Düşüncenin madde üzerinde etkisi olmasaydı, 17 Ekim Devrimi gerçekleşmezdi. Bu, düşüncenin nesnelliği kavraması ve ona yön vermesiyle; yani, somut koşulların somut analizinin yapılması ve öznenin, nesnelliğin özgüllüğü içinde, koşullara müdahale etmesiyle bağlantılıdır.
Lenin’in ayaklanmayı başlatmaları için, Bolşevik Merkez Komitesi’ni ikna etmek ve harekete geçirmekte adeta kendini paraladığı bilinen bir gerçektir. Çünkü Lenin, “ayaklanmanın bir gün daha ertelenmesi devrimin engelenmesidir” diye yazar ve harekete geçer.[1] Bu gerçeklik, düşüncenin madde üzerindeki rolünü ortaya koyan bir örnek ve söz konusu bu ayaklanma, bilincin maddeye dönüşmüş hali, düşüncenin diyalektik hareketidir. Bir başka söylemle, öznenin nesneye biçim vermesidir.
Proletaryanın sınıf bilinçli örgütleri, kadro yetiştirmeye ve kendi üye ve kadrolarını marksist düşüncelerle donatmaya özel bir önem verir. Çünkü Marksist teori ile onları donatamazsa, toplumu, sınıfları, olguları, gidişat ve izlenmesi gereken rotayı göremez veya doğru kavrayamazlar.
Dolayısıyla kitleleri kazanmaları, işçi sınıfını örgütlemeleri, yönlendirmeleri ve partiyi gerçek bir proletarya partisi haline getirmeleri de bir o kadar eksik ve zaaflı ya da imkansız olacaktır. Bunun açıklaması, teorinin öneminin (siz düşünce anlayın) ne denli belirleyici olduğunun en yalın ve pratik bir örneğidir. Lenin, Stalin ve Mao’da kadro ve üyelerin yetişmesi, onlarının marksist düşünceler ile donanımının önemi konusunda yüzlerce alıntı alınabilir. Ya da daha yakın bir örnek verecek olursak, teorinin (düşüncenin) önemi olmasaydı, Marx, ömrünü Das Kapital’e adamazdı.
Burjuvazi ile proletarya arasında süren ideolojik mücadele neden bu denli önem kazanıyor? Nasıl olsa, pratik her şeye kadir, o zaman pratiği kendi kaderiyle başbaşa bırakalım. Ve böyle bir kendiliğindencilik halinde bir çürüme yaşanacaktır; toplumsal pratik teorisiz kaldığında, yol gösterici ışığından yoksun kaldığında, yolunu kaybedecektir. Ve bu, tam da burjuvazinin kitleleri politikadan ve bilimden uzak tutmasına hizmet edecektir. Düşüncesiz-bilinçsiz insan toplumu olamaz. İnsan toplumu ile doğa arasındaki en önemli ayrışımlardan biri budur. İnsan toplumu, sahip olduğu maddi üretiminden kaynaklı ve onun üzerinde şekillenen bilinciyle hareket eder.
Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler”in 3.sünde şöyle der: “Koşulların değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur…Koşulların değiştirilmesi ile insan etkinliğinin ya da insanın kendisinin değiştirilmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal olarak anlaşılabilir”[2]
Marx, bütün yazılarında kendiliğindenciliğin karşısında durur. O, devrimci bir değişimden yanadır ve bunun da ancak insan etkinliği ile olabileceğini vurgular. Devrimler de bilinçli insan etkinliğinin bir ürünüdür ve ürünü olabillir. İşçi sınıfını kendiliğindenciliğe terk eden küçük burjuva anlayışlara karşı bilinçli devrimci müdahale ve dönüştürme Marksist teori ile olabilir.
Kitleleri kazanmak ve devrimcileştirmek için devrimci militanların yürüttükleri ajitasyon ve propaganadanın önemi bilinir. Bazıları, bırakınız kitleler kendi kendilerine “bilinçlenir” diyerek “dışarıdan götürme” bilince karşı çıkar. Oysa, Marksistler, işçi sınıfına bilincin dışarıdan verilebileceğini ve bunun önemini vurgularlar.
