminde olmadı. Bir nevi ikili bir rejim uygulayan TC, Mahir Çayan’ın kavramlaştırmasıyla açık faşizm uygulamalarının bir yansıması olarak, Kürdistan topraklarında iç savaş politikalarını şiddetlendirerek, Kürt özgürlük hareketini imha etmeyi ve Kürt halkını köleleştirmeyi arzuladı. Batı’da ise özellikle 1990’ların başından itibaren devrimci hareketin tam anlamıyla likidasyona uğraması, parlamentarizmin ve legalizmin bataklığına sürüklenmesi, Avrupa Birliği uyum sürecinin yarattığı zemin ve TC’nin restorasyon kabiliyetinin etkisiyle örtük faşizm uygulanmalarını hayata geçirdi (Bu durum devrimci sol güçler üzerinde olağanüstü bir yanılsama ve yıkıcı sonuçlar yarattı. Sol bir taraftan legalizmin anaforunda sürüklendi, diğer taraftan sol içinde açık ve örtük sosyal şoven eğilimler güçlendi. İhtilalci ruh köreldi.). Ya da başka bir ifadeyle savaş rejimi iki ayakta inşa edildi. Kürdistan’da açık ve sürekli şiddet politikaları, Batı’da ise daha rafine şiddet politikaları, parlamenter uygulamalarla birlikte hayata geçirildi. TC’ye olağanüstü hareket kabiliyeti sağlayan bu durum, Batının yalıtılmasına ve savaşın yıkıcılığını hissetmemesine yol açtı, Batı başka bir “alemde” yaşayarak, suç ortaklığı yaşadı. Şovenizmin çürüten etkisi bütün toplumu sardı. Bir çok siyasal özne marjinalitenin ve konformizmin etkisiyle bu kesif havanın parçası oldu.
Ankara katliamı yeni bir eşik olarak dikkat çekti. Artık Batı yeni savaş alanıdır ve iç savaş taktiklerinin uygulanacağı coğrafyaya dönüşmüştür. Ve savaşın toplumsallaştığı bir konjonktürü işaretlemektedir.
Ankara katliamı ayrıca izlenecek iç savaş konseptlerini de netleştirdi. Konseptleri 4K ve 1İ olarak tanımlayabiliriz. Kürtler, komünistler, Kızılbaşlar (yani Aleviler) ve kadınlar 4K’yı oluştururken, 1İ işçi sınıfını simgeliyor. Ankara katliamı bu güçlere yönelik somut ve tahammüden bir saldırıyı ve katliamı simgeliyor. Ve bundan sonra Türkiye’de yaşanacak saldırıların yönelimini gösteriyor.
İç savaş ya da darbe olasılığı
2008 küresel krizinin açtığı yüksek konjonktür, Akdeniz coğrafyasını bir isyan coğrafyasına dönüştürdü. Küresel jeo-politik çelişkilerin odaklandığı, sınıfsal ve toplumsal antagonizmanın kristalize olduğu Akdeniz coğrafyası 2009’dan sonra hareketlendi. Önce Avrupa’nın güneyi mobilize oldu. 2011’de Tunus ve Mısır merkezli Kuzey Afrika isyan dalgasıyla sarsıldı. Dalga 2012’de Doğu Akdenizi sardı. Rojava Devrimi gerçekleşti. 2013’te bu sürecin bir devamı olan Taksim ayaklanması gerçekleşti. Taksim Ayaklanması bir dönüm noktası oldu.
19 muhteşem gün, AKP iktidarının hegemonyasını şiddetle aşındırdı. Taksim ayaklanması ve Kürt özgürlük hareketinin çok yönlü ve çok boyutlu mücadelesi yeni bir momentin kapılarını araladı.
Arkasından Kobané direnişi, Kobané serhıldanı ve HDP’nin başarısı hegemonyayı kırıcı toplumsal pratikler olarak öne çıktı.
