GüncelMakaleler

ANALİZ | 1923-2023: 100. Kuruluş Yılında TC Gerçekliği Yüzüncü yılında büyük katliam

"Kemalistler, ulusal yönleri de olan Şeyh Sait İsyanı’nı “İngiliz parmağı” olarak propaganda ettiler ve isyancılar üzerine şiddetle gittiler. İsyana katıldığı ileri sürülen 47 kişi derhal idam edildiler"

TC devletinin kuruluşunun 100. yılındayız. Ermeni-Rum-Yahudi ile Hıristiyan halkların (Süryani-Keldani…) kanı, canı, varlıkları ve tüm zenginlikleri üzerine inşa edilen TC devletinin kuruluşunun 100. yılına denk gelen 2023 yılı tartışmaları ve etkinlikleri, 6 Şubat’ta meydana gelen Büyük Deprem Felaketi’nin gölgesinde kaldı.

Türkiye Kürdistanı’nın 11 ilini kapsayan depremlerden 15 milyon insanın direkt etkilendiği, resmi açıklamalara göre 50.000 insanın hayatını kaybettiği ancak kayıplar ile ölenlerin sayısının 200 ile 300 bin olduğu, 3 milyon kişinin bölgeyi terk ettiği ifade ediliyor. Türkiye, Kürdistan ve Suriye halkı büyük bir depremle karşı karşıya kaldı. Deprem gibi bir doğa olayını felakete dönüştüren ise TC devletinin deprem öncesi ve sonrası uygulamaları oldu. Yaşanan yıkım ve felaketin yaralarının sarılmasının oldukça uzun bir zamanı alacak.

  1. yıl tartışmalarının yerine geçen Büyük Deprem Felaketi, TC devletinin resmi ideolojinin TV’lerde gösterildiği, gazetelerde yazıldığı ve okullarda öğretildiği gibi “büyük ve güçlü devlet” imajının aksine kumdan yapılan binalardan ve camilerden okutulan selalardan ibaret olduğunu gösterdi.

Halk acıların-felaketin en kötüsünü yaşarken, yardım eli uzatması gereken devlet, halka sahip çıkmayarak ve enkaz altından çıkartmayarak tehdit etmekle yetinmiştir. Görevini yerine getirmediği gibi yardıma koşan vicdan sahibi devrimci-demokrat ve muhaliflerin halka yardımcı olmalarına da engel olmuştur.

Daha depremin ilk gününden itibaren halk “devlet nerede?” diye sorarak, TC devletini bu felaket gününde yanında göremediğini ifade etmiştir ve tarifi mümkün olmayan bir acıyı yaşarken gerçek dostları ve düşmanlarının kim olduğunu da bizzat yaşayarak görmüş, deneyimlemiştir.

Irkçı-milliyetçi damarı her zaman canlı tutmak için TC devleti, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” propagandası yapmaktadır. Komşularının topraklarında gözü olan ve bir an olsun tehditler savurmadan duramayan TC devleti, son zamanlarda en çok kullandığı slogan olan “bir gece ansızın gelebiliriz”in tersine işlediğini gördü. TC devletinin en sıkıştığı zamanlarda halkı manipüle etmek için en kolay ve en sık başvurduğu yöntem olarak kullandığı “Ermeni-Yahudi-Rum” düşmanlığı bu sefer ilk önce Ermenistan-Yunanistan ile İsrail devletlerinin arama kurtarma ekiplerinin deprem bölgesine ulaşmasıyla tersine döndü. Bunca kışkırtma, düşmanlık ve milliyetçiliğe rağmen halklar arasında sıcak bir dayanışma örneği sergilenirken, TC devletinin yılardır pompaladığı Ermeni, Rum ve Yahudi düşmanlığının gerçekte büyük bir yalan olduğu görüldü.

Kuşkusuz TC devletinin Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi düşmanlığının tarihsel bir arka planı vardır. Türk hakim sınıfları kendi devletlerini bu halkların kadim toprakları üzerinde kurmuş, bu ulus ve milliyetlerin varlıklarına çökerek sermaye birikimi sağlama yoluna başvurmuştur. Bu durum TC devletinin kuruluşundan itibaren Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudilere yönelik düşmanlığı sürekli olarak propaganda etmesini doğurmuştur.

TC devletinin kuruluş yıllarında emperyalistlerin Sevr Antlaşması’nda (1920) “Ermenistan ile Kürdistan”dan bahsetmeleri Türk hakim sınıfları açısından “beka sorunu” olarak görülmüş, Ermeni-Rum-Süryani Soykırımını yapan İttihatçı kadroların önderliğinde adına Kurtuluş Savaşı dedikleri direnişi örgütlemişlerdir. Kurtuluş Savaşı’nın soykırımın gerçekleştirildiği bölgelerde kurulan ve esasen Ermeni-Rum ve Süryanilerin servetlerini, mallarını gasp edenlerin kurdukları “Milli Müdafaa Cemiyetleri” üzerinden yükselmesi dikkat çekicidir. Böylelikle Türk hakim sınıfları, TC devletini kurarken emperyalistlerden değil ama kendileri için tehdit olarak gördükleri Ermeni, Rum ve Süryani’lerden kesin olarak kurtulmuşlardır. Nitekim süreç sonucunda Lozan Antlaşması’nda (1923) emperyalistlerle uzlaşılarak TC devleti kurulmuştur. Bunun karşılığında emperyalistler tarafından Ermeni Soykırımı savaş suçlularının yargılanmalarının üstü örtülmüş, Sevr’de kabul edilen Kürdistan gerçekliği Lozan’da reddedilmiş, üstelik Kürdistan’ı dört parçaya bölerek Misak-ı Milli sınırları tescil edilmiş, Kemalist burjuvazinin hakimiyeti onaylanmıştır.

