Türkiye, Türkiye Kürdistanı’ndaki ekonomik, siyasal gelişmeleri dünyadan ve özellikle bölgedeki gelişmelerden bağımsız olarak ele alamayız. Açık olan şu ki, Türkiye coğrafyası da kendi içinde Ortadoğu gibi çatışmalı bir bölgenin çelişkilerini önemli oranda barındırıyor. Siyasal İslamcı iktidarların varlığı, bölge halkları nezdinde ortak düşmanın varlığına işaret ediyor. Yine Kürt ulusal sorunu, aralarındaki tüm çelişki ve çatışmalara rağmen bölgedeki kimi gerici ve faşist devletleri bir noktada buluşturuyor. Bir noktada diyoruz; çünkü gerek emperyalist güçler ve gerekse uşaklarının kendi aralarında süren çıkar çatışmaları, onları içte farklı bloklaşma ve çatışmalara sürüklüyor. Keza TC devleti bölge politikalarında hem tarihsel hem de güncel bağlamda saldırgan bir çizgi izliyor. Bilindiği gibi, TC, emperyalizme bağımlılık ilişkisi çerçevesinde bölge halklarına karşı mücadelede emperyalist güçlerin ileri karakolu rolündeydi.
Bu görevlerini yerine getirmeye çalışırken yeri gelince anti-komünizmi öne çıkardı, yeri gelince tarihsel olarak Osmanlı mirasçılığında hareketle enerji kaynakları üzerinde hak iddia etti-etmeye de devam ediyor. Bugün TC, bu karşı devrimci politikalarını “terörizme” karşı mücadele ve “milli güvenlik” gerekçeleri üzerine oturtmaya çalışıyor. Bu argümanlar, emperyalist efendilerinin bölgeye yapmış olduğu tüm işgal ve saldırganlık politikalarının gerekçeleriyle uyumludur. Dolayısıyla TC’nin bugüne kadar yapmış olduğu ve bundan sonra yapacağı işgal saldırıları, emperyalist güçlerin desteğinden-onayından bağımsız olarak ele alınamaz. Bu nedenle Kuzeydoğu Suriye’de, Medya Savunma Alanlarında dökülen tüm kandan başta ABD, Rusya olmak üzere tüm emperyalist güçler sorumludur.
Hiç kuşkusuz emperyalist güçler arasında süren rekabetten kaynaklı yaşanan zayıflama ve gerilemeler, yeni boşlukların doğmasına yol açıyor. TC gibi faşist devletler tıpkı dün olduğu gibi bugün de bu fırsatlardan yararlanmaya çalışacaklardır. Bunun böyle olması, emperyalistlerin bölge halklarına karşı işlemiş oldukları suçları hafifletmez. Ve emperyalizme karşı mücadele edilmeden bölgede gerçek manada bir barış da tesis edilemez.
Kurtuluş için tek yol; Zora karşı zor!
Tecrübelerimizle biliyoruz ki, tüm büyük sorunların, olayların çözüm yolu büyük muharebelerden geçer. Ezen ve ezilenler mücadelesinde büyük muharebelere hazır olmayan, saldırı bilinciyle kuşanmayan, bir öncü-bir halk asla dayatılan kölelik zincirlerini parçalayamaz. “Saldırı düşüncesi Vietnam devrimci savaşı ve stratejisinin ideolojik temelidir” diyen Giap tam da bu gerçeği ifade ediyordu.
Çünkü emperyalistler ve gericiler, enternasyonal proletaryanın, ezilen uluslar ve halkların haklı ve meşru mücadelelerine karşı her daima zor araçlarını devreye soktular-sokmaya da devam ediyorlar. Dolayısıyla zora karşı zor, kaçınılmaz bir yoldur. Her kim ki, emperyalist işgallerden, gerici-faşist devletlerin zulmünden söz ediyorsa, ilk yapması gereken şey devrimci zorun örgütlenmesi için gereken her türlü aracın yaratılmasını sağlamaktır. Elbette ki, devrimci savaşta en belirleyici olan faktörler ideoloji, siyaset ve insandır. Ciddi bir savaş ve zafer için tüm bu faktörler bir zorunluluktur. Bu konuda Giap şu gerçeklere dikkat çekiyordu: “Emperyalizm ülkemizi istila etmek ve halkımızı egemenliği altına almak için silahlı kuvvetlerine dayanmaktadır. Zaferi kazanmak için bizde, mutlak olarak tüm ulusu silahlandırmak, silahlı kuvvetleri örgütlemek ve silahlı mücadeleye baş vurmak zorundayız.” (Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı, s. 67)
Ve yine Clausewıtz’in dediği gibi “her çağın kendine özgü bir de savaş teorisi bulunması doğaldı.” Bu teoriye uygun olarak mücadele biçim ve araçları devreye girer. Son yüz yılda Gerillanın birçok haklı ve meşru mücadelede oynamış olduğu bu tarihsel rol tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Tekniğin gelişmesiyle birlikte kimi çevreler yeniden gerilla savaşına dair tereddütler yaymaya başladılar. Kuşkusuz sınıf düşmanlarımız düne oranla daha büyük ve yıkıcı bir teknolojiye sahipler. Ama bu sadece gerçeğin bir yanıdır. Diğer yanı gerillanın da bu duruma uygun olarak yeni taktikler devreye sokmasıdır. Bu nedenle silahlı mücadeleyi reddedenlere, gerilla savaşına dair tereddüde düşenlere gerillanın Zap, Avaşin vb. alanlarda ortaya koymuş olduğu pratiğe bakmalarını öneriyoruz.
Devlet, aylardır en gelişkin savaş silahlarıyla saldırılarını sürdürüyor. Ama gerilla direniyor. Öldürmeye gelen güçleri ölümle yüzleştiriyor. Zafer çığlıklarıyla harekete geçenler şimdi derin bir sessizlik içindeler. Ve kamuoyunun tüm dikkatini Rojava’ya yöneltme çabasındalar. Günlerdir bu saldırılar devam ediyor. TC, bugüne kadar parça parça işgal ettiği alanlara yeni alanlar ekleme politikasında ısrarlı görünüyor. Ancak Rojava halkının, gerillanın daha önceki pratiklerden çıkarmış oldukları dersler ve buna uygun olarak yapmış oldukları hazırlık, yapılabilecek herhangi bir kara harekâtında güçlü muharebelerin yaşanacağına da işaret ediyor. Çünkü TC’nin Rojava’ya dönük saldırı girişimleri, tehditleri uluslararası güçlerin cılız itirazlarıyla önlenemez. Bunu önleyecek tek güç, Rojava halkıdır. Rojava halkıyla uluslararası planda örülecek dayanışma ağıdır. Direniş cephesinde bozgunlar yaşamayan bir TC, her zaman Kürtler ve bölge halkları için büyük bir tehdittir. Elbette ki bu işgal ve saldırı politikalarını önemli oranda geriletecek olan diğer önemli faktör içerideki ilerici-devrimci güçlerdir. Çünkü içeride devlet terörüne karşı geliştirilecek güçlü bir mücadele bu pervasızca saldırıları kısmen geriletir. Asıl yoğunlaşmamız gereken nokta da bu olmalıdır.