6 Şubat depremlerinin ardından dokuz ayın üzerinde bir süre geçti. Deprem sonrasında birçok ildeki büyük yıkıma rağmen AKP hükümeti tarafından ilk günlerde doğru düzgün bir açıklama dahi yapılmadı. Yardımlar engellendi, yardım malzemelerine el konuldu, arama kurtarma çalışmaları bizzat devletin attığı adımlarla engellendi ya da geciktirildi.
6 Şubat’ın ardından geçen ilk haftanın atlatılmasıyla beraber, başta R.T.Erdoğan olmak üzere AKP’li bakanlar bir bir deprem bölgelerine ziyaret ederek ziyaretlerini şova dönüştürerek açıklamalar yaptı. Koca koca herifler ön sıralara geçerek fotoğrafta yer kapma yarışına tutuştular, üşüyen çocukların kapüşonlarını çıkarttılar.
Bu sıralarda, deprem bölgelerinin yeniden yapılanması, yıkılan konutların inşası için “Bir yıla kalmaz” sözleri verilmişti. Ama gerçeklik öyle olmadı, 2023’ün kışı kapıya dayanmış olmasına karşın depremden en fazla etkilenen ve en fazla yıkım ve can kaybının olduğu il olan Antakya’da henüz bir temel dahi atılmış değil. İl genelinde, merkez, çevre köy ve mahalleler dahil enkaz kaldırma-yıkım çalışmaları devam ediyor.
Yıkılan evlerin nasıl inşa edileceği ile ilgili belirsizlik neredeyse ilk günlerdekiyle aynı. Ekonomik durumu görece iyi olanlar, eğer enkazları kalkmışsa ya da başka bir arazisi varsa evlerini inşa edebildiler ama ekonomik durumu buna elvermeyen büyük çoğunluk için belirsiz bekleyiş devam ediyor.
Milyonlarca liralık bağışlar toplanmasına rağmen her şeyi kâra ve ranta dönüştüren ve dönüştürmek zorunda olan sermaye düzeni, deprem sonrasında da aynı kodlarla işledi. Bağışların nasıl kullanıldığını bilen yok ama toplanan miktarın boyutu düşünüldüğünde, tüm depremzedelerin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek bir meblağının olduğu biliniyordu. Fakat afet sonrasında, mevcut düzen tarafından bu afetin açtığı yaraların kapatılmasına değil “Nasıl kar edebiliriz?” sorusuna yoğunlaşıldı.
Bu yüzden de depremzedelerin yaşamı giderek daha fazla zorlaştırıldı, yaşamsal giderlerin maliyetinde ciddi bir artış oldu, en fazla ihtiyaç duyulan inşaat malzemelerinde depremin yaşanmadığı diğer şehirlere kıyasla çok daha büyük -neredeyse iki katına varan- artışlar yaşandı. Özellikle inşaat işçiliğinde maliyetler astronomik düzeyde arttı.
Yaşamsal giderler artarken, gelir sağlayabilecek imkanlar da azaldı. Ustalık gerektirmeyen işlerde, çalışma ücretleri asgari ücretin altında kaldı. Özellikle market, kafe, pastane gibi işlerde çalışma saatleri 12 saati bulurken alınan ücretler çoğu yerde asgari ücretin altında. Doğal olarak bankaların verilerine de yansıdığı şekilde borçlanmanın en fazla olduğu yerler deprem bölgeleri oldu.
Üretici kazanmıyor, tarım işçisi kazanmıyor!
Tüm bunlara rağmen Türkiye’nin şu an her yerinde olduğu gibi tarım alanında çalışacak iş gücü sorunu yaşanıyor. Bir yanda böylesi bir sorun yaşanıyor, diğer yanda hasat edilen ürünlerin piyasadaki fiyatı, işçi ücretleri yine asgari ücretin altında tutulmuş olmasına rağmen ürünlerin toplanma maliyetini karşılamıyor.