Sürekli karşı devrimci politikalarla finans kapitalin en militan partisi olarak hareket eden AKP, Ortadoğu ve küresel konjonktürün avantajlarını iyi kullandı. TC’nin (küresel kapitalizmin aktüel ihtiyaçlarına uygun) restorasyonu yönünde ciddi adımlar attı. Soğuk savaş devlet yapılanmasının hantallıklarını tasfiye ederek, neo- liberal devlet yapılanmasına uygun düzenlemelere girişti. Bu süreç sistematik karşı devrimci hamleleri koşulladı. Yapılanlar devletin yetkinleştirilmiş ideolojik aygıtları ve kültür endüstrisinin operasyonlarıyla “reform” olarak sunuldu. Sol liberaller bu süreci rasyonalize etmede ciddi görev üstlendi. Yeni rejimin organik aydını olarak işlev gördüler.
“Yeni” Türkiye, en özlü ifadeyle şirket artı polis devleti olarak şekillendi. Bir anlamda akademik düzeydeki yapılan totolojiyi bir tarafa bırakarak, faşizmin yeniden yapılanması ve rektifikasyonu şeklinde gelişti. Başkanlık sistemi bu sürecin bir devamı (ya da konsantrasyonu) ve derinleştirilmesiydi. TC’nin devlet aklı, ruhu ve pratiği bu sürecin bütününde etkisini gösterdi. Her restorasyon sürecinin bir karşı devrimci süreç olduğu unutulmalıdır.
Özellikle 2013 sonrası gelişmeler AKP’yi iyice sıkıştırdı. 7 Haziran seçimleri, tam anlamıyla, yönetememe krizini tetikledi. Çıplak bir rejim krizi yaşanmaya başladı. Kürt özgürlük hareketinin olağanüstü gelişimi, bir Ortadoğu aktörüne dönüşmesi ve Batı’da toplumsal muhalefetin şekillenmesi ve yeni arayışları AKP’yi sarstı. HDP’nin seçim başarısı bu anlamda önem taşıdı. HDP burjuva egemenliğin meşruluk aracını kullanarak, hatta parti olarak kendi varlığından öte parlamenter sistemin çürümüşlüğü ve işlevsizliğini gösterdi. Bu durum milli iradeyi yansıttığı iddiasıyla bir devlet partisine dönüşen AKP’yi boşa düşürdü. Rejim krizini derinleştirdi. Parlamentonun bir aksesuar olduğu ortaya çıktı.
Bu süreç aynı zamanda düzen güçleri ve egemenler arasındaki çelişkilerin yoğunlaşmasına yol açtı. AKP’nin devletin tüm olanaklarını kullanarak kendi organik sermayesini yaratma doğrultusunda sistemli hamleleri, kapitalist rasyonları zorlamaya başladı. AKP’nin devletleşme yönündeki adımları, olağanüstü patronaj ilişkilerinin önünü açtı. Nepotist bir rejim insa edildi. Toplum modern patron-client ilişkisi içinde hızla erozyona ugratıldı. Ayrıca AKP’nin yoğun manipülasyonlarla vizyon ve imaj oluşturduğu Ortadoğu politikaları çöktü. Hatta ters sonuçlar ortaya çıktı. Bir dönem küresel finansal gelişmelere ve akımlara bağlı olarak sanal bir ekonomik büyüme gösteren Türkiye, yapısal krizin yeni evresinde sarsılmaya başladı. Ekonomide çoklu kırılganlık riski arttı. Her an şiddetli bir krizin yaşanma olasılığı çoğaldı. Bu süreç bir yanıyla da AKP’nin çökme ve çözülme süreci olarak işliyor.
Tam bu noktada AKP ve RTE açısından başkanlık sistemi önem taşıyor. Başkanlık sistem, “yeni” rejimin inşası yönünde bir sıçramayı ifade ediyor ve çökme ve çözülmenin önüne geçebilecek tek çare olarak ele alınıyor. Fujimori tarzı bir başkanlık sisteminde, gereğinde parlamento feshi gündeme gelebilir. HDP’nin 7 Haziran başarısı bu manada burjuva egemenlik sisteminde çoklu bir domino etkisi yarattı. 7 Haziran’dan beri parlamentonun fiilen devre dışı bir pozisyonda olması dikkat çekicidir. 1 Kasım’da HDP’nin benzer bir başarıyı göstermesi burjuva parlamenter sistemi ciddi derece de sarsabilir.
Bu yönde AKP’nin savaş politikalarını derinleştirmesi ve Ankara katliamıyla etnik bir iç savaş olasılığının yükselmesi tesadüfi bir gelişmeler değil, sınıf mücadelesinin yeni seyrinin göstergesidir.
