Küçük burjuva “sol” ve ulusal “sol” kesimler, TC’nin kuruluş yıllarında, CHP’nin 6 “ilke”sinden özellikle; “devletçiliği”, “halkçılığı”, “devrimciliği”, “laikliği” öne çıkararak Kemalizm’in “sol” olduğunu ve “anti-emperyalist” olduğuna karar verirler.
Aslında Kemalizm’in sol olmadığını bir önceki yazıda ortaya koymuştuk. Sol olmak en azından asgari düzeyde demokrat olmayı koşullar. 1925-1945 arası süreçte TC’deki uygulamalar bütünüyle sol ve demokratik olan her şeye karşıydı. Yani faşist bir düzen vardı.
Bunlara tekrar girmeyeceğiz. 1923 yılında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nin (İİK) hangi sınıfların kontrolünde ve hangi sınıfların çıkarlarına göre yapıldığını ve burada alınan kararların hangi sınıfların çıkarlarına göre alındığını kısaca anlatmaya çalışacağız. Buradan hareketle daha o zamanda TC’nin hangi sınıflara ait olduğu anlaşılabilir. Yani “küçük burjuva sol” bir “iktidar” belirlemeleri, küçük burjuva solculuğuna hakaret olduğu gibi Kemalizm’in sınıf karakterini de yanlış belirlemektir.
Kapitalist devletçiliğin ilerici bir yanı yoktur. Özellikle proleter devrimlerin ortaya çıktığı bir süreçte, burjuva gericiliğini “ilerici” göstermek kitleleri aldatmak amaçlıdır. “Atatürk devrimleri”nden kasıt ise burjuva düzenini ekonomik ve siyasi olarak garantiye almaktır.
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, 1923’e gelindiğinde ülkede “gayri müslim” burjuva ve toprak ağalarının varlığı büyük ölçüde el değiştirmişti. Yani “gayri müslim” toprak ağası ve burjuvaların (orta düzeyde eşrafın) mallarına Türk toprak ağaları ve burjuvaları tarafından el konulmuştu. Ermeni burjuvazisinin malları, daha 1915 yıllarında Türk burjuvalarının eline geçmişti. Rum ve diğer azınlıkların malları ise Kurtuluş Savaşı sürecinde el değiştirdi. Kurtuluş Savaşı’na destek veren birçok Türk burjuva ve toprak ağaları aynı zamanda Rum ve Ermeni mallarını el koyanlardır. Savaşı bahane ederek onlarca “gayri müslim”in mallarına el konuldu. Örneğin Çankaya Köşkü ve Atatürk Orman Çiftliklerin bulunduğu alanlar Ermeni toprak ağalarından zorla alınmıştır.
İİK’ya, hiçbir gayri müslim sanayici, toprak ağası, çiftlik beyi ve tüccar çağrılmamıştır.
İİK’ya önderlik eden İstanbul burjuvazisi olmuştur. Ve İİK’da İstanbul burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda kararlar alınmıştır. Burjuvazinin örgütlediği bir kongreden ve hele hele yeni kurulan bir ülkenin ekonomik yapısının belirleneceği bir kongreden işçi sınıfı ve köylülüğün çıkarları doğrultusunda kararlar beklemek saflıktan öte ahmaklıktır.
Örneğin, İstanbul burjuvazisi daha 1922 yılında Milli Türk Ticaret Birliği’ni (MTTB) kurmuş ve uluslararası sermaye ile doğrudan ilişkiye geçmiştir. Ve İİK’da alınan kararları da bu birlik belirlemiştir. Öyle ki, İstanbul’da kurulan Türk Amale Birliği’nin kuruluşuna da MTTB önderlik etmiştir. Burjuvazinin kendine karşı bir işçi birliği kurması elbette insanları şaşırtır. Ancak, buradaki amaç, kendi inisiyatifleri dışında bir işçi birliğinin kurulmasını önlemek amaçlıdır.
