“Burjuva iktisatçıların şeyler arasındaki ilişkiyi (bir metanın diğeriyle değişimi) gördüğü yerde, Marx insanlar arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmıştır.” – Lenin, 1913
Kapitalizm bizi mükemmel tatmin imgeleriyle bombardımana tutarak büyümektedir. Özellikle internet erişiminin yaygınlaşması ve ana akım medyanın internet üzerinden organize olması ile birlikte ortaya çıkan bilgi ve içerik karmaşası, sansürler, filtreler ve bitmek bilmeyen propagandayla internet erişimimizin neredeyse tamamı bu tür imgelerin basıncı altında geçiyor.
Bunun yanı sıra sistem, kişiye gelecekte buna ulaşacağına/ulaşabileceğine dair vaatlerde de bulunmaktadır.
İnternet fenomenleri, influencerlar, içerik üreticileri gibi kapitalist toplumun etrafında dolaşan memnuniyet imgelerine rağmen, toplumumuz memnuniyetsizlik üzerine yapılandırılmıştır. Eğer tüketim sadece özneyi tatmin etseydi, kendi kendini yok eder ve kârı artırmak yerine ortadan kaldırırdı.
Tatmin olmuş bir tüketici, haliyle kapitalist ekonomiyi sürdürmeye yetecek kadar tüketimi bırakır. Bizi tatmin olmayan/olamayan bir halde tutmak daha fazla şey satın almamızı sağlar. Dolayısıyla kapitalist özne, başkalarının sahip olduğu sahte tatmin vaadi ile kendi daimî tatminsizliği arasında mücadele etmektedir.
Kapitalizmin bireyi yücelten anlatısı aslında başlı başına bir yanılsamadan ibarettir. Kişilere her zaman yeteneklerini ve ilgi alanlarını paraya çevirmesini, bunlardan da yoksun ise bedenini paraya çevirmesini öğütlemektedir. Sermaye için kişinin yani bireyin gelişimi bir çeşit proje temelinde ilerlemelidir.
Aksi halde kişi çarklar ya da kapitalist tahayyül içerisinde kendisine yer bulamayacaktır. Takıntılı bir şekilde başarıya ve kâra odaklı bu işleyişte apolitiklik, bencillik ve kişinin kendisini toplumun üzerinde ya da ondan bağımsız görmesi her fırsatta övgüyle karşılanır.
Klasik anlamda yabancılaşma, üretim ilişkilerinin içerisinde ortaya çıkan bir fenomendir. Ancak içinde yaşadığımız çağda maruz kaldığımız yoğun propaganda ve dezenformasyonla birlikte bu yabancılaşma çok daha karmaşık ve kolektif bir hale bürünmektedir. Yabancılaşmanın bu denli derin yaşanıyor olması kişilerde ve haliyle kapitalist toplumlarda yaygın bir akıl sağlığı krizi yaratmaktadır.
Tüm bu tüketim çılgınlığının içerisinde kişi benliğine de yabancılaşarak onu da bir çeşit tüketimin içine dahil etmektedir.
Öte yandan kapitalizm, akıl sağlığında yaşanan bu durumu doğal bir olguymuş gibi ele almakta ısrar ediyor. Oysa artan akli sıkıntı oranları ile kapitalizmin neo-liberal tarzı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Barınma, sağlık, eğitim ve gıda gibi en temel ihtiyaçlar dahi neo-liberal saldırganlıkla ücretli veya ulaşılamaz hale getirilmiştir. Bununla birlikte insanlığa ve onun doğayla etkileşimine dair ne varsa piyasalaştırılmıştır; spor, sanat, felsefe vb.
Bu yüzden kapitalist toplumlarda giderek büyüyen akıl hastalığı sorununun politik olduğunu ifade etmekten kaçınmamak gerekir. Özellikle gençler arasında yoğun bir şekilde yaygınlaşan akıl sağlığı problemleri neden ve nasıl bu hale geldi diye sormamız gerekiyor.
Mevcut egemen ideoloji, akıl hastalığının toplumsal bir nedenselliği olma ihtimalini reddetmektedir. Akıl hastalıklarının kimyasal ya da biyolojik bir noktaya indirgeme gayreti, elbette sistemin bu alanı politikasızlığa, apolitizme çekme gayretiyle kesinlikle doğru orantılıdır.
Bu bakış açısı, yani akıl hastalığının bireysel bir problemden kaynaklanıyor olduğu iddiası, kapitalizm için muazzam fayda sağlar.
Öncelikle sermayenin bireyselleşme yönündeki dürtüsünü güçlendirir. Kişilere “beyin kimyanız yüzünden hastasınız” diyerek zaten yaşanan yabancılaşmayı ve toplumdışı hisleri körükler. İkinci olarak, çok uluslu ilaç şirketlerinin ilaçlarını satabileceği son derece kazançlı bir pazar sağlar. Kişilere “sizi tedavi edebiliriz” çağrısı yapar.