Ve bunların hepsi, düşüncenin kitleler üzerindeki etksiyle ilgili veri kaynaklarıdır. “İşçi sınıfına sınıfsal bilinç dışarıdan verilir” teorik önermesini; toplumsal hareketler ve işçi sınıfının sınıf mücadelesi bunu defalarca doğrulamıştır ve doğrulamaya devam ediyor.
Kitle eylemleri içinde düşüncenin ete-kemiğe dönüşmesi, Lenin’in deyimiyle, partinin özlemleriyle kitlelerin özlemlerinin birleşmesi, partinin sloganlarının kitleler tarafından benimsenmesi halidir. Komünist partileri, kitlelerin ruh halini doğru bir biçimde yakalayamazsa, sonuç ve nihai olarak ileri sürdüğü düşüncelerin doğruluğunun bir anlamı olamaz.
Toplumsal yapıyı daha ileri götürmek isteyen, yani sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yaratmak isteyen komünistler, kitleleri kazanmadan ve kitleleri bu düşünceler doğrultusunda harekete geçirmeden, bu düşüncelerini yaşama geçiremezler. Ne zaman ki, parti kendi düşüncelerini kitlelere kabul ettirir ve onu kitleler nezdinde maddi bir güce dönüştürürse, gerçekleştirmek istediği şeyler bir ütopya olmaktan çıkarak gerçek bir olgu halini alır. İşte bu düşüncenin maddi bir güce dönüşmesinin en yalın örneğini oluşturur.
Marx’dan Mao’ya bütün Marksist ustalar bunun önemini sık sık vurgularlar. Bunu anlamayanlar, sadece ve sadece küçük burjuva oportünistleridir. Bu düşünceden hareketle kitlelere güvenmeyip, sık sık sağ ve sol sapma içinde kendilerini bulurlar. Öz ve biçimin birliğini bir türlü sağlayamazlar. Özü esas alıp biçimi yoksayarak solculuk yaparlar, biçimi esas alıp özü yoksayarak sağcılık yaparlar.
Öz ve biçim arasındaki diyalektik bütünlüğü ve etkileşimin kaçınılmaz oluşunu anlamakta zorlanırlar. Daha genel anlamda söylersek; madde ile düşünce arasındaki çelişmeli birlikteliğin diyalektiğini doğru bir şekilde ele alamazlar.
Üretici güçler ne kadar gelişirse gelişsin, üretici güçlerin ana unsuru (esası) olan işçi sınıfı kapitalizmi yıkmak amacıyla ayağa kalkmadan, kapitalizm, kendiliğinden yıkılmaz.
Tarih, toplumsal devrimlerin, öznenin, değişim için harekete geçmesiyle gerçekleşebildiğini gösterir. Ancak özneyi harekete geçirenin de üretim araçlarıyla üretim ilişkileri arasındaki çelişme olduğu ve bu çelişmenin keskinleşmesi sonucu kaçınılmaz olarak öznenin yani çelişmenin esas yönü olan proletaryanın harekete geçtiği ve geçeceği tarihsel gerçekliği vardır.
Bu nedenle, kapitalizm, sınıf bilinçli proletarya önderliğinde örgütlü gücün, yani işçi sınıfının ve ezilen kitlelerin birlikte iradi –tarihsel koşullardan bağımsız olmayarak- hareketiyle yıkılır ve yeni bir sistem, sosyalizm kurulur.
Marx, “kurtuluş zihinsel”[3] değil derken insanların tarihsel gelişmişliklerinin belli bir aşamasından sonra bunu gereçekleştirebileceğini de belirler. Toplumsal üretim ve toplumsal üretim ilişkileri belli bir seviyeye ulaşmadan, insanlığın nihayi kurtuluşunun da gerçekleşemeyeceği açıktır. Kendi tarihlerini kendileri yapan insanlar, bunu sahip oldukları üretim ve üretim ilişkilerinden bağımsız olarak başaramaz.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme ya da bir başka söylemle; emek-sermaye arasındaki çelişme olgunlaşmasına karşın öznel güçlerin hareketi olmadan, emek sermayenin iktidarını deviremiyor. 2013 Haziran sonunda, Mısır’da, tarihin en büyük kitle ayaklanması oldu. Bu maddi bir güçtü. Ancak bu güce yön veren marksist bir düşünce değildi.