İİK’da işçilerin lehine alınan karar; sadece ve sadece “amele” yerine “işçi” denmesi olmuştur. Aslında bu İİK’nın hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda yapıldığının net bir göstergesidir. Amelelere işçi denerek, işçiler “memnun” edilmiştir. Amele Birliği için A.H.Başar şöyle bir saptamada bulunuyor: “Amele Birliği, tüccarın bir kukla teşkilâtından, bir paravanadan ibaretti.”[1]
İİK’ya katılan delegeler, esas olarak yerli toprak ağaları, ticaret, sanayi ve bürokrasiyi temsil eden kesimlerdi. “Amale” temsilcileri ise genelde yöredeki eşraf ya da ticaret erbabının seçtiği temsilcilerdi. Ya da Boratav’ın adını andığımız kitapta belirtildiği gibi “amele” temsilcisi olarak o dönemin roman yazarı Aka Gündüz[2] gibi isimler oluyordu. Üstelik A.Gündüz aynı zamanda ameleler adına kongrenin başkan yardımcısı olmuştur. Ve bu durum o dönemde İstanbul’da çıkan ilerici yayın organları tarafından “ameleye sorulmadan ‘amele’ tayini edilmiştir” gerekçesiyle eleştirilmiştir. Şefik Hüsnü’de İstanbul’da yayınlanan Aydınlık gazetesinde, amelelerin adına başkalarının karar vermesini ve başkalarının seçilmesini eleştirmiştir.[3]
İstanbul burjuva basını, İİK’da “amele” delegelerinin; “büyük çiftliklerin taksimi (bölüşümü), büyük mülklerin millileştirilmesi, şirket karlarından çalışanlara -işçiye- verilmesi vb. gibi taleplere itibar etmemelerin”den övgüyle söz etmişlerdir.[4]
M.Kemal İİK açılış konuşmasında şunları söylüyor:
“Esaslı bir program tesbit etmek, program üzerine bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak lazımdır. Bizim halkımızın menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde değil, bilâkis mevcudiyetleri ve muhassala-i mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada samilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve ameledir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir. Çiftçinin sanatkâra; sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir.
“Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi amelemiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak çalışmalıdır. Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır.”[5]
M.Kemal’in konuşması R.T.Erdoğan’ın “İşçimizi ezdirmeyeceğiz” söylemi ve içeriği ile aynı.
“Herkesin ameleye muhtaç olduğu” açık, ancak amele sadece çalışmak zorunda, ürettiklerini ve yarattıklarına ise sahip olanlar memleketin “güzide” sanayicisi, tüccarı ve toprak ağası… M.Kemal elbette bunları biliyor ve bilerek konuşuyor. Bu nedenle de “sınıf” ayrımına karşı çıkıyor ve “bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır” buyuruyor. İşçilerin zengin olmayacağını bilmeyecek kadar sistemden bihaber olmasa gerek. Çünkü, iktidarı eline geçirir geçirmez Türkiye’nin en zenginleri arasında yerini aldı.
M.Kemal yabancı sermayeye karşı değildi. Bunu, İİK açılış konuşmasında açıkça dile getirir:
“…Kanunlarımıza uymak şartıyla dış sermayeye teminat vermeye her zaman hazırız. Yabancı sermaye çalışmalarımıza eklensin …”[6] Ve yabancı sermaye hiçbir zaman ülkeyi terk etmedi. Sermayenin el değiştirmesi sonucu yabancı sermayenin yeni yerli ortağı daha çok Türk kökenli sermaye kesimleri oldu.
Devletçiliği o dönemin burjuvazisi istemiştir. Çünkü Türk burjuvazisi, her şeye tam egemen olmadığı gibi yeni yeni palazlanıyordu. Devletçilik, özellikle “gayri müslim”lerin mallarının gaspı yanında, sanayi ve ticaretin devlet eliyle desteklenmesi zorunluydu.
İİK’da sanayiciler ile ilgili alınan kararlar:
“Koruyucu gümrük vergileriyle sanayicinin korunması ve bu sanayi için ithal olunacak mallara muafiyet tanınması, sanayinin teşvik edilmesi, fabrikatörlere kredi açılması, sanayi odalarının kurulması, teşvik-i sanayi kanununun geliştirilmesi…” [7] vs.