Önümüzdeki aylar olağanüstü gelişmelere gebe olabilir.
Katastrof dalgaları
Bu durumun dışında bir başka negatif boyut, Mısır modeli diye tanımlayabileceğimiz gelişmelerdir. Mısır ayaklanması, aşağıdan devrimin gerçekleşme imkanını yaratmıştı. Bu riske karşı Mısır oligarşisi bir restorasyon projesi olarak Müslüman Kardeşleri yani Mursi’yi iktidara taşımıştı. Mursi’nin hem kitle hareketini engelleyememesi, hem de Mısır kapitalizminin küresel sistemle uyumlu politikalar geliştirmesinin önünde engel olması, kapitalist rasyonları zorlaması ve ABD’nin Ortadoğu politikalarını riske atacak adımlar atması (Pentagon tarafından), darbenin ve Sisi’nin önünü açtı. Darbe Mısır’da restorasyonun restorasyonu oldu. Benzer gelişmeler Türkiye’de de yaşanabilir. Bugün Batı basını iki olasılık üzerinde duruyor: Birincisi, Suriye’de fay hatlarının kırılmasının bir yansıması olarak etnik bir iç savaş olasılığı, ikincisi ise, NATO’nun Güney kanadının tehlikeye girmesine karşı ordunun devreye girmesi, yani darbe olasılığı.
Türkiye’nin küresel kapitalist sistemle entegrasyon düzeyi, jeo-politik konumu, kapitalist rasyonları riske sokacak gelişmeler, NATO içinde üstlendiği misyon, egemen güçler arasında çelişkilerin yoğunlaşması, siyasal, toplumsal, ekonomik kriz senkronunu tetikleyen gelişmeler, yönetememe krizi ve burjuva siyasi fraksiyonlarının iktidarsızlığı ve siyasal yönelimleri, yine pentagon onaylı ordunun devreye girmesine neden olabilir.
Solun bir kısmının bu gelişmeden çok da rahatsız olmayacağı ortadadır.
Kısaca Türkiye hızla katastrofik bir sürecin içine giriyor.
İç savaş ya da darbe olasılığı. Bu iki katastrofik duruma karşı özellikle Batı yakası son derece örgütsüz bir durumda. Devrimci, demokrat güçler zayıf ve amorf bir karakter taşıyor. Toplumsal muhalefet bir düzeyde direniş eğilimleri taşısa da enerjisini kristalize edemiyor.
Yakın dönemde Taksim ayaklanması, Kobané serhıldanı, Metal direnişi ve fiili grevleri ve HDP’nin başarısı önemli adımlar oldu. Ve yapılması gerekenleri gösterdi: Yani ısrarla sokakta olmak ve sokakta kavgayı örgütlemek. Kürt özgürlük hareketiyle stratejik ve tarihsel ittifakın kurulması için daha fazla gayret etmek.
Kürt özgürlük hareketi ise (eşitsiz gelişim yasasının bir yansıması olarak), her gelişmeye hazır ve her gelişmeye yanıt üretebilecek kabiliyette ve güçte. Çok vektörlü ve çok boyutlu gerçekleştirdiği mücadeleyle geleceğe yürüyor.
Ankara katliamı artık iç savaş konseptleri olan 4K ve 1İ’nin yani Kürtlerin, Kadınların, Komünistlerin ve Anarşistlerin, Kızılbaşların, işçi sınıfının, tüm ezilen ve sömürülenlerin, dışlananların, ötekilerin, lanetlilerin kaderlerinin ve kederlerinin ortaklığını bir kez daha, hemde kanlarını ortaklaştırarak gösterdi.
Bütün teorik tartışmalardan öte birleşik devrimci savaşın ne kadar yakıcı önem taşıdığını acı bir şekilde hatırlattı.
Ve birliğin, mücadelelerin birliğinin öneminin altını çizdi. 102 arkadaşımıza, yoldaşımıza ancak sözümüzü böyle tutabiliriz. 1 Kasım’dan sonra karastrofik gelişmelerin hızlanması yüksek bir olasılıktır. Hazırlıklı olmalıyız ve kenetlenmeliyiz. 1 Kasım’da sonuç ne olursa olsun sokakta olmalı, sokağı, kavgayı ve öfkeyi örgütlemeliyiz.
Volkan Yaraşır