6 Şubat tarihinde Maraş’ta gerçekleşen 7.8 ve 7.5 büyüklüğündeki iki depremde maalesef on binlerce insan hayatını kaybetti. Elbette depremin bu denli yıkıcı sonuçlar doğurmasının nedeni, maksimum kâr prensibine göre çalıştığı için yoksul emekçileri yaşarken de öldüklerinde de sadece istatistiğin unsurları olarak kabul eden sistemin kendisidir.
2000’lerde Avrupa bankalarından alınan büyük miktardaki borç paranın doğrudan inşaat sektörüne yönlendirilmesi nedeniyle Türkiye’de son 20 yılda inşaata dayalı iktisadi büyüme modeli izlendi. Bu büyüme modeli haklı bir şekilde AKP’nin politik İslamcı kimliğine atıfla “inşaat ya Resullah” olarak tanımlandı. Banka sermayesinin de teşvik ettiği bu yolla emekçi halk, on yıllarca sürecek bir borç yükünün altına sokulurken aynı zamanda mevcut siyasi durum ve özel olarak AKP iktidarı kitlelere “istikrar” olarak kabul ettirildi ve halkın bu istikrar hali bozulursa kredilerini ödeyemeyecek, yoksullukla yüzleşecek olduğu korkusu, hükümet unsurları tarafından sürekli yayılarak halkın zihni esir alındı.
Sonuç olarak hem inşaat gibi likit paranın nerede-nasıl-ne kadarının kullanıldığının kolaylıkla takip edilemeyeceği bir alanda AKP ve çevresindeki müteahhit sermayesinin her türlü yolsuzlukla zenginleşmesi sağlanırken, inşaatla birlikte birçok kapitalist iş kolunun harekete geçmesinden kaynaklı TÜSİAD gibi büyük sermaye sahipleri bu dönemde kârlılıklarını 15 kat artırırken, işçi ve emekçiler de uzun süreli borçlandırılarak siyasi olarak mevcut koşullara dair bağımlılıkları tesis edilmiş oldu.
Hemen herkesin bildiği gibi inşaata dayalı bu büyüme sürecinde müteahhitler zaten konut yahut yol yapacakları arsaları elde etmeye ilişkin hükümetin sağladığı her türlü alavere dalavereyi yapma koşuluna bir de yol ve bina yaparken kullanmaları gerekenden daha niteliksiz, daha az oranda malzeme kullanarak aslında yoksul emekçiler için milyon liralık tabutluklar hazırladılar. Hükümetin oluşturduğu rant çarkı ise hiyerarşik bir dizilimle R.T.Erdoğan’dan başlayarak (Erdoğan’ın tapelere yansıyan “İstanbul’daki bütün kupon araziler benim onayım olmadan satılmayacak” sözlerini anımsayalım!) ilçe belediyelerindeki denetim memurundan tapu kadastrodaki memura kadar müteahhitlerin yaptıkları bütün bu yolsuzluklara göz yumdular ve böylelikle bugün yaşanan felaketin yapıtaşlarını ördüler.
Depremin doğal bir afet olduğu, bugün olduğu gibi dün de yıkıcı olduğu ve yarın da olabileceğini biliyoruz. Ancak dünyada deprem kuşağında olan Şili, Japonya gibi ülkelerin çok daha yüksek şiddetteki depremlerden Türkiye kadar etkilenmedikleri düşünüldüğünde yıkımın ve yaşanan katliamın nedenin tamamen depreme karşı alınan önlemlerle ters orantılı olduğu görülür.
Ne kadar çok önlem alırsanız depremin yaratacağı yıkım o denli az olur. Tabi burada hemen şunu sormalıyız; Türkiye’de rant düzeni var da Japonya ve Şili’de yok mu? Elbette bu ülkelerde de aynı sistem mevcut ama Türkiye’deki emekçilerin yaşamlarının Türkiye egemen sınıfları ve onların iktidardaki temsilcileri durumundaki parti olan AKP’nin gözünde bu denli değersiz, kolay vazgeçilebilir olması; Türkiye’de inşaattan elde edilen rant ve buradaki sermaye-parti ilişkilerinin girişte aktardığımız şekliyle Japonya ve Şili’den farklılıktan ileri gelir. Sistem elbette emekçilerin yaşam haklarını kutsamaz ama on binlerce insanın hayatını kasalarına girecek para karşılığında doğrudan gözden çıkaran AKP hükümetinin bu ölümlerdeki payı açıkça öne çıkmaktadır.