Sanayicilere bütün kolaylıklar ve kapitalizm için olmazsa olmaz olan banka kredilerinin sınırsız açılması önerilirken işçi sınıfına ise gerçek anlamda pek bir hak önerisi söz konusu değildir.
İİK’da işçiler ile ilgili alınan kararlar kısaca şöyle özetlenebilir:
“Amele yerine işçi denilmesi, 12 yaşından küçüklerin çalıştırılmaması, çalışma süresinin 8 saate indirilmesi, ücretlerin para olarak ve gününde ödenmesi, kaza ve hayat sigortasının kurulması, hammaddelerin işlenmeden ihraç edilmemesi.”[8]
Ancak bunlar bir temenniydi. 1925’ten sonra ise baskılar arttı ve işçilerin en temel hakları olan sendikal örgütlenmeleri yasaklandı. Zaten kurulmamıştı ve kurulmaları ancak II. Emperyalist Paylaşım Savaşı bitimini bekleyecekti. Ve hatta 1952’de kurulan Türk-iş’in kurulmasını beklenecekti.
Genelde İİK’yı M.Kemal’in belirlediği yazılır, çizilir. Alınan kararlar bellidir ve Türkiye ekonomisi de buna göre şekillenmiştir. Yani komprador burjuvazi ve toprak ağalarının çıkarı doğrultusunda kararlar alınmıştır.
Bu konuda araştırma yapanlar, bunu kabul ederler. Örneğin Kemalizm’i ilerici ve anti-emperyalist gören K.Boratav bunlardan biridir. Ama araştırmasında İİK’nın sermaye kesiminden yana olduğunu yazmak zorunda kalır.
Yine daha sonraki genç kuşak araştırmacılardan bazıları, M.Kemal’i ilerici görür, ancak İİK’nın sonucunun sermaye kesiminden yana olduğunu yazar. İşte bir örnek:
“Mustafa Kemal’in etkin varlığının hissedildiği kongre, dönemin önde gelen kesimlerini de ortaya çıkarıyordu. Zengin tüccarlar ve büyük arazi sahipleri, önemli ekonomik ve siyasal güce sahiplerdi. Ancak bu gücün, siyasi iktidarı ele geçirecek denli kuvvetli olduğunu söylemek mümkün değildir. O dönemde güçlü bir sanayi kesimi de henüz oluşamamıştı. Bu şartlar, Mustafa Kemal’in ekonomi politikalarındaki belirleyiciliğini öne çıkaracaktır.”
M.Kemal, işçi ve köylülerden yana mı karar aldırdı, Kongre’de? Elbette hayır! Gerçek bu iken, hala M.Kemal’i, işçi-köylüden yana göstermek gerçekleri saptırmaktır.
Eşyanın doğası gereği, iktidarı elinde bulunduran sınıfların kendi düzenledikleri iktisat kongresinde aldıkları kararlar da kendi sınıf çıkarları doğrultusunda olur. İşçi sınıfının kendisinin, kendi seçtiği delegelerinin dahi olmadığı bir kongrede, işçi sınıfı lehine kararlar çıkması beklenemez. O dönemin egemen sınıfları, böyle bir kongreye doğrudan işçilerin seçtiği delegelerin katılmasını bile tehlikeli bulmuşlardır.
TC’nin ilk yıllarında emperyalist sermaye ile ilişkisi
TC, başından beri emperyalist sermaye ile içli dışlı olmuş ve emperyalist sermayeye ile olan ilişkisini koparmamış, tersine işgalci emperyalist güçler ile de ekonomik ilişkisini sürdürmüştür. Bazı küçük burjuva solcuların, Kemalist iktidarı “anti-emperyalist” olarak nitelemeleri, tamamıyla subjektif ve Kemalist burjuvaziyi yanlış değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır.
İbrahim Kaypakkaya, “Kemalist iktidar daha başından beri emperyalizm ile işbirliği içindedir” saptaması, objektif ve Marksist-Leninist bilimsel bir analizin sonucudur. Osmanlı’nın devamı olduklarının kabul edilmesi ve Osmanlı’nın emperyalist ülkelere olan borçlarının üstlenilmesi, “küçük burjuva sol” bir iktidarın değil, sınıf olarak burjuva ve toprak ağaları siyasal iktidarının bir sonucudur.
1920’de Büyük Millet Meclisi’nde (BMM) M.Kemal’den sonra en yetkili kişi yerli sermayedar ve emperyalistler ile yakın ilişkisi olan Zonguldak Ereğli Maden Havzası’nın büyük bir bölümüne sahip ve İtalyan tekelleri ile sıkı fıkı olan BMM ikinci başkanı, Adalet Komisyonu Başkanı ve Adalet Bakanı sıfatlarını taşıyan komprador burjuva Celaleddin Arif’tir. Osmanlı’dan kalma imtiyazları aynen devam etmiştir. Bazı liberal ve kimi küçük burjuvaların “anti-emperyalist” meclis dedikleri meclise egemen olan, Celaleddin Arif ve Emin Sazak gibi sermaye ve toprak ağaları kesimidir.
C.Arif ve onun gibi komprador ve emperyalist sermaye ile ilişkili olanlar BMM’de o kadar etkindir ki, “Savaş halinde oldukları İtalya”ya maden işletme imtiyazı veriliyor. Bazı milletvekilleri itiraz etse de, italyan tekeline maden işletme hakkı verilmesi ezici çoğunlukla kabul ediliyor. BMM’de Celaleddin Arif’i en sıkı bir şekilde savunanlardan biri de Emin Sazak olmuştur. Emin Sazak ise Türkiye’nin Osmanlı’dan beri en büyük toprak ağası olarak bilinir ve BMM’de yer almıştır.
“Daha 1920 yılı içerisinde iken, yeni kurulmuş olan Büyük Millet Meclisi’nin ikinci başkanı ve adliye vekili olan Celâlettin Arif’in, siyasi nüfuzunu İtalyan sermayesi lehine kullandığını görüyoruz. Celâlettin Arif, Ereğli kömür havzasında, bir maden arama ve işletme imtiyazına sahiptir ve 1919 yılında İtalya’ya giderek Terni şirketine bu imtiyazı % 10 hisse karşılığında devreder. 1920 Eylül’ünde, henüz savaş halinde bulunduğumuz İtalyanlara ait 25 kişilik bir grup, maden imtiyazını işletmek üzere Ereğli’ye gelir ve o tarihlerde Meclis ikinci başkanı ve adliye vekili olan C.Arif, iktisat vekiline, İtalyanlara gereken kolaylığı göstermesi dileğiyle bir telgraf çeker. İktisat Vekili Mahmut Celâl (Celal Bayar-ÖG), İtalyanların çalışmalarına engel olmakla birlikte birkaç ay sonra konu Meclise getirildiğinde C.Arif’e verilmiş olan imtiyazın da kaldırılmasına ait bir öneri BMM tarafından reddedilmiştir.
Burada önemli olan husus, Milli Mücadelenin henüz başında iken, Türkiye ile açıkça muhasım olan bir ülkeye ait şirketlerle pervasızca işbirliğine ve ortaklığa girişmiş bir şahsın en yüksek siyasi mevkilerden bazılarını işgal etmekte bulunmasıdır.”
Yukardaki alıntı K.Boratav’dan. Kendisi “anti emperyalist BMM” dediği meclis, emperyalist sermaye ile ilişki yürütme konusunda bu denli gözü karar kararlılık içindedir. “En büyük mevkiyi işgal etmiş” diyerek sitem ettiği kişi ve kişiler, Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden siyasete yön veren burjuvazidir. Boratav bunu görmek istemiyor ya da gerçekliği kabullenemiyor. O, siyasi önderliği ile ekonomiyi elinde bulunduran kesimi birbirinden ayırarak Marksist-Leninist-Maoist devlet analizini reddediyor.