Asgari ücretle geçimini sağlayan birisi ise bu ürünü pazardan alamayacak duruma geliyor.
Örneğin şu an hasat edilme tarihi geçmekte olan mandalinayı ele alalım. Geçtiğimiz yıllarda Kasım ayı geldiğinde ağaçlarda mandalina kalmıyordu, şu an Hatay genelinde neredeyse toplanmış olan bahçe yok, içler acısı bir şekilde meyveler dalında çürümeye terk edilmiş durumda. Toplanan mandalinanın üretici satış fiyatı 2 lira dolaylarında olunca, mandalinanın toplanıp satılması, üretici açısından toplanma maliyetini dahi karşılamıyor.
Ancak aynı ürünün market fiyatı 15 ile 20 lira civarında. Durum böyle olunca üretici kazanmıyor, tarım işçileri kazanmıyor, küçük ölçekli marketler de kazanmıyor; halk da mevsiminde yetişen meyve-sebzeye dahi erişemiyor.
Durum toprağa dayalı, emek yoğunluğunun fazla olduğu birçok üründe böyle. Bir taraftan üreten fiyatlardan memnun değil çünkü bakım maliyetleri şöyle dursun sadece toplama maliyetini dahi karşılayamıyor, tüketen de memnun değil çünkü düşen geliri o ürüne ulaşabilmesine fırsat vermiyor.
Bu kötü gidişata son vermek zor ve zaman alacaktır. Örgütlü bir şekilde mücadele edilmediği sürece, egemenler ekonominin ağır aksak ayakta kaldığı dönemler dahil her dönemde kârlarına kâr katarken, halkın alım gücü, yaşam standartları her defasında aşağılara doğru çekilmeye devam edecek.
Şirketler ve sermaye merkezli bakış, deprem bölgelerinde yeniden inşaya da bu şekilde yansımış durumda. Sermayenin bu bakış açısı ve hareket tarzı, onları kentlerin yeniden inşasına değil bu süreçteki kâra odaklanmaya itekliyor.
Böylece yıkım ve enkaz kaldırma işlerinde defalarca şirket değişikliklerine gidiliyor. Nitekim, kentlerin 1 yıla kalmaz yeniden inşa edilmesi sözlerine karşın, gerçeklikte, kentte daha yıkım ve enkazın kaldırılmasını bekleyen azımsanmayacak bir nüfus var.
Deprem bölgesinde çalışmalarımızı ikiyle çarpmalıyız!
Biz de deprem bölgelerinde çalışma yürütürken, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gerçekleri gözönüne alarak hareket etmek durumundayız. Bilindiği üzere deprem bölgelerindeki çalışmalarımızda üretenlerle temasımızı güçlendirecek, depremzedeler tarafından üretilen ürünleri tüketiciye ulaştırarak, depremzedelere bir nebzede olsa katkı sağlayabilecek adımlar atmayı esas almıştık.
Bu süreç şimdi zeytinyağı dönemiyle devam ediyor. Ama karşılaştığımız sorunlar, piyasada karşılaşılan sorunlarla neredeyse birebir aynı, bir yanda üreticinin hak ettiği fiyata ulaşması çok zor bir yanda tüketicinin güvenilir bir gıdaya erişmesi zor. Özellikle de geçimini asgari ücretle sağlayanlar için bu durum oldukça zor. Fabrikaların ürüne toptan uyguladığı alım fiyatı bile toplumun büyük çoğunluğu tarafından o ürüne verilemeyecek bir miktar.
Bu sorunları aşabilmek ve çalışmalarımızı doğru temellerde sürdürebilmek, kalıcı ilişkiler yaratmak açısından daha bilinçli hareket etmek, daha büyük bir ideolojik adanmayla çalışmalara yoğunlaşmak ve doğru noktalarda ısrarcı olmak zorundayız.
Deprem bölgesi merkezli yürüttüğümüz çalışmalarımızda ise bunu ikiyle çarpmamız gerekiyor dersek yanılmış olmayız.