Depremin yarattığı yıkımın ardından devlet olarak gereken ilk müdahaleyi zamanında yapamamaları, aralarındaki klik dalaşı nedeniyle askeri arama-kurtarma vd. hizmetlerde kullanmaktan imtina etmeleri; AFAD-Kızılay gibi kurumların ne derece laçka-düzeysiz olduğunun ortaya çıkması; AKP’nin 20 yıllık geride kalan süreçte yarattığı “güçlü ülke” imajının aslında ne derece kof bir duruma dayandığı gerçeğini ortaya çıkardı. 11 şehirde meydana gelen yıkıma “14 iş makinesi kiraladık, müdahale ediyoruz” (Hayatı Yazıcı, Devlet Bakanı) sözleri ne derece sefil bir halde olduklarının gözler önüne bir kez daha serilmesine yaradı sadece. En başta da bütün bu acziyetin mehter müziği eşliğinde bir güç gösterisi gibi sunulmasının 20 yıllık mimarı olan R.T.Erdoğan’ın yüzüne yansıdı korku. “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla yaptığı ilk açıklamada tepki gösteren halkı tehdit etti, tehdit emekle de kalmayıp hakaret etti.
Ekonomik ilişkiler ağı ile AKP’ye bağlı olmayan hemen herkesin de dile getirdiği gerçek olan şey ise “depremde enkaz altında kalanın devletin kendisi” olduğuydu ki, buna zaten herkes tanıklık etti.
AHBAP’ın hedefe konmasının nedeni
Depremin ardından AHBAP isimli organizasyonun öne çıkması, halkın ve yurtdışından yardım gönderen kişi ve kurumların da devlete ait organizasyonlar yerine AHBAP’ı tercih etmesi, hükümet üyeleri ve buradan beslenen kimilerini oldukça kızdırdı. Bunun iki nedeni olduğu görülüyor: Birincisi aslında her vergi, yardım vb. büyük miktardaki parayı kendi aralarında yukarda saydığımız hiyerarşik dizilimle paylaşmaya alışmış bu azgın rant çetesi, sıcak paranın kokusunu alıp da buna dokunamadıkları noktada kontrollerini kaybetmektedir. Zira hemen AHBAP ve bağışçılara saldırmaya başladılar.
İkincisi ise 20 yıldır deprem vergisi toplayan ama bugün utanıp sıkılmadan “10 bin TL ödeme yapma” sözü veren AKP hükümetinin yıllardır topladığı milyarlarca lira halka ulaşmazken, AHBAP gibi kurumların topladıklarının halka ulaşması, halkta Erdoğan ve çevresindeki yolsuzluk-rant ağının bir kez daha deşifre olmasına neden olmasıdır. Öyle ya AHBAP ya da başka organizasyonlar aracılığıyla toplanan paralar halka ulaşıyor da hükümetin topladığı paralar neden ulaşmıyor? Ya da hükümetin topladığı paralara ne oldu da halka ulaşmadı?
İşte bu sorgulamanın AKP ve çevresindeki yolsuzluk ağını doğrudan hedef almasının önüne geçmek için öylesine bir uğraş içine girdiler ki, normal koşullarda benzer bir durum herhangi bir başka ülkede yaşansa yardım organizasyonunu yöneten ve yardım yapan kimselere ödül verilecekken AKP çetesi neredeyse bu kimseleri hapishaneye gönderecek.
Halkını satanın korkusu ne büyük değil mi?
Depremde ortaya çıkan devlet gerçeği
“Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibariyle, kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse o kadar gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz bilakis doruğa tırmandırılır.” (Engels, Devletin, Ailenin ve Özel Mülkiyetin Kökeni)
En başta insanlar arasındaki işbölümünün oluşturulması ve zorunlu ihtiyaçların karşılanabilmesi için bu işbölümünün yönetilmesi gerekliliğinden doğan hiyerarşik örgütlenme; zamanla onu ortaya çıkaran amaçtan uzaklaşmış ve salt bir işbölümü yahut zorunlu ihtiyaçların teminini sağlayan bir örgütlenme olmaktan çok devlet denilen erki elinde tutan egemen sınıfların kendi ekonomik menfaatlerini artırmak ve korumak maksadıyla toplumun geride kalanları üzerinde açık-gizli bir baskı aygıtına dönüşmüştür.
Dünyadaki en ileri burjuva demokrasisinin görülebileceği devlet dahi en nihayetinde işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde bir burjuva diktatörlüğüdür. Devlet bütün kurumlarıyla toplumsal üretim araçlarını ellerinde tutan bir avuç asalak burjuvazinin çıkarlarını garanti etmek için vardır. Elbette durum böyle olduğu içindir ki aynı devlet, örneğin burjuvazinin işçileri sömürerek elde ettiği artı-emek sömürüsündeki oranın düşmesine neden olacak olan işçi grevlerine sertçe saldırır, işçilerin her türlü siyasi örgütünü terörize eder ve işçileri kendi karşısında tek tek bireyler olarak kalmaya zorlar.