K.Boratav’dan aktarmaya devam edelim:
“Ökçün’ün bulgularına göre 1920-1930 yılları arasında kurulan 201 Türk Anonim Şirketinden 66’sında yabancı sermaye yer almıştır. Bütün anonim şirketlerin ödenen sermayelerinin toplamı 73 milyondur; bu toplamın 31.5 milyonu, yani % 43’ü yabancı sermayeli Türk Anonim Şirketlerine aittir. Bu ortaklıklarda Türk hissedarların, çoğunlukla birer paravan olduklarını ve kârdan pay (daha doğrusu komisyon) alan, fakat sermayeye katılmayan unsurlar olduklarını ve sözü geçen meblâğın hemen hemen tamamının yabancı kaynaklı olduğunu tahmin etmek herhalde gerçekçi olacaktır. Yabancı sermayeli anonim şirketlerin, yüzde yüz yerli şirketlerden daha güçlü olduğu faaliyet kolları; dokuma, gıda ve çimento sanayileri; elektrik-havagazı üretimi, orman işletmeciliği, haberleşme-yayın ve sinema-tiyatro, otel ve kaplıca işletmeleridir.”
Bu durum, Türk burjuvazisinin komprador niteliğini gösteren bir gerçekliktir. Emperyalist sermayeye sırtını vererek palazlanma eğilimidir. Emperyalist tekellere tanınan imtiyazlar, TC kurulduktan sonra da devam etti. TC hükümeti sadece Osmanlı borçlarını üstelenmekle yetinmedi, ülke içinde emperyalist tekellerin yatırımına izin verdi.
Örneğin, ABD Chester grubu, Ankara’dan Kerkük’e, ayrıca Samsun ve Doğu Beyazıt’a kadar uzanan 4400 km. uzunluğunda demiryolu ve üç liman yapımı verildi. Ne var ki, bu yatırım gerçekleşmedi, Chester grubu bu imtiyazdan vazgeçti. Çünkü Musul ve Kerkük Türkiye sınırları dışında kalınca şirket bu anlaşmayı tek taraflı olarak iptal etti.
Chester Grubu’na verilen imtiyaz anlaşması, TC devletinin (ya da Kemalistlerin) emperyalist sermaye iler olan ilişkisinin en yalın göstergesidir. Sadece demir yolu yapımı değil, aynı zamanda bu anlaşma 99 yıllığına ve demir yolunun geçtiği yerlerde 40 km. boyunca enlemesine olan bütün yeraltı ve yer üstü kaynaklarının işletilmesi bu tekele bırakılmıştı. Bir başka araştırmacıdan, Chester şirketiyle ilgili bir aktarımı buraya alalım. “TBMM Genel Kurulu’na sunulan Chester şirketi ile yapılan anlaşmaların onaylanmasına dair yasa tasarısının 8. maddesine göre, “hükümet demiryolun güzergâhı tasdik ve zemine tatbik olunduktan sonra demiryol müştemilâtının tesisi için muktazi arazi ve mebaniyi şirket hesabına bilistimlâk teslim edecek[tir].” Yani devletin Chester şirketi adına kamulaştırma yapacağı açıkla belirtilmektedir. Devlet arazisi ise imtiyaz süreci boyunca bedelsiz olarak şirkete teslim edilecek, Nafia Vekâleti’nin gerekliliğine karar vereceği taş ve kum ocakları gibi alanlar tazminatı şirket tarafından ödenmek koşuluyla yerel yönetim tarafından şirkete verilecektir.” (TBMM ZC, 1923: 446“
Ancak Chester Grubu’nun gözü esas olarak Kerkük-Musul petrollerinde olduğu olduğu için Musul-Kerkük Irak’a (İngilizlere) kalınca vazgeçti.
Bu anlaşma, “anti emperyalist siyasi önderlik” olarak nitelenen Kurtuluş Savaşı önderliğinin emperyalizme ne denli bağlı olduğunun yalın bir göstergesidir. M.Kemal bu anlaşmaların hiçbirine karşı çıkmamıştır. Hatta İtalyan şirketine verilen imtiyazın kaldırılması önergesinin reddedilmesi sırasında meclis başkanı olarak “…itirazı olanlar mahkemeye yolu açıktır…” demekle yetinmiştir. Ve kendisi İzmir İktisat Kongresi’nde olsun ve daha sonraki konuşmalarında “yabancı sermayeye karşı olmadığını” sıklıkla dile getirmiştir.
Ekonomi Bakanı Celal Bayar’ın bazı maden işletmelerinin İtalyanlara devredilmesine karşı çıkması ise anti-emperyalist oluşundan değil, yerli sermaye çevrelerinin İtalyan sermaye çevrelerinin rekabetine dayanamayacağını bildiği içindir.
Yine bir başka örnek ise 1929 yılına ilişkindir. 1929 yılına gelindiğinde emperyalist şirketler ile Türk şirketlerin (Türk şirketlerinden kasıt, irili ufaklı ticari işler yapan şirketlerdir) sermayeleri eşit düzeydedir. Türk şirketlerinin toplam sermaye tutarları 78.239 milyon TL iken emperyalist şirketlerin Türkiye’deki yatırımlarda sermaye tutarı ise 77.913 milyon TL kadardır.
1929 emperyalist bunalımıyla birlikte emperyalist tekellerin dış sermaye yatırımının azalması sonucu, TC’ye de fazla bir yatırım gelmemiş ve hatta bazı emperyalist tekeller ülke içindeki faaliyetlerine son vermiş ve buraları ise Türk devleti “milli”leştirmiştir.
ABD’nin otomobil tekeli Ford’a fabrika açması için büyük bir arsa verilmiş ancak 1929 emperyalist bunalımı nedeniyle bu gerçekleşmemiştir. Ford bunu daha sonra Vehbi Koç aracılığıyla yerine getirebilmiştir.
Türk egemen sınıflarının emperyalizmle ilişkiyi kesme gibi bir çabaları hiçbir zaman olmamış, tersine yatırım yapması için emperyalist sermayeyi teşvik etmişlerdir. Türk egemen sınıflarının tek başarısı, “gayri müslim”lerin ellerindeki mallara koymak ve bu mallar vasıtasıyla emperyalistlerle ticari ilişkileri geliştirmek olmuştur.
O günün emperyalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durum, ekonomik kriz ve emperyalist savaş ortamı “devletçiliği” zorlamıştır. Bu salt Türkiye’ye özgü değil bütün emperyalist ve yarı-sömürge ülkelerde geçerliydi. 1970’lerden sonra neo-liberal politikaların yaşama geçirilmesiyle “devletçilik” terk edilmiştir.
Sonuç olarak, TC kurulduğu andan itibaren emperyalist sermaye ile ilişki içindedir ve emperyalist sermayeye tanına imtiyazla daha da geliştirilmiştir.
1- Aktaran, Korkut Boratav, 100 Soruda Türkiye’de Devletçilik, s. 28, Gerçek Yayınevi, Birinci Baskı 1974
2- Aka Gündüz, tesadüfi olarak Amele delegesi olarak seçilmiş biri değil. Tersine M.Kemal’in en güvendiği gazeteci, yazar, milletvekili vs. Ve Kuleli Askeri Okulu mezunudur.
3- Y.Koç, Türkiye İktisat Kongresi ve İşçiler (17 Şubat-4 Mart 1923)
4- Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi
5- Ökçün, G., agk., 1971, s. 255-256; Afetinan, agk, 1982, s. 68, Aktaran Yıldırım Koç, Türkiye İktisat Kongresi ve İşçiler (17 Şubat-4 Mart 1923)
6- EGİD, Yarın dergisi, s. 23, Ağustos 2009
7- Gülay Sarıçoban, “Atatürk Döneminde (1923-1929) Türkiye Ekonomisi, Selçuk Üni. Sos. Bil. Ens. Der. 2020, sayı: 44, s. 244-246
8- G. Sarıçoban, agD