Yani tavşana kaç, tazıya tut.
Tüm akıl hastalıklarının fiziksel olarak ortaya çıktığını söylemeye gerek yok. Ancak bu onların nedenselliği hakkında hiçbir şey söylemez. Örneğin depresyonun düşük serotonin seviyelerinden oluştuğu doğruysa, belirli bireylerin neden düşük serotonin seviyelerine sahip olduğunun açıklanması gerekir.
Bu da toplumsal ve politik bir açıklama gerektirir.
Çaresizlik ve kuşatılmışlık
Hepimiz, söz gelimi işe giderken reklam panolarında ya da evde internete girdiğimizde histerik bir tüketim çağrısına veya başarı öykülerine maruz kalıyoruz.
Tüm bunlar arasında emperyalist savaşlardan ve çatışma ortamlarından görüntülere de denk gelebiliyoruz. Bu durumda da zaten topluma ve içinde bulunduğumuz üretim ilişkilerine olan yabancılaşma hissimiz derinleşerek bizi bir buhrana sürüklüyor.
Bu aslında bireyin birey olabilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu engel ancak örgütlü ve kolektif bir bakış açısıyla aşılabilir. Yaşamımızı ve zihin dünyamızı saran bu duvarları, imgeleri reddetmeye gayret etmeliyiz.
Özgür düşünce ve insanca yaşam ancak örgütlü bir şekilde söz konusu olabilir. Kapitalizm günlük yaşamımızı biçimlendirdiği ölçüde, zihinlerimizde de, başta medya platformları yoluyla olmak üzere, hücreler inşa etmektedir. Özellikle gençler arasında artan intihar vakaları, topluma dayatılan geleceksizlik ve güvencesizlik politikalarının bir sonucudur.
Bizlere resmedilen “mükemmel” kapitalist rüyaların karşısında KYK yurtlarında istiflenen öğrenciler, kurtlu yemeklerin verildiği şantiye yemekhaneleri, mezarda emeklilik, boşa okunan okullar ve daha nice adaletsizlik… Bunlar hakikaten akla sığacak çelişkiler değildir.
Ancak tüm bunların sebebi kapitalist saldırganlığın ta kendisidir! Bizi çıldırtma noktasına getiren, buhrana sürükleyen, çaresiz hissettiren şey işte bu kapitalist anlatı ve bireyin yüceltilmesidir.
Tüm bu basınçla beraber, toplumda ilkesiz ve bencilce yaşam tarzı, köşeyi dönme hayalleri, madde bağımlılıkları ya da bütünüyle çeşitli bağımlılıklar oldukça yaygın hale gelmiştir. Yani tabiri caizse, kapitalizm topluma çürümeyi ve kişilere aklını oynatmayı dayatmaktadır.
Bizler şunu bilmeliyiz ki, toplumdan bağımsız hiçbir birey söz konusu olamaz. Tüm bu kapitalist anlatılar içerisinde bu rüyaları ve mükemmel yaşamları sürdürenler bir avuç parazitten başkası değildir. İnsanlığın geri kalanının, tek tek özgürlüğünü sağlayacak olan şey bu mekanizmanın ters yüz edilmesinden geçmektedir. Aksi halde ücretli emek, yani kapitalist sömürü devam ettiği sürece yabancılaşma biçimleri de devam edecektir.
Burada tartışmaya çalıştığımız şey meselenin nörolojik boyutu kesinlikle değildir. Psikolojik ya da psikiyatrik rahatsızlıklar elbette tekil biçimlerde gerçekleşebilir. Ayrıca herkesten böylesi dev bir mekanizma karşısında çelikten irade sahibi olmayı öğütlemek pek gerçekçi değildir.
Kapitalist propaganda karşısında hiçbirimiz bağışıklık sahibi değiliz. Bu yüzden örgütlenmeli, elimizden geldiğince okumalı/tartışmalı ve meseleleri politik ele almaya gayret etmeliyiz.
Lenin ile genç Rumen şair Valeriu Marcu arasında geçen bir konuşmada Lenin şöyle diyor: “Kesinlikle yeterince radikal değilim. Bir kişi asla yeterince radikal olamaz; yani kişi her zaman gerçekliğin kendisi kadar radikal olmaya çalışmalıdır.”
Bize reva görülen bu düzen ve yaşam ne sürdürülebilir ne de kabul edilebilir; o halde umutsuzluğu bir kenara bırakalım ve gerçekliğin kendisi kadar radikal olmaya çalışalım.
“Doğru fikirler nereden gelir? Bunlar gökten mi inerler? Hayır. Bunlar zihinde doğuştan mı vardır? Hayır. Bunlar toplumsal pratikten gelir ve yalnız ondan gelir. Bunlar, üç çeşit toplumsal pratikten gelirler: üretim için savaşım, sınıf savaşımı ve bilimsel deneme. İnsanın düşüncesini, toplumsal varlığı belirler…”- Mao, Teori ve Pratik