Şu halde görüyoruz ki, aslında yoksul emekçilerin deprem felaketi sonrasında sordukları “devlet nerede?” sorusu bilinçlerdeki gerilikle ilişkilidir. Zira aslında apaçık ortaya çıkan devletin orada olmama hali aslında emekçi için devletin bu anlamıyla hiç olmadığının ilanıdır. Yani o devletsizlik devletin ta kendisidir. Devlet yukarda da belirttiğimiz gibi burjuvazi için vardır yoksul emekçiler için değil; devlet kime, hangi sınıfa aitse onun için vardır. Elbette devletin burjuvazi için varlığı işçi emekçi halk için asker-polis gibi devletin açık terör unsurları aracılığıyla baskı altına alınma anlamına gelmektedir.
Depremden sonra açığa çıkan bu “devletsizlik hali” yine hemen R.T.Erdoğan’ın ağzından egemenlerin Türkiye emekçilerini tehdit eden sözleriyle dengesini buldu. Yani devlet orada hem bir işçi-emekçiye yardım edecek, gerekirse birkaç sermaye sahibinin sahibi oldukları iş makinesi, çadır vb. araçlara el koyarak hızla seferber olacak şekilde yok ama işçi ve emekçilere yönelecek asker-polis-hakim-savcı şiddetiyle de var!
İşte devletin varlık amacı da bu yaşanan felaketle gözler önüne serilmiş oldu.
“Hırsızlık” ve “yağma” karşısında tutumumuz
Kapitalist sistemde tıpkı kumarhanelerde geçerli olan o özdeyiş gibi “kasa her zaman kazanır.” Yani kapitalistler kendi aralarındaki sermaye savaşlarında kaybedecek olsalar bile her zaman sermaye gruplarından birisi kazanır. Sermayenin işçi sınıfından elde ettiği artı-emek sömürüsünün işçi sınıfının eylemleri ile sınırlanması dışında kapitalistin kâr oranı düşmez. Bireysel ya da toplumsal boyuttaki hırsızlıkların kapitaliste yarattığı maliyet yine işçi emekçilerden zam, vergi vb. yollarla çıkarılır.
Bir yerde toplumsal boyutta organize bir hırsızlık olması “küçük” hırsızlıkları haklı çıkarmaz elbette. Komünistler, kapitalist sistemin bütün her şeyiyle ahlak dışılığına daha doğrusu kendi dinamikleri içinde kendi ahlakına karşı komünist ahlakı önerir.
Hırsızlık, gasp, kalpazanlık, naylon fatura, uluslararası kara para aklama vb. herhangi bir faaliyetten elde edilen her türlü gelir aslında yine emekçilerin cebinden çalınmaktır. Çünkü yukarda da değindiğimiz gibi kapitalizm basitçe kâr maksimizasyonu prensibi ile çalışır ve uğradığı her zararı yine yoksullardan tahsil etme yoluna gider. Devrimcilerin tüm dünyada kapitalist şirketlere ya da sermaye sahibi olarak tekil burjuvalara yönelik gasp, hırsızlıklık gibi eylemler yönelterek “kapitalizmi güçten düşürüp çökertme” gibi bir planları yoksa bunun nedeni aslında kapitalistin kendisinden alınan her kuruşu yine emekçilerden çıkarmakta olduğu gerçeğidir.
Depremden hemen sonra ortaya çıkan bireysel ve organize hırsızlık eylemlerinin fiili olarak da teorik olarak da aslında emekçi halktan çalmak olduğunu artık bildiğimize göre “esas yağma ve hırsızlık yapan hükümet”e halktan çaldıklarının hesabını sormak üzere mevcut tepkiyi örgütlemek gerekir.
Her ne kadar Zafer Partisi gibi faşist organizasyonların Suriyelilere yönelttikleri öfke ile manipüle edilmiş olsa da 1999 depreminde ortaya çıkan bireysel ve organize hırsızlık eylemlerinin halkta yarattığı tepkinin bu deprem sonrasında da açığa çıktığını gördük. Devrimciler olarak organize olabilmiş olsak bu tepkinin devrimcilerin liderliği ve kontrolünde devlet unsurlarına yönlendirilmesi, depremde göçük altında kalan, yakınlarını kaybetmiş, can derdine düşmüş emekçi halkımızdan bireysel ve organize olarak çalmaya yönelen bu sefil kişi ve gruplara da gereken cezayı uygun şekilde verebilirdik. Ancak devrimciler yeterli derecede organize olma başarısı gösteremedikleri içindir ki, devlet bu tepkiyi kimi faşist kişi ve grupların yönlendiriciliğinde “göçmen avı”na çıkmaya vardıracak kadar manipüle etmekte başarılı oldu.