Eğer o kitle Marksist düşünce ile hareket etmiş olsaydı, bugün iktidar, Mısır burjuvazisinin elinde değil, Mısır proletaryası ve emekçilerin elinde olabilirdi. İşte, düşüncenin maddi bir güç haline gelmesi, Mao’nun önemle üzerinde durarak belirttiği, bilincin maddeye dönüşmesi önermesinin pratiksel görüngüsü budur. Düşüncenin madde üzerindeki etkisine ilişkin Mao’da bundan başka bir şey bulunmaz.
Ama Lenin’de düşünce ve bilgi üzerine daha etkin belirlemeler bulunur. Felsefe Defteri’ndeki, “Bilgi teorisinde pratiğin yeri” başlıklı notunda:
“… nesnel dünyayı sadece yansıtmakla kalmaz insan bilinci, yaratır aynı zamanda”[4] der.
“İdealist” Lenin(!)
Lenin’e göre insan bilinci sadece nesneyi yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda nesneyi yaratıyor. Özneyi, aynayla karıştıranlara cevaptır bu. Bilinç, maddenin bir yansıması ama aynı zamanda o, maddeyi değiştiren, dönüştüren ve yaratan bir içkinliğe de sahiptir.
Verili durumun değiştirilmesi diğer felsefelerin sorunu olmamıştır ama diyalektik materyalist felsefenin en temel sorunu olmuştur. Mao, düşüncenin diyalektiğini bu temelde ele almıştır. Mao’nun “bilincin maddeye dönüşebilirliği” tezini eleştirenler ve bunda “idealizm” bulanlar ise verili durumu yorumlamakla yetinmeyi öne çıkardıkların ayrımında bile olmadıkları gibi “düşüncenin maddeye dönüşmesi”ni inkar etmekle de maddenin içeriğini boşaltarak, madde ve bilinç ilişkisi karşısında materyalist diyalektikten uzaklaştıklarının, ne yazık ki ayrımında olamamışlardır.
ÇKP, 1933 yılında Mao’nun görüşlerini kabul etmeseydi Çin devrimi gerçekleşemeyebilirdi. Yine, 17 Ekim Rus Devrimi’nde Bolşeviklerin (elbette Lenin’in görüşlerinin) hakimiyeti olmasaydı, Menşevikler öne çıksaydı, proletarya önderliğinde Rus Proleter Devrimi gerçekleşemeyecek ve sadece Çarlık rejiminin devrilmesiyle yetinilecekti. Bu düşüncenin önemi ve madde üzerindeki belirleyiciliğinin en yakıcı örneklerini oluşturur. Çünkü düşünce maddeden gelmesine karşın maddenin hareketine yön verebilir, onun hareket biçimini değiştirebilir.
Siyasal iktidar mücadelesinde her sınıf kendi partisiyle ortaya çıkar ve o parti içinde örgütlenerek iktidar mücadelesi verir. Proletarya, burjuvaziden iktidarı almak için, kendi sınıf partisi yani Komünist Partisi (KP) önderliğinde örgütlenmeden, burjuvaziden siyasal iktidarı alacak bir güce erişemez. Kalabalık bir yığın olması, kendiliğindenci hareketlerin varlığı sorunun özünü değiştirmez. Proletaryanın düşüncesi KP’de somutlaşır, maddeleşir ve harekete geçer. Bazı revizyonistlerin ve “sol” liberallerin ileri sürdükleri gibi iktidar değişimi kendiliğinden olmuyor. Proletaryanın kendi siyasal partisi olmadan, burjuvaziden iktidarı alıp kendi iktidarını kuramaz. Bu, madde-düşünce ilişkisinin yalın bir anlatımı ve göstergesidir. Ve aynı zamanda; “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” önermesinin kendisidir.
