Tarih boyunca insanların kitlesel olarak hastalanmasına ve ölümlere neden olan bulaşıcı hastalık ve salgınları, mevcut sistemlerden bağımsız değerlendirmek, “doğal”mış yaklaşımı sergilemek yanlıştır.
Her ne kadar hastalıklar veya salgınlar “kader”, “olası” vb. gibi görünse de esasta sömürücü sistemlerin doğal döngüde yarattığı tahribat ve bu tahribatın birikiminden kaynaklanmaktadırlar. İşin ilginç yanı egemenlerin bir taraftan bu tahribatı derinleştiren politikalarda ısrar ederken diğer taraftan da “sağduyu”, “fedakarlık”, “dikkat” vb. çağrılarla topluma duyar kasmalarıdır.
Buradaki temel meseleleri “suçluluk” ve “sorumluluk” kavramlarını toplumsallaştırarak suçluyu, sorumluyu yani kendilerini aklamaya çalışmalarıdır. Örneğin, bütün belgesel, reklam, seminer, kamu spotu vb. alanlarda halka “duyarlılık” çağrıları yapmalarının bir anlamı da kendileri dışındakini yani toplumu “suçlu” konumuna düşürmektir.
Bu kampanyalarda esas vurgu ve dil; kitleleri suçlayan, onları sorumlu tutan bir algı üzerinden “duyarlılık” ve “fedakarlık” kılıfıyla örtülmeye çalışılmaktadır.
Örneğin, kitle iletişim araçlarında bu denli sorumluluk ve fedakarlık çağrıları yapan sistem ve iktidarlarının, doğa tahribatına dönük maden, enerji, sanayi vb. şirketlerine çağrı yaptığını gördünüz mü hiç? Ama orman kıyımlarına karşı çıkanların gözaltına alındığına, asker ve polis saldırısına maruz kaldığına, bilim insanlarının Marmara Denizi ile ilgili uyarı ve önerilerine kulakların kapatıldığına vb. çokça tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz.
Kısacası hastalık ve salgınlar, sömürücü sistemler ve iktidarlardan bağımsız olarak ortaya çıkmamaktadır. Bu sistemlerin doğaya müdahalesi, ekolojik dengenin, ekosistemlerin bozulmasına, eşitsizliğin derinleşmesine yol açmanın ötesinde giderek daha büyük yıkım ve salgınlara neden olmaktadır. Buna son örnek Covid-19 salgınıdır.
Pandemi; “Rejimi Fırsatı”
Toplumların gündelik yaşam alışkanlıklarından siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal yapılarına kadar uzanan bir yelpazede köklü değişikliklere neden olan Covid-19’un en çok etkilediği kesim işçi ve emekçiler, yoksullar oldu.
Yoksulun açlık sınırının da altına gerilediği, emekçinin can güvenliğinin hiçe sayılarak çalıştırıldığı, kadınların çığlıklarının dört duvar arasına hapsedildiği, en demokratik hakkını kullanmak için sokaklara çıkanların polis otolarına tıka basa doldurulduğu … bir Covid-19 ve iktidar gerçekliğini yaşadık.
Pandemiyi bir fırsat ve saldırı aracı olarak kullanan iktidarın her şeye yanıtı bastırmak üzerinden şekillendi. Çevre eylemlerinden İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline karşı direnen kadın ve LGBTİ+’lara, işçilere dönük hak gasplarından, Deniz Poyraz’ı sahiplenenlere vb. tüm bu başlıklarda devletin tek refleksi saldırı oldu. Apaçık bir şekilde Deniz’i ananlara, haklarına sahip çıkan işçilere, gökkuşağı bayrağı taşıyanlara, İşkencedere’de doğayı savunanlara vb. saldırlar gerçekleşti ve halen gerçekleşmektedir.
Bu yoğun gündemlerin bir alt başlığı da pandemi ve aşı tartışmalarıdır. Adalet, güvenlik vb. kavramların hüsrana uğradığı günümüz koşullarında bu tartışmalar, düzenli olarak sürekli önümüzde olacak gündemler arasında yer alacaktır.
Türk Tabipler Birliği, Covid-19’un ilk evrelerinden beri önlem almaktan kaçınan Türkiye’nin pandemi politikasını, “Türkiye’de ilk doğrulanmış olgunun duyurulduğu günden bu yana salgın eğrisi incelendiğinde, başlangıçta salgını baskılama stratejisi uygulanacakmış gibi gözlenirken, sonrasında İran’da salgın ortaya çıktığında sınırın etkin şekilde kapatılmaması ve gelenlere karantina uygulanmaması, salgının var olduğunun bilindiği dönemde sınır kapılarının açılarak mültecilerin sınıra gitmesine izin verilmesi, sonra da geri götürülmeleri, Umre’den dönenlerin karantinaya alınmaması gibi yaklaşımlar nedeniyle, Türkiye’nin göz göre göre enfekte hale getirildiği kaydedildi” sözleriyle ifade etmektedir.
Aynı zamanda “Covid-19 Pandemisi 1. Yıl Değerlendirme Raporu” adı altında bütün süreci değerlendiren TTB raporda “Türkiye’de salgınla ilişkili veriler sorunludur. Bu sorunlar, verilerin açıklanma biçiminden başlayarak verilerin içeriğine, hatta güvenirliğine kadar uzanmaktadır” demektedir.
Çok açık ve net bir şekilde pandemiye dair bütün raporların ilk değindiği ve vurguladığı temel nokta Türkiye’nin pandemi politikasının adaletsizlik temelinde ilerlediği, güven vermediği, tereddüt ve kaygı verici olduğudur.
Aşı krizinden sonra gelen aşı güvenilirliği ise meselenin başka bir boyutta dallanıp budaklanmasına işaret etmektedir. Aşılanmanın da toplum içinde bir korku yaratığını ve güvensizlik oluşturduğunu belirten TTB, bu meseleyi “Tereddütler, Kaygılar, Karşıtlıklar” başlıkları üzerinden incelemeye tabi tutmaktadır.
TTB’nin aşı temalı panelinde konuşan Prof. Dr. Murat Civaner tedirginliği ve aşı karşıtlığı sorununun ön plana çıktığını söylemektedir. Civaner, “Eğer geride kimseyi bırakmayacağız diyorsak, umudumuz buysa; tereddütleri ve karşıtlıkları gidermek zorundayız” vurgusunu yapmaktadır. Bu online panele katılan birçok bilim insanının temel vurguları; tereddüt, kaygı, karşıtlık ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması üzerine olmuştur. Katılımcılar bu temelli izlenilecek bir sağlık politikasına ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadırlar.
Bu noktada iktidarın derdinin hiçbir zaman toplumun sağlığı olmadığını ve toplumsal sorun, kaygılardan öte cebini düşündüğü ortadadır. Kış aylarından beri Yunanistan’la çeşitli gündemlerle gerginlik yaşayan TC egemenlerinin yaz mevsimi ile birlikte gerginlikleri erteleyerek turizme dönük yatırımlara yönelmesi bunun bariz örneğidir. Yani Yunanistan’la bir çeşit “yaz aşkı” planlayan TC’nin güven vermeye ve kaygılarını gidermeye çalıştığı esas kitle turistlerdir. “Rahat ol, aşılandım” türünden reklam yaparak aslında maskesini de düşüren iktidar Euro’ya olan sevdasını da tescillemiş oldu.