Konut sorunu ve fahiş kira artışları
Depremden hemen sonra ortaya çıkan ve deprem öncesinde de var olan “konut sorunu” dediğimiz şey, yeterli ev olmamasından doğan bir sorun değildir. Bugün örneğin İstanbul’da içinde kimsenin yaşamadığı on binlerce boş ev bulunabilir. Hal böyleyken konut fiyatlarındaki artışı fiili olarak gerçekleşmiş bir talep ve bunun karşısındaki sınırlı arz belirlemez. Artan nüfus yoğunlaşması bu yoğunluğa koşut olarak mutlak rantın oranını yükseltir ve evlerin boş kalması pahasına ev fiyatları yükselirken bu yükselmenin dayanak olduğu kalabalık emekçi kitlelerinin ise fiyatı artan bu evlere yönelik bir talep dahi doğuramamasını beraberinde getirir. Görüleceği üzere mutlak rantın konut sorununda yoğunluğunu ortaya çıkarak olgu, fiili durumdan ziyade spekülasyonlardır.
İşçi sınıfının yaşadığı konut sorununun kapitalist sistemde çözülmesi mümkün değildir. Çünkü kapitalizmi ayakta tutan tam olarak bu tür çelişkilerdir. Örneğin bir tarafta aç milyonlar varken yiyecek fiyatlarını düşürmemek için denize dökülen gıdalar, milyonlarca ihtiyaç sahibi varken ücretsiz satmayı bırakalım indirime dahi yanaşmadan kapitalist tarafından imha edilen giyecekler kapitalizmin müsrif ve irrasyonel doğasından ileri gelmektedir.
Buradan hareketle konut sorununda da yeterli ya da sağlıklı barınma koşullarını diğer bütün meselelerden, kapitalizmin içerdiği tüm çelişki ve sorunlardan ayrı ele almak hatalı bir yaklaşımdır: Konut sorununun çözümü ile aynı zamanda toplumsal sorunun çözümü değil ama toplumsal sorunun çözümü ile yani kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılması ile ancak konut sorununun çözümü mümkün olmaktadır (…) Konut sorununun ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözümleneceğini ummak budalalıktır. (F.Engels, Konut Sorunu, s. 92)
O halde Türkiye’de genel olarak yaşanan ve özel olarak depremden sonra tanıklık ettiğimiz astronomik kira artışının aslında müsebbibi tekil olarak evini kiraya veren şahıs değildir. Çünkü emlak pazarının genel eğilimini belirleyen buradan elde edilen mutlak ranttır ve toprak sermayesine dayanan burjuvazi, emlak simsarları, bankaların emlak fiyatlarını yukarı çeken fiilleridir.
Mutlak rant ise Marx’ın kapitalizmin ekonomik şartlarından bulup çıkardığı ve artı-değer kuramına dahil ettiği bir ranttır. Ürünün piyasaya sunulmasının koşulu olan mutlak rant, toprak sahiplerinin toprağın piyasada işlev görmesini engelleyerek üretim fiyatını yukarı çekme pahasına cebe indirdiği bir ranttır. Yani klasik iktisadın rant üstüne savının aksine piyasayı düzenleyen üretim fiyatı “maliyet + kâr” değil “maliyet +kâr + mutlak rant”tan oluşur.
Emekçilerin yaşanan deprem nedeniyle evlerini kaybederek başka şehirlere yönelmeleri, bu şehirlerde konut fiyatlarının artırılması için kapitalistlere olanak yaratmıştır. Kapitalistler bilinçli olarak konut fiyatlarının yükselmesine izin vererek bir taraftan buradan elde ettikleri rantın oranını yukarı çeker diğer taraftan da artan konut fiyatları nedeniyle işçilere işlerini kaybetmeleri halinde bu yüksek fiyatları ödeyemeyeceklerini her an hatırlattıkları sosyal-ekonomik bir baskı mekanizması kurarlar.
Artan konut fiyatlarının emekçilerde yarattığı kızgınlık ve depremin genel olarak yaratmış olduğu bütün öfke şu anda devletin kurumsal kimliği denilen şeyin aslında nasıl da en baştan beri açıkladığımız gibi kapitalistlerin kârlılığı için çalışan bir şiddet mekanizması olduğu gerçeğinin kitlelere anlatılması zamanıdır.
Sonuç olarak 6 Şubat depremleri ve sonrasında yaşananlar bir kez daha coğrafyamızda devlet gerçekliğini, sitemin işçi sınıfı ve emekçi halka değilde bir avuç asalak sınıfa hizmet ettiğini apaçık şekilde göstermiştir. Türkiye ve Kürdistan halkı bu gerçeği on binlerce ölüm, yüzbinlerce yaralı ve milyonlarca insanı doğrudan etkileyen bir faciayla deneyimlemiştir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyorsak deprem sonrasında yaşananları devrimci mücadelenin halkı gerekçesi kılalım.