Düşünceyi maddeden ayıranlar, madde ve düşünceyi karşı karşıya koyanlar, madde ve düşüncenin diyalektik birliğini gözardı edenler; Marksist teorinin değiştirici yönünü ve onun kitleler tarafından kavranılıp sahiplendiğinde, devrimci gücünü de tam olarak kavrayamazlar ve anlayamazlar.
Teori’nin (düşüncenin) madde üzerinde etkisi yoksa, E.Hoca, Mao’ya tavır alır almaz, o güne kadar keskin “Maocu” olanların bir kısmının, anında Mao karşıtı olmaları nasıl açıklanabilir?
Aslında, Mao karşıtları her gün yaşadıkları kendi hareketlerini inceleseler, düşüncelerindeki gelişmeleri ve değişimleri (düşünce diyalektiğini) izleseler, Mao’ya bu tür anti-bilimsel eleşitirileri getirmeyeceklerdir. Mao’nun düşünsel hareketinin soyutlanmasını, herkes ya da her sınıf, kendine sınıfsal yapısını belirleyen üretimdeki yerine -maddi duruşuna- göre yorumluyor. Bir başka söylemle; Mao’yu bir varlık olarak ele alırsak, onun hareket tarzının yansımaları, bazılarında farklı farklı yansımalara neden olabilmiştir. Bu da anti-diyalektik değil, materyalist diyelektiğin doğrulanması, Mao’nun diyalektik materyalist felsefesinin doğrulanmasıdır.
Bütünlüklü bir toplumsal bilimdir Marksizm. Toplumsal varlığın ulaştığı maddi gerçekliğinin en yüksek seviyenin yansımasıdır. Marksist bilinç, kendiliğinden, durup duruken ya da Marx’ın bir doğa üstü güce sahip olmasından ve tanrının kulağına fısıldamasından değil toplumlar tarihinin maddi üretiminin, üretim sürecinin ve üretim ilişkilerinin bütünsellikli hareketinin yansıması olarak ortaya çıkmış toplumsal bir bilinçtir.
Toplumsal hareketlerinin bir soyutlaması olarak teorileştirilmiş, bilim haline getirilmiş ve yeniden toplumların hareketine yön-biçim vermek için insan (işçi sınıfı) tarafından toplumsal pratiğe uygulanmasının bilinçli mücadelesi veriliyor. Sosyal (toplumsal) bir varlık olan insanın düşüncesi (bilinci) de toplumsaldır. Düşüncenin gelişmesi, maddenin evrimleşmesinden bağımsız olmadığı gibi, toplumsal bilinç de toplumların evrimleşmesinden bağımsız değildir.
Toplumsal bilinç geriye gider mi? Hayır! Bu eylemin gerçekleşmesi için maddenin ilk haline yani toplumun geriye gitmesi gerekir. Bu ise diyalektik materyalizme ve elbette maddenin varoluş biçimi olan onun hareketine terstir.
Kapitalizm gücünü, toplumsal üretimini sürdürüyor. Bu, eski ile yeni arasındaki toplumsal mücadelenin iç içeliğinin bir ürünüdür. Bugün nasıl ki, feodalizme geriye dönülemezse, komünizmden de kapitalizme geriye dönmenin toplumsal maddi koşulları olmayacaktır. Ne toplumsal üretim biçimi ve ne de bunun ürünü olan toplumsal bellek, bilinç, düşünce böyle bir şeye dönüşebilir. Çünkü, tarih tekerrür etmiyor, değişim ve dönüşüm içinde daha ileriye gidiyor, maddenin hareketindeki yeni biçimlere bürünmesi gibi, toplumlarda eskileri geride bırakarak daha ileri niteliksel bir biçime bürünerek devam ediyor. Hareket halindeki madde dönüp-dolaşıp eski halini almıyor. Maddenin bu hareketi toplumlar içinde geçerlidir. Maddenin hareketine karşı çıkanlar ve tarihin kendini tekrarlamaktan ibaret olduğunu ileri sürenler, yalnız ve yalnızca metafizik düşünce tarzına sahip olanlar olmuştur.
Kapitalizmden sosyalizme geçişi belirleyen elbette üst yapı değildir. Bunun maddi bir temeli vardır. Yani üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme. Bu maddi temel olmadan, düşünsel olarak sosyalizmi savunmak ya da askeri bir darbeyle iktidarı almak sosyalizmin temelini yaratmaz.
Yine aynı şekilde, sosyalizm kurulduktan sonra sınıfları ortadan kaldırımadan kapitalizme dönüş ya da bir başka söylemle burjuvazinin tekrar iktidarı ele geçirme olasılığının maddi üretim temelleri vardır. İşte, toplumsal varlığın belirleyiciliğinden kasıt budur. Düşünsel olarak ne denli ileri olursa olunsun, o düşüncenin güçlü bir maddi temeli yoksa hayat hakkı bulma olasılığı da yoktur.
Çünkü;
“Eğer –der Marx- proletarya zaferi kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o bu zaferi ancak hem kendi kendini hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse, onu içeren karşıtı olan özel mülkiyet kadar, proletarya da ortadan kalkmıştır.”[5]
Sorun böyle kavranmazsa, sosyalist ülkeler de burjuvazinin tekrar iktidarı ele geçirmesinin nedenleri doğru temellerde değerlendirilemez. Diyalektik materyalizm, mutlak içindeki göreliliği ortaya çıkararak değişimi yakalayabilir. Çünkü mutlak gibi görülen şeylerin göreliliği, bilgi sürecinin derinleşmesi, şeyin biçiminden özüne inilmesiyle ortaya çıkarılabilir.
Özet olarak, söylemek gerekirse, insanlar, günlük yaşamında; “düşünceni yaşama geçir!” derler. Devrimciler düşüncelerini yaşama geçirmek için özel bir çaba harcarlar. Yaşamlarına düşünceleri doğrultusunda yön vermeye çalışırlar ve düşünceleri dışında hareket edenler eleştirilir. Eleştiri-özleştiri, düşüncelerin pratikle çelişmesi sonucu ortaya çıkar ve bu ikisinin uyum içinde ve düşüncenin pratiğe yöne vermesini koşullar. Bu anlamda düşünce maddeye madde düşünceye dönüşür. Bunu ileri sürmek idealizm değil, tersine, idealist diyalektikle materyalist diyalektiği birbirine karıştırmak ve idealizm penceresinden materyalizme bakmak demektir.
Varlıkla bilincin birbiriyle ilişkisinin bir bütünsellik içinde ele almak böyle olur ve buna düşüncenin materyalist diyalektiği denir. Bu, elbette idealistler gibi, maddeyi yaratanın düşünce (Tin) olduğundan hareketle değil, düşüncenin maddenin bir yansıması ve ürünü olarak ele alınması içinde bir ilişki diyalektiğidir.
Ama, ne yazık ki Mao’yu “idealizm”le eleştirenler, düşünceyi idealist-metafizik kampına ait olarak gördüklerinden ve bunu ele alış tarzları da idealist diyalektik penceresinden olduğu için düşüncenin materyalist yanı yok sayılıyor. Sonuçta, neredeyse “düşünce” demekten korkar hale gelerek, saf mekanik maddeci olup çıkacaklar.
Oysa, madde-düşünce diyalektiği materyalist bir şekilde ele alındığı zaman, sorunlar daha bütünsellikli bir şekilde ele alınabilir ve de çelişmeler doğru bir biçimde çözümlenebilir. Düşünce, nesnellikten koparılmadan ve onun en yüksek ürünü olduğu bilinciyle hareket edilmesi ve bu nesnel paratikten çıkan düşünsel ürünün kendi ana kayanağına, kendini üreten yere daha yüksek bir şekilde yönelmesi, değiştirmek istemesi ne reddedilebilir ne de inkar. Düşünce-madde özdeşliği bu çerçevede ele alınmalıdır. (Bitti)
Kaynaklar:
- Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, 7. Baskı, Sol Yayınları
- Marx-F. Engels, Felsefe Metinleri, s. 58, İkinci Baskı, Sol Yayınları
- Marx-Engels, Alman İdeolojsi, s. 44-45
- Lenin, Felsefe Defteri, s. 172, Sol Yayınları
- Marx-Engels, Kutsal Aile, s. 62