Yazımızın konusu “1923-2023 100. Kuruluş Yılında TC Gerçekliği” iken Büyük Deprem Felaketine değinmeden geçmek olmayacaktı. Yüz yıldır çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan halkımızın başına musallat olan bu devlet, deprem sınavında başarısız olmuştur. Bu devlet acaba şimdiye kadar hangi afet karşısında halkından para dilenmeden görevini yerine getirmiştir? Yüz yıldır her felakette hemen IBAN vererek halktan para toplamıştır. Bunun nedeni ise halkı düşünmesi değildir. 1999 Marmara Depremi nedeniyle yıllardır toplanan “deprem vergisi”ni ihaleler yoluyla kendi yandaşlarına aktaran devlet, son depremde de canlı yayınlarda para toplamış, toplanan miktar ise depremzedelere aktarılmamıştır. Deprem sırasında devlet halka çadır sağlayacağı yerde, çadır satmakla meşgul olmuştur. Yüz yıl sonunda TC devletinin geldiği durum budur!

 

“Fıtrat”, “kader” değil katliam! Katliamın “helalleşmesi” olmaz!

Daha Büyük Deprem Felaketi’nin yaraları sarılmadan bu sefer halk sel felaketi ile karşı karşıya kaldı. Gündem o kadar hızlı ve çabuk değişiyor ki her şey bir anda unutuluyor. R.T.Erdoğan daha dün raporlar ile yapılması yanlış olduğu söylenen yolların “görkemli” törenlerle açılışını yapmışken, henüz aradan birkaç ay geçmeden aynı yerler sel altında kaldı. İnsanlar bu kez boğularak katledildiler.

Sel felaketinin sebebi de şehirleşme adı altında TC devletinin bir avuç yandaş müteahhidin zenginleşmesi için uyguladığı rant politikalarıdır. Ölümün göz göre göre geldiği bütün büyük felaketlerden sonra iktidar sözcülerinin hep aynı açıklamalarla “fıtrat”, “kader” diyerek katledilenlerin yakınlarından “helallik” isteyerek sorumlulukları gizlemeye çalışmalarının, kitle iletişim araçlarını kullanarak timsah gözyaşları dökmelerinin artık hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır.

Daha dün Covid-19 salgın hastalığı döneminde vatandaşına maske dağıtamayan devlet, yüzbinlerce insanın ölümüne neden olurken bir başka afet olan orman yangınlarında yine hazır bekleyen uçaklar kaldırmayarak ormanların yanmasına seyirci kalmıştı. Bugün de aynı şekilde büyük deprem felaketinin yaşandığı 6 Şubat’tan bu yana yardım bekleyen insanlar kendi kaderine terk edilmiş vaziyettedir. En önemlisi artık bu saatten sonra halk devlete güvenini yitirirken AHBAP, devletin “yardım kurumu” Kızılay’dan daha güvenilir, daha faydalı çalışmalar örgütlemiştir. Kızılay yardım götüreceğine, bir holding gibi çalışmış, depremzedelere yardımları karşılıksız dağıtması gerekirken, en temel ihtiyaçları olan çadır, su, yiyecek gibi malzemeleri para ile satarak ağır suç işlemiştir.

6 Şubat Büyük Deprem Felaketi’nde vicdanının sesine kulak veren, yüreğini eline alarak engel tanımadan, tutuklamalara, zorluklara rağmen devrimciler, yurtseverler ve gönüllüler yardıma koşarken cüzdanları için çalışan Kızılay – AFAD ve devlet kurumlarının gerçek yüzünü halk görmüştür. Yine dünyanın dört bir köşesinden yardıma koşan ülkelerin arama kurtarma ekipleri, arama kurtarma faaliyetleri sırasında karşılaştıkları engeller ve güvenlik sorunları nedeniyle ülkelerine geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bu arama kurtarma ekiplerinin devlet eliyle yaşadıkları ve karşı karşıya kaldıkları koşullar dünyada geniş yankı uyandırmıştır.

Halkın mumla devleti aradığı deprem ve sel felaketinin yaşandığı Türkiye Kürdistanı’nda hiçbir zaman ölenlerin-kayıpların, tarikatlara-şeyhlere teslim edilen bebeklerin sayısı bilinmeyecektir. Gerçekler karartılarak gizlenecektir. Ve en önemlisi enkaz altından sağ olarak çıkartılan, nereye götürüldüğü ve nerede oldukları bilinmeyen bebeklerin acıklı hikayeleri yakın gelecekte Türkiye’nin en önemli gündem maddesi olacaktır. Ebeveynlerinden koparılarak şeyhlere-tarikatlara teslim edildiği belgelenen bebekler, bize Ermeni Soykırımı sırasında kadınların ve kız çocuklarının evlendirilerek zorla Müslümanlaştırıldıkları gerçeğini anımsatmaktadır. Aradan yüzyıl geçse de TC devletinde bazı uygulamalar halen yürürlüktedir. Halen kız çocuklarına “ganimet” olarak bakılmaktadır. TC devletinin resmi kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “evlat edinen çocuklarla evlenilebilir” fetvası vermesi bununla da ilgilidir. 6 yaşındaki bir çocuğun evlenmesini savunan bu güruhtan her şey beklenebilir. Bu, insanlığa karşı işlenen suçlara yeni bir suç eklemekten başka bir şey değildir.

Yazmakla-sıralamakla bitiremeyeceğimiz deprem ve sel felaketinin sonuçları çok ağır olmuştur. İnsanlar enkaz altında “yardım eden kimse yok mu?” çığlıkları altında günlerce aç-susuz ve soğuktan kırılarak ölmüşlerdir. Bir doğa olayı olan deprem ve sel, binlerce canımızı sevdiklerinden koparırken, hiçbir önlem almayan devlet eliyle çok büyük bir katliama dönüşmüş durumdadır. Yüzbinlerce insanın ölümünden sorumlu devlet, kendi vatandaşına karşı sorumluluğunu yerine getirmemiş ve insanlığa karşı suç işlemiştir.

Bugün belki seçim telaşı, kaos ve kargaşa içerisinde yeterince gündeme gelmeyen bu büyük katliamın sonuçları zamanla anlaşılacaktır. Dahası bu vahim tablo karşısında harekete geçecek olan vicdan sahibi insanlar, dün olduğu gibi bugün de yarın da olacaktır. Ortadoğu-Kafkaslar’da IŞİD gibi bir suç örgütü hamisi olan Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt katliamlarına elini bulaştırmış olan TC devleti şimdi de yüzbinlerce insanın katledilmesinden sorumlu olarak kabarık suç dosyasına deprem felaketini de eklemiş durumundadır.

Bu suçları işleyen bir devlet örgütlenmesi, insanlık tarihine “not edilmiş”tir. Sorumluların yargılanması ve hak ettikleri cezayı alması ise ancak ve ancak halkın mücadelesiyle gerçekleşecektir. Bu mücadele verilmediği her koşulda devlet bir “seri katil” olarak, toplu katliamlarına devam edecektir. Yüzyıldır işlenen suçlara, yeni bir yüzyılda yeni suç ve katliamlar eklenecektir.

 

Yüzyıldır sürdürülen katliam ve çökme siyaseti

TC devletinin kuruluşunun 100. yılındayız. 2015 yılında Türkiye’de ve dünyada 1915 Ermeni Soykırım kurbanları 100. yıldönümü vesilesiyle çeşitli etkinliklerle anılırken 1923 yılında Ermeni halkı ve Hıristiyan halkların kanı-canı üzerinde inşa edilen TC devleti ise kuruluşunun 100. yılını tamamlamış bulunmaktadır. Bir yandan kan ve gözyaşı içinde olan Ermeni halkı ile Hıristiyan halklar diğer taraftan imha-inkar-red ve asimilasyon ile 100 yıldır varlığını sürdüren TC devlet gerçekliği ile karşı karşıyayız.

TC devletinin kuruluş gerçekliği henüz ilkokul çağından başlayarak yetişkin birey olana dek öğretilen yalan bir resmi tarih üzerinden yükselmektedir. Genç kuşakların bilinci, Ermeniler için “vatan hainleri”, “bizi arkadan hançerlediler”, “ihanet ettiler”; Rumlar için “Yunan’ı denize döktük”, “yedi düvele karşı kurtuluş savaşı verdik”, “emperyalizme karşı savaştık” gibi gerçek dışı tarih bilgilerle zehirlenmektedir.

Bugüne kadar hiçbir zaman kabul edilmeyen, bırakalım varlıklarını sürdürmelerine, yaşamalarına tahammül dahi edilmeyen Ermeniler ile Hıristiyan halkların varlığı, TC devleti için “güvenlik sorunu” olarak görülürken, bizzat devletin kurucusu olan ve günlük gazetelerin sloganı olarak kullanılan M.Kemal’in “Türkiye Türklerindir” sözünden bu gerçeği açık ve net olarak anlayabiliriz.

TC devletinin kuruluşundan bu yana devam eden politikası, imha-inkar ve asimilasyon olmuştur. TC devleti ile tüm yandaş kurum ve kuruluşları devletin kurucusu ve önderi M.Kemal ve kurucu kadrolarının “devrimci”, “anti-emperyalist” mücadeleleri(!) sayesinde Türkiye halkının “varlık ile yokluk” mücadelesi verdiği “iç ve dış düşman”lara karşı mücadele ettiği ve “vatan kurtarıcıları” olduklarını dün olduğu gibi bugün de savunulmakta ve propaganda etmektedir. Şimdiki iktidarın İslamcı söylemi de bu gerçeği değiştirmemiştir. Hatta İslamcı faşist iktidara karşı kendine sol ve hatta devrimci diyenler M.Kemal’in “laik”, “devrimci” yönünü daha fazla sahiplenir olmuşlar, düpedüz emperyalizm işbirlikçisi ve faşist bir ideoloji olan Kemalizm’i hayranlıkla savunmaya devam etmişlerdir.

Yalan-inkar ve red üzerinde inşa edilen TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm savunucuları kendi tarihlerini bu yalan üzerine şekillendirmişlerdir. 100 yıldır nesilden nesile devam eden Kemalizm şakşakçılığına birçok aydın-sol-sosyalist sözde devrimciler de katılarak bu koroya ortak olmuşlardır.

Fakat bugün ölümünün 50. yılında geleneğimizin kurucusu ve önderi olan İbrahim Kaypakkaya’nın o günün (1972) güç koşullarında, belge-bilgi-kitap yokluğunda İttihat Terakki-Kemalizm-Kurtuluş Savaşı-sermayenin ve ekonominin el değiştirmesi-Kürt Milli Meselesi-Ermeni Soykırımı gibi o yıllar açısından tam anlamıyla tabu olan konulara değinerek TC devletinin “Kuruluş Gerçekliği”ne parmak basmıştır. TC devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini net olarak çözümlemiştir. Kaypakkaya; “Kemalistler Kurtuluş Savaşı içindeyken Avrupalı emperyalistlerle işbirliğine girdi”, “sermayenin ve ekonominin Türkleştirilmesi için”, “…yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır…”, “…Türkiye’yi terk eden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına-mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler…” vb. ifadeleriyle yeni kurulan devletin nasıl kurulduğu ve hangi temeller üzerinden yükseldiğine dair çarpıcı derecede isabetli değerlendirmeler yapıyordu.

Ermeni-Rum-Yahudi ve Hıristiyan halkların binlerce yıldır yaşadıkları topraklar üzerinde soykırım ile yok edilmelerinden sonra geriye kalan zenginlikleri üzerine bugünün en çok kullanılan terimi ile ifade edecek olursak “çökme” ile yeni Türk burjuvazisi oluşmuştur. Ermeni ve Rum malları üzerine çökülerek inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti “ağlayanın malı gülene yar olmaz” sözünün doğruluğu ile ispatlanmıştır. TC devleti bugün hiçbir zaman görülmediği kadar büyük bir ekonomik ve siyasi buhran içerisindedir.1915 Ermeni Soykırımı halen inkar ve red edilerek “benim atalarıma soykırım yaptı diyemezsiniz” denilirken o “ataların” günümüz Türkçesine, “Haydan (Ermeni) Huy’a (Rum) gider” gibi veciz “atasözleri” bıraktıkları, dahası bırakalım soykırım gerçekliğini kabul etmeyi, milyonlarca insanın katledilmesi “onlar bize saldırdı” diyerek savunulmaktadır.

TC devleti yalan ve inkar üzerine kurulan gerçekliği nedeniyle günümüzde de Kürt ulusuna yönelik de benzer bir politika uygulamaktadır. Anavatanlarında binlerce yıldır yaşayan Kürtler, TC devleti tarafından ulusal baskıya, inkar ve imhaya, katliam politikalarına maruz bırakılmaktadır. Ermeni Rum ve Süryani Soykırımı’ndan sonra Kürt ulusuna da yüzyıldır soykırım politikası dayatılmaktadır.

Bu politikaların esas olarak Türkiye’de yaşayan halklara fatura edildiği açıktır. Yüzyıldır izlenen katliam, saldırı ve baskı politikası dönüp dolaşıp bütün Türkiye halkını vurmaktadır. Silahlanmaya yatırılan kaynaklar örneğin depreme dayanıklı konut yapımına aktarılmadığı için yüzbinlerce insan katledilmektedir. Ya da hakim sınıfların servetlerine servet katmasını öncelleyen ekonomik politikalar, halkın daha da yoksullaşmasına, en temel insani ve sosyal haklardan mahrum kalmasına neden olmaktadır.

Çeşitli milliyetlerden Kürt-Türk-Ermeni ile Hıristiyan halkların, herkesin eşit koşullarda yaşayabildiği, haklarının anayasa güvencesi altına alındığı, insan hak ve onuruna saygılı, adalet ve hukukun işlediği, kadınların öldürülmediği, herkesin eğitim ve sağlık hizmetlerinden faydalandığı yeni demokratik Türkiye’nin inşasının başarılabilmesi için en başta, TC devletinin üzerinde yükseldiği zeminin iyi anlaşılması gerekir. TC devletini kuruluş zemini ve üzerinde yükseldiği kolonlar iyi anlaşılmadan yeni demokratik bir Türkiye kurulamaz. Bu nedenle TC devletinin kuruluşuna sermaye olan ve Enval-ı Metruke olarak tanımlanan tanımlama üzerinde durmak gerekir.

 

Enval-ı Metruke (Terk Edilmiş Mallar) gerçeği

İttihat ve Terakki Hükümetinin 27 Mayıs 1915’te çıkarmış olduğu Tehcir Kanunu ile yerlerinden yurtlarından sürgün edilen Ermenilerin mal varlıklarının gasp edilip el konulması için bütün illerin yetkililerine talimatlar gönderildi. Buna göre Ermeni halkının katledilmelerinden sonra varlıklarına da el koyma kanunları çıkarılarak, el konulan malların “Kayıt Defterleri”nde dökümlerinin çıkartılması, bu malların başkalarına devredilmemesi, Ermenilerin alacak senetlerinin dahi toplanarak deftere geçirilmesi, malların ucuza yabancılara satılmasının yasaklanmasını, satılmış olsa bile geçersiz kılınması, devretme hakkının yasaklanması vb. kararları alınmıştır.

Eğer hatırlanacak olunursa Murat Bardakçı, Mehmet Talat’ın özel arşivinden el yazmaları ile yayınladığı “Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi Defteri”nde “1915’te Ermeni nüfusu, Tehcir’de nereye ne kadar Ermeni gönderildiği, Tehcir sonrası ne kadar Ermeni kaldığı…” vb. bilgileri mevcuttu. Aynı şekilde dönemin İttihat ve Terakki Hükümeti’nin bütün illere gönderdiği genelgelerde Kayıt Defterleri’nin tutulmasını emrettiği bilinmektedir. Bugün bu kayıtlar Genelkurmay Komutanlığı arşivlerinde bulunmaktadır.

MGK 2006 yılında aldığı karar ile 1915 Arşivleri’nin gazetecilere, araştırmacılara, tarihçilere açılmasını “güvenlik” gerekçesiyle yasaklamıştır. TC devletinin, “Her zaman arşivlerimiz açık, isteyen araştırabilir” sözünün gerçek olmadığı bu “güvenlik” kaygısından da rahatlıkla anlaşılabilir. Çünkü Ermeni zenginlikleri üzerinde inşa edilen TC devletinin kayıtlarını gören, kimlerin bu zenginliklere sahip çıktığı, kimlerin Ermeni mallarına çöktüğünü de görecektir. Bu durum ise yüzyıldır TC devleti tarafından propaganda edilen “vatan-millet” söyleminin gerçekte büyük bir yalan olduğunun anlaşılmasına neden olacaktır. Bu nedenle arşivler milli güvenlik gerekçesiyle bir sır gibi saklanmaktadır.

Katledilmesi pahasına TC devletinin gerçekliğini açıklamaktan korkmayan gazeteci Hrant Dink bir röportajında bu duruma açıklık getirmiştir: “Ermeni mülkleri meselesi hakikaten Türkiye’nin şu anda geleceğe ilişkin en öcü konusu ve korkunç konusudur. Zaten bu ülkede ölenlerden ziyade kalanlar üzerine konuşmak daha zor” demiştir.

Aynı tartışmalar 1915 Aralık ayında Ermeni Soykırımı bütün barbarlığı ile devam ederken, Meclis-i Mebusan’da da yapılmıştır. Bu gerçeği Meclis gizli tutanaklarından bugün ancak öğrenebiliyoruz. Mebus Ali Rıza, çökülen Ermeni malları için şunları ifade ediyor; “…Bu bir zulümdür… Beni kolundan tut köyümden dışarı at malımı mülkümü sat bu hiçbir vakit caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun…” demektedir. Yine bir başka Trabzon mebusu Hafız Mehmet, Kasım 1918’de, mecliste Muş’taki katliamlar görüşüldüğü sırada; “…Evet efendim bizim memurlarımız birçok Ermeni çoluk-çocuklarını kestiklerini bende söylüyorum. Ve malları da yağma edildi…” diyerek tepkisini dile getirmektedir.

Yine Adana Ermeni mebusu Nalbantyan’ın da aynı şekilde Kirkor Zohrab ile Vartkes Çilingiryan mebuslarının başlarına gelen vahşice ölümlerini öğrendikten sonra 15 dönüm tarlasının hasılatını Adana Valisi’nin kardeşine vererek ölümden kurtulduğu bilinmektedir.

Ermeni zenginlikleri üzerinde yeni Türk burjuvazisinin zenginleşme hikayesi üzücü aynı zamanda düşündürücüdür. Bütün bu politikaların uygulanmasının kişilerin, kurumların kabahati olarak düşünülmemesi gerekir. Bu İttihat ve Terakki yönetiminde olan bir devlet politikasıdır. Ermeni-Rum-Yahudi ve Hıristiyan halklardan arındırılmış ve sadece Türk’ün yaşayabileceği bir Cumhuriyet Türkiye’si politikasıdır.

1915 Haziran’ında İttihat ve Terakki hükümeti Ermenilerin taşınır ve taşınmaz mal varlıklarına nasıl el konulacağını en ince ayrıntısına kadar karara bağladı. Emval-ı Metruke Komisyonlarında üç kişiden oluşan ve doğrudan İçişleri Bakanlığı’na bağlı heyetler tarafından Kayıt Defterleri tutulması kararı alındı. Güya Ermeniler tehcir edildikleri yerlerde bütün mallarının karşılığını alacaklardı. Böyle bir yalan da uyduruldu. Bugün resmi Türk düşüncesine göre bu “malların bedelinin ödendi”ği savunulmaktadır. Bunun büyük bir yalan olduğu açıktır. Aksine Ermeniler ölüm yolculuklarında hunharca öldürüldüler. Geride kalan malları ile yeni bir Türk burjuvazisi oluşturulurken “Tasfiye Komisyonları” aracılığı ile açık artırmalarda “100 liralık mal, 10 liraya satılmıştır.”

Türk burjuvazisinin bu çökme politikası halen yürürlüktedir. Türk burjuvazisi, sermaye birikimini bu yolla yapmaktadır. Ermeni-Rum ve Süryani mallarına çökülerek oluşturulan servet günümüzde örneğin Fethullah Gülen Cemaati’nden olanların mallarına çökülerek sürdürülmektedir. Kısacası Türk burjuvazisinin kendi devletini kurarken üzerinde yükseldiği politika halen devrededir.

 

Çöküş ve direnişin temel motivasyonu

Ermeni halkının tüm maddi ve manevi zenginliklerine İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından kanunlar çıkartılarak el konuldu. 1914 yılında Alman emperyalizmi ile aynı saflarda emperyalist paylaşım savaşına katılan Osmanlı Devleti, Alman emperyalistlerin rakip emperyalist devletlere yenilmesiyle birlikte paylaşım savaşının paylaşılacak pazarlarından biri oldu. Galip emperyalist güçler, Osmanlı Devleti’nin topraklarını kendi hakimiyetleri almak için parçalama planları yaptılar.

Osmanlı topraklarının İngiliz-İtalyan-Fransızlar tarafından paylaşılması, İstanbul Hükümeti’nin çok ağır antlaşmalar yapmasını beraberinde getirmiştir. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin yetkilileri “vatan”larından kaçarak Almanya’ya sığındılar. Böylelikle İttihatçılar başta Soykırım olmak üzere işledikleri savaş suçlarından kurtulmayı amaçladılar. İttihat ve Terakki Hükümeti, Ermeni-Rum-Yahudi ve Hıristiyan halklar için soykırım uygularken, tüm mal-mülk ve zenginliklerine el konulması kararları kurulan ilk hükümet olan Ahmet İzzet Paşa Hükümeti tarafından kaldırılarak iptal edildi.

1914-1923 yılları arası Osmanlı Devleti açısından ekonomik ve siyasi açıdan en ağır koşullar içinde geçti. İmparatorluğun toprak kayıpları her geçen gün artarken Yunanistan-Sırbistan-Romanya-Bulgaristan-Bosna Hersek-Mısır-Trablusgarp elden çıkmış, kala kala ufak bir parça olan Anadolu kalmıştı. Bu topraklarda ise Ermeni ve Kürt varlığı, Türk hakim sınıfları açısından kendi devletlerini kurmak için büyük bir tehdit olarak görülüyordu.

Anadolu’da başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan halkların, İslam inancına sahip olsalar bile Kürtlerin varlığı, yeni yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisi tarafından tehdit olarak görülüyordu. Osmanlı’nın son döneminde Türk burjuvazisi bu tehdidi ortadan kaldırmak için emperyalist paylaşım savaşını bir fırsat olarak gördü. İlk önce binlerce yıldır anavatanlarında yaşayan Ermeniler hedefe kondu. Ermenilerin Hristiyan inancına sahip olması, Türk İslamcı hakim sınıfların “işi”ni kolaylaştıran bir etken olarak ele alındı ve savaş bahane edilerek Hristiyan nüfusun kitlesel olarak tehcir edilmesi (soykırıma uğratılması) planı devreye sokuldu.

Bu plan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda uygulandı. Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler tehcir adı altında soykırıma uğratıldı. Mallarına el konuldu. Osmanlı Devleti’nin savaştan yenilgiyle çıkması başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan halklara karşı işlenen soykırım suçu da dahil olmak üzere yeni şekillenen Türk burjuvazini harekete geçmeye zorladı. Anadolu’da özellikle soykırımın uygulandığı ve Hristiyan halkların mallarına çöküldüğü yerlerde İttihatçıların önderliğinde yerel eşrafın, ticaret burjuvazisinin, şeyhlerin önderliğinde kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, olası bir emperyalist işgale karşı değil başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan halkların yurtlarına geri dönmeleri ve el konulan mallarını geri isteme tehlikesine karşı örgütlendi. İttihatçıların önderliğinde bu dernekler, emperyalistlerle soykırım suçlarının hesabının sorulmaması ve çökülen malların geri alınmaması konularında uzlaşmaya hazırdı.

Bu koşullarda Osmanlı Devleti’nde ikili bir yönetim ortaya çıktı. Birincisi padişaha bağlı Osmanlı hükümeti, diğeri ise M.Kemal önderliğinde Ankara Hükümeti. Ankara hükümeti, emperyalistlerle daha en başından Hristiyan halklara yönelik işlenen suçların hesabının sorulmaması ve çökülen malların geri alınmaması konusunda uzlaşmaya hazırdı. Nitekim süreç bu yönde gelişti.

İstanbul Hükümeti’nin başını çektiği Vahdettin Kanunları olarak tarihe geçen 12 Ocak 1920’de yayınlanan Kararnamelerde Ermeni mallarının geri verilmesi kararlaştırıldı. İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından alınan tüm kararlar iptal edildi. Paris’e yakın Sevr şehrinde savaşı kaybeden Almanya-Osmanlı Devleti ile savaşı kazanan ülkeler arasında Sevr Anlaşması yapıldı.

Sevr Antlaşması’nda Osmanlı ile Diaspora Ermenileri “Ermenistan Milli Delagasyonu” ve “Ermenistan Cumhuriyeti Delegasyonu” olarak temsil edildiler. Ermenistan Milli Delegasyonu adına Boğos Nubar Paşa, Ermenistan Cumhuriyeti Delegasyonu adına A.Aharonyan katıldılar. Yenilen Osmanlı Devleti’nin durumu göz önünde bulundurularak ya ABD ya da Milletler Cemiyeti koruyuculuğu altında Bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulmasını talep ettiler. Ermeniler o günün koşullarında, soykırım sonrası “nasıl olsa büyük devletler bize hakkımızı verecekler” mantığı ile hareket ettiler. Aynı zamanda 1915 katliamlarına katılanların tutuklanarak yargılanmaları ve gereken cezalara çarptırılmaları istendi.

Bunun için Paris Barış Konferansı’nın yargı ayağında yaptırımlar için Komisyon’lar kuruldu. ABD’liler tarafından oluşturulan Komisyon’ların görevleri arasında “Ermeni katliam ve kırımları” soruşturması da bulunmaktadır. Komisyon’un çabası ile 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Barış Antlaşması hükümleri arasında “Ermeni katliamlarından-soykırımlarından sorumluların yargılanıp cezalandırılması kabul edildi.” Osmanlı Hükümeti, “Müttefik kuvvetlere”, “yargılama ve cezalandırma” hakkı tanıdı. Aynı zamanda Osmanlı Hükümeti’nin “suçluları teslim etmek” de görevleri arasında bulunuyordu.

Sevr Antlaşması, I. Paylaşım Savaşı sırasında Osmanlı’da Ermenilere karşı işlenmiş olan savaş suçlarının uluslararası bir yargı tarafından karara bağlanmasının yasal dayanağı oldu. Fakat daha sonra Müttefik Kuvvetler içerisinde politik çekişmeler ile bölgesel çıkarlara kurban edilerek “uluslararası yargılamalar” hiçbir zaman uygulanmadı.

Ermeni Soykırımı suçlularının yargılanması ve daha da önemlisi çökülen malların geri alınması ihtimali yeni şekillenen Türk burjuvazisini kaygılandırdı ve harekete geçirdi. İstanbul Hükümetine karşı direnişe geçen M.Kemal önderliğinde İttihatçıların “Milli Mücadele”sinin temel motivasyonu bu oldu. Bu anlamıyla “Kurtuluş Savaşı” gerçekte emperyalist işgale değil, başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan halkların geri dönmeleri ve çökülen mallarının geri alınması ihtimaline karşı yapıldı. İttihatçıların önderliğinde Ankara Hükümeti, bu mücadelede İslam dinini Kürt ulusunu yanına çekmek için ustaca kullandı. Çökülen servet ve malların geri verilmemesi ve soykırım suçunun gizlenmesi için “din ve Allah uğruna cihat” propagandası başarıyla yapıldı. İttihatçılar Kürtleri kendi yanlarına çekebilmek için İslam kartını kullandılar.

 

Ermeni ve Kürt İlişkileri ve İttihatçıların İslam Kartı

Osmanlı’nın son yıllarında Kürt ulusunu da kendi örgütlenmelerini oluşturduklarını görüyoruz. Bu örgütlenmeler, Sevr şehrindeki anlaşmada yer aldılar. Kürtler adına bu görüşmelere Kürt Teali Cemiyeti başkanı Seyit Abdülkadir ile zengin bir kişi olan Şükrü Paşa katıldılar. Kürtler kendi aralarında bir birlik oluşturup anlaşamadılar. Şükrü Paşa’nın Ermeni toprakları ile sınırların belirlenmesi konusunda bir fikri yoktu. Hem de kendisinin Kürtleri temsil etme yetkisi yoktu. Diğer taraftan Seyit Abdülkadir, merkezi Osmanlı otoritesini savundu. “Türklerin bu dar gününde onlara darbe indirmenin Kürtlere yakışmayacağı” gibi açıklamalarda bulundu. Batı Ermenistan ile Kürdistan illeri konusunda anlaşmazlıklar oldu. Ermeniler adına Haçadur Ağa, Kürt aşiret liderleri Hamit Bey, Ali Mirza Bey, Ahmet Hasan Ağa, Yusuf Ağa gibi tanınmış şahsiyetlere mektuplar göndererek “Ermeniler ile Kürtlere birleşme” çağrısında bulundu.

Mektup şöyle kaleme alınmıştı: “Bizim çok yüksek ve soylu bildiğimiz Kürt milleti neden bizimle uzlaşma yolunu tutmamıştır? Kürt beyleri, Kürt aşiretleri ve Kürt milletiyle götürülecek bu kardeşliğe cephemizde bulunan tüm Ermeni subayları ve ileri gelenleri hazırdır. Ve isteklidir. Koşullarınızı bildiriniz. Bendeniz aşiretlerinizin bütün isteklerini Ermeni Hükümeti adına sağlayabileceğimi arz ediyorum…”

Bu mektuba “Ermenilerden Iğdır’ı boşaltmalarını, Aras nehrinden öteye geçmeyiniz” denilerek olumsuz cevap verildi.

Ermeni ve Kürt delegasyonlarının ortak tavır alması konusunda Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Boğos Nubar Paşa, Ermenistan Cumhuriyeti Delegasyonu Başkanı, Dr. Ogancanyan ve Kürt Milli delegasyonu Başkanı, Şerif Paşa imzasını taşıyan ve 1919 yılında imzaladıkları ortak bildiride, Barış Konferansı’na sunulan ortak bildiride önemli noktalara dikkat çekildi. Ortak bildiri günün koşullarına göre ileri bir adımdı. Eğer bu adım devam ettirilmiş olsaydı bugün Kürt ve Ermeni gerçekliği daha farklı ve daha iyi konumda olurdu.

“Büyük Barış Konferansı”na diye başlayan bildiride; “…Bizler Ermeni ve Kürt uluslarının temsilcileri olarak… İki ulusun da aynı Ari kesiminden ve çıkarlarının da aynı olduğunu ve aynı amaca yani kendi bağımsızlıkları amacını güttüklerini belirtmekten şeref duyarız… Ermeniler hem de Kürtler iki ulusa da facialar getiren İttihat ve Terakki Komitesinin resmi ve gayri resmi kabinelerinin boyunduruğundan kurtulması zorunlu bulunmaktadır…” ifadeleri kullanılmakta ve “…Birleşik bağımsız Ermenistan ile bağımsız bir Kürdistan yaratılması ve kurulacak devletler… yardımlarını esirgememelerini rica ederiz… açık bir şekilde sizleri temin ederiz ki bunların bir çözüme bağlanmasını barış toplantısının kararlarına bırakıyoruz… çünkü verilecek kararın adaletli bir şekilde verileceğine eminiz…” denilerek “…aynı zamanda her iki devletimizin de içinde yaşayan azınlıkların hukuki haklarına saygı göstermek konusunda da tam bir birlik içinde olduğumuzu da bildiririz…” ifadeleri kullanılmaktaydı.

Paris’te yapılan Ermeni-Kürt Antlaşmasına ilk tepki bugün dahi kanaat önderi olarak kabul edilen Said-i Kürdi’den geldi. “Şerif Paşa gibi 5-10 şahsın Kürt Milletini temsil etme yetkisinin olmadığını, Kürt Milleti’nin hakiki temsilcilerinin Osmanlı Meclis-i Mebusan’daki mebuslar olduğunu Kürtlerin ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih edeceklerini…” söyledi.

Aynı şekilde Ankara Hükümetini temsil eden M.Kemal, Paris’teki gelişmeleri dikkatle takip ederken Ermeni-Kürt Antlaşmasının bozulması için elinden gelen bütün yol ve yöntemleri kullanmıştır. Kürt ulusal kimliğinin yerine “Müslüman-din birliği” üzerinde durarak Kürtlerin kendi ulusal haklarını savunmasının, dahası kazanmasının önüne geçmiştir. M.Kemal, Kürtlerin bağımsızlık hareketine karşı “Kürt Kurtuluş Mücadelesi, Müslümanlığa karşıdır” propagandası yürüttü. “İslamlar arasında kan dökülmesi günahtır, hilafete bağlı olun” çağrısında bulundu. Buna paralel Ankara Hükümeti ve İttihatçılar, –kendileri İngilizlerle görüşür ve pazarlık yaparken– Kürt ulusal bağımsızlıkçılarını “İngiliz ajanları” olarak karalamama propagandası yürüttü. Nitekim Ankara Hükümeti, İngilizlerle pazarlık yaparken 1921 yılında Koçgiri Kürt Ulusal Mücadelesini kana boyadı.

Ankara Hükümeti ve M.Kemal, kendileri açısından tehlikenin farkında olarak Kürt aşiretleri üzerinde yoğun bir diplomasi yürüttü. İttihatçılar, İslam kartını kullanarak Kürt aşiretlerini yanlarına çektiler. Bunda Kürt aşiretlerinin Ermeni Soykırımı’nda oynadıkları rol ve gasp edilen mallardaki payları da etkili oldu. M.Kemal’in emir ve direktifleri doğrultusunda Kürt aşiret reislerinin Paris Barış Konferansı’na arka arkaya göndermiş olduğu protesto telgraflarından sonra Şerif Paşa baskılara dayanamayarak delegasyon olmaktan vazgeçmiştir.

Tarihte ilk defa Paris Barış Antlaşması’yla Sevr’de savaşın galibi devletler bir Ermenistan ile Kürdistan kurulması konusunda anlaştılar. Bu antlaşmaya taraf olan Osmanlı Devleti adına İstanbul Hükümeti de Antlaşmayı kabul etmiştir.

Bu anlaşma tarihte ilk defa “Kürt ulusunu kendi kaderini tayin etmesini kabul eden ve Kürdistan bağımsız bir devlet olabilme hakkını tanıyan, ilk ve tek uluslararası antlaşma metnidir.” Benzer şekilde aynı anlaşmada Ermenistan’ın kurulması ve sınırlarının Bitlis-Van-Erzurum-Trabzon’a kadar olması onaylanarak, Kürtlerle beraber Ermenistan Devleti’nin kurulması da kararlaştırıldı.

10 Ağustos 1920 tarihinde onaylanan ve uluslararası bir antlaşma olan Sevr Antlaşması, Ermeniler ile Kürtler arasında “yeni bir sayfa açılacak” umuduna dönüştü. Fakat bu umut daha başlamadan sonlandırıldı. Sevr uygulamaya geçmeden kaldırıldı. Çünkü emperyalistler, Anadolu’da gelişen hareketin kontrollerinden çıkma tehlikesini göze alamadılar. M.Kemal önderliğinde İttihatçılar, Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’nin emperyalistler üzerindeki etkisini de kullanılarak emperyalistlerle anlaştılar. Emperyalistler kendilerine sadık bir Türk hükümetini, Bolşeviklerle aralarında bir tampon bölge olarak kabul ettiler. Sevr Anlaşması’nda Ermenilere ve Kürtlere vaat edilenler kağıt üzerinde kaldı. Emperyalistler kendileriyle işbirliğine giren Kemalistleri tercih ettiler.

 

Kemalizm anti-emperyalist değildir

Türkiye yeni bir yüzyıla girerken I. yüzyılda yaşanılan TC’nin kuruluş sürecinde Ermeni-Rum ve Hıristiyan halkların yok edilmesinin sorumlusu olan İttihat ve Terakki yönetimi ile devamı olan Cumhuriyet dönemi bugün halen tartışılan konuların başında gelmektedir. Döneme damgasını vuran M.Kemal ve onun pratiğine atfedilen Kemalizm ideolojisi hakkında “ilerici”, “anti-emperyalist”, “solcu”, “devrimci” gibi gerçeklikle ilgisi olmayan değerlendirmeler yapılmaktadır. TC devletinin kurucu ideolojisi olarak süreç içinde şekillenen ve gerçekte İttihatçılığın devamı olan Kemalizm’in, Türk devletinin kurucusu sınıfların yanında halk saflarında olan, kendine devrimci ve hatta “komünist” diyen anlayışlar “eksiklik”leriyle birlikte savunmaktadırlar.

Oysa bugün Kemalizm’i savunmak TC devletinin uygulamış olduğu kırım ve katliamları savunmak anlamına gelecektir. Gelinen aşamada özellikle Kürt ulusal mücadelesinin pratiğiyle birlikte daha bir görünür olan Kemalizm’in karşı devrimci ve halk düşmanı yüzü, yüzyıl önce TC devletinin kuruluş yıllarında Ermeni-Rum ve Süryanilerin, Hristiyan halkların soykırıma uğratılması ve mallarına çökülmesi pratiğinin üzerinde yükselmiştir. Kemalizm bu sınıfların Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde kurdukları “yeni” devletin kuruluş ideolojisi olarak şekillenmiştir. Böyle olduğu içindir ki, geçmişte Hristiyan halklara, süreç içinde de Kürt ulusuna ve Alevi inancına yönelik saldırılar, kitlesel katliamların ideolojisi olmuştur.

1968 devrimci kuşağında yaşanılan tartışmaların başında gelen “Kemalizm Sorunu” olurken THKO-THKP-C-PDA-AYDINLIK gibi gruplar Kemalizm’i “anti-emperyalist”, “solcu”, “devrimci” olarak ilan ederlerken, bugün verdikleri mücadelenin “II. Kurtuluş Savaşı”, kendilerinin de “Kuva-i Milliyeciler” olduklarını ilan etmişlerdir. Şimdilerde bu savunu “Cumhuriyet’in yarım kalmış kazanımlarını sürdürmek”, “M.Kemal’in cumhuriyetinin eksik bıraktıklarını tamamlamak” olarak savunulmakta ve propaganda edilmektedir.

Kemalizm’e yönelik bu türden değerlendirmeye karşı geçmişte ve günümüzde mücadele eden İbrahim Kaypakkaya önderliğinde proletarya partisi olmuştur. Kaypakkaya “Kemalist diktatörlük işçiler-köylüler şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde Askeri Faşist bir diktatörlüktür” tespitini yaparken azınlıklar ile Kürt ulusu hakkında yeni kurulan devletin “azınlık milliyetleri ve özellikle Kürt Milletini amansız milli baskı politikasıyla ezdi