Geçtiğimiz haftalarda en çok konuşulan konu başlıklarından biri, yıllardır hapishanede esir tutulan HDP’nin eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’e dönük “kahvaltıya giderdim” çıkışı oldu.
Demirtaş, Medyascope’tan Ruşen Çakır’a verdiği röportajın bir bölümünde “Aslında bir sabah eşim Başak’ı da alıp, Meral Hanım’ın evine kahvaltıya gitmek isterdim” demiş; Demirtaş’ın bu çıkışını Fox TV’de İsmail Küçükkaya’nın programında yanıtlayan Akşener ise “Güneydoğu’da bir gelenek vardır. Bir kan davası da olsa, insanlar birbirine misafirliğe geldiğinde yenilir içilir. Kapıdan uğurlanır. O kan davası devam eder” şeklinde, aslına rücu bir cevap vermişti.
“Kahvaltı” ve “kan davası” söylemleriyle gündemleşen İyi Parti’yle “ilişki kurma çabası” aslında yeni bir durum değil. AKP-MHP faşist bloğu karşısında CHP ile yan yana gelen MHP’den bozma İyi Parti ile geniş bir blok oluşturma tartışması, başta Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi olmak üzere HDP’nin uzun süredir gündeminde olan bir meseledir.
Art arda yaşanan seçimlerde ve özellike tekrarlanan İstanbul Belediyesi seçimlerinde; CHP’nin (ve dolaylı olarak da işbirliği halinde olduğu İyi Parti’nin) kapalı kapılar ardında yapmaya çalıştığı ittifakı, HDP sık sık kamuoyunda gündemleştirmesine rağmen değil İyi Parti, CHP bile bu ittifakı dillendirmekten kaçınmıştı. Ancak buna rağmen HDP’nin başta CHP olmak üzere AKP-MHP faşist blogu karşısında olduğunu iddia eden siyasi partilere dönük kamuoyuna açık bir ittifak çağrısı sürdü.
Demirtaş’ın “kahvaltı” çıkışı öncesinde (20 Ağustos) Twitter hesabından paylaştığı “Bir İttifak Modeli Önerisi” başlıklı yazı da bu açıdan dikkate değerdir. “Ülkemizi, toplumumuzu mevcut durumdan kurtarmak ve düze çıkarmak için geniş tabanlı bir demokrasi ittifakı kurulması gerektiğini düşünüyorum. Bu demokrasi ittifakını salt bir seçim ittifakı olarak değerlendirmek doğru olmaz. Asıl amaç, toplumu temel demokrasi ilkeleri ve ortak bir gelecek fikriyatı etrafında bir araya getirmek olmalıdır.
Bu toplumsal birlik oluştuktan sonra bunun seçim iş birliğine de katkı sunması elbette beklenir. Demokrasi için toplumsal birlik derken sadece siyasi partilerin yan yana gelmesini kast etmiyorum. (…) Bütün toplumsal kesimlere açık bir ittifak olmalı ve ittifakın temel ilkelerini kabul eden herkesi, her kesimi bünyesine katarak sürekli büyümelidir.
Bunun için, öncelikle siyasi partilerin kendi aralarında görüşerek netleşmeleri gerekiyor. Hiçbir parti dışlanmadan bir araya gelinmeli. Bu siyasi partiler daha sonra, üzerinde uzlaşacakları temel ilkelerini, amaçlarını ve hedeflerini ortak bir deklarasyonla kamuoyuyla paylaşabilirler” diyen Demirtaş’ın “Hiçbir parti dışlanmadan bir araya gelinmeli” vurgusu ile “kahvaltı” çıkışının birbirinin devamı olduğu açıktır.
Muhalefet maskesine inanmak ya da onu indirmeye zorlamak
Kuşkusuz Demirtaş’ın bu çıkışı ile İyi Parti gibi faşist bir partinin genel başkanını kendi minderinde konuşturmayı başarmış olması, buna zorlaması başlı başına bir başarıdır.
Burjuva siyaset yapma tarzıyla sınırlandırılamayacak olan karşıtına kendi politikanı dayatma, karşıtını senin hakkında söz söylemek zorunda bırakma konusu önemlidir. Ancak burada bu çaba ve bu çabanın karşılık bulma durumundaki başarıyı bir yana koyarsak, “kahvaltı” karşılık “kan davası” meselesi, ciddi bir hatırlatma ve önemli bir veridir.
Halk düşmanı kimliği konusunda hiçbir tereddüde düşülmeyecek Akşener’in “kan davası” çıkışı, daha önce de belirttiğimiz gibi direkt aslına rücunun göstergesidir ve pek tartışmaya gerek yoktur.
Demirtaş’ın bu tür liberal çıkışları, HDP aracılığıyla Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin Türkiyelileşme politikalarının geldiği bir noktayı temsil ediyor bu yanıyla. Ve esas tartışmayı hak eden nokta burasıdır.
Elbette HDP ve Demirtaş’ın İyi Parti’nin niteliğini bilmediğini düşünmemekle birlikte liberal bir tarz ile örgütlenmeye çalışılan bir ittifak çabasının zamanla gözleri kör ettiği bilinmeyen ve karşılaşılmadık bir durum değildir.
Çok açıktır ki, hem İyi Parti hem de CHP her ne kadar bugün AKP-MHP faşist blogu karşısında konumlansa da, iktidara geldikleri takdirde (ki AKP-MHP faşist blogunun bugünkü durumu düşünüldüğünde iktidara gelme durumu ciddi bir halk hareketinin sonucu olacağından belli bir demokrasi maskesi takmak zorunda kalacaklardır, şeklinde bir öngörüde bulunabiliriz) aynı düzenin sürdürücüsü olacakları açıktır.
Yakın tarihten AKP’ye dair bir hatırlatma ile anlatmak istediğimizi biraz açalım: 40. yılını geride bıraktığımız 12 Eylül AFC, AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllardan itibaren hedefe konmuş ve AKP kendisini bu konuda “reddi miras hareketi” olarak tanımlamış, “sivil hareket” başlattığını ilan etmişti. Bu yüzden darbe yargılamaları yapmış, ordu içerisindeki darbeci unsurlara kaşı savaş başlatmıştı! Heyhat, gel gör ki, mesele 12 Eylül ve darbecilik değildi AKP açısından…
Mesele 12 Eylül sonrası vesayet organlarından ele geçiremediklerini ele geçirebilmekti. Başta ordu olmak üzere devlet organlarını kendi kliği açısından ele geçirebilmekti. Bunu zamanla çok açık bir şekilde ortaya serdi.
CHP ve İyi Parti’nin bugün başka bir kliğin çıkarlarını temsil ediyor olması ve AKP-MHP faşist blogu karşısında yer alması, onların da bu amacı güttüğü gerçekliğini değiştirmez. Bu gerçeklik hiçbir liberal tutumla örtülmemeli, Kürt hareketi bu konuda kendi deneyimlerini de göz ardı etmemelidir.
Kuşkusuz yukarıda da belirttiğimiz gibi karşıtın olan kesimleri bile kendinle ittifak yapmaya mecbur etme ve kendi politikalarına entegre etme çabası anlaşılırdır ancak burada CHP ve İyi Parti’nin “muhalefet” maskesi bu denli ciddiye alınmamalıdır. Gerçek demokrasi ittifakı için HDP’nin hedeflemesi gereken kesim bellidir, CHP ve İyi Parti’nin ilk fırsatta dümeni kıracağı yer de…
Kapsayıcı ve dönüştürücü siyaset gerçek gücünü nereden alır?
Gelelim bir diğer önemli konuya… Demirtaş’ın Akşener’e kahvaltıya gitme isteğini belirttiği röportajın bir yerinde geçen ve gözlerden kaçmaması gereken bir diğer ifadesi Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgilidir. Şöyle diyor Demirtaş, “Tayyip Bey, açılım görüşmelerinde bile bize karşı hem ketum davrandı. Halbuki insan olarak oturup konuşabilme şansınız olsaydı. Birbirimizi iyi tanısaydık. Birbirimizle insanı yanlarımızı paylaşabilseydik. Belki Türkiye’de birçok şey çözülebilirdi.”
Hem Akşener hem de “Tayyip Bey” ile kurulacak “insancıl” ilişkilerin Türkiye’de birçok şeyi çözebileceğine Demirtaş gerçekten ve yürekten inanıyor mudur, bilemeyiz. Şu an bunu da tartışmayacağız ancak bu “insancıllık” dolu konuşması ile Demirtaş’ın siyaset tarzında giderek liberalleşen, erkek egemen ve sağ popülist eğilime giren tarzın sorunlu olduğunu vurgulamak gerekir.
Demirtaş, Tayyip, Akşener vb. isimler üzerinden sürdürülen ve isimlere sığdırılarak yapılan siyasetin toplum nezdinde “tek adam kültü”nü geliştirmekten; halihazırda toplumun bir parçası olmak yerine halkın tebaa haline getirilmeye çalışıldığı, öznelikten uzaklaştırıldığı bir ortamda buna hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağı açıktır.
Elbette bu mesele daha çok tartışılır, ancak söz olarak ekleyelim: Siyasetin erkekleştirilmesinin bir aracı olan, dilin kişisel muhataplık haline getirilmesi, erkek egemen siyasette egoların geliştirilmesine yol açar. Halbuki toplumun dönüştürülmesine katkıda bulunması için siyaset yapma tarzının kolektifleştirilmesi gerekmektedir. Kapsayıcı ve dönüştürücü siyaset gerçek gücünü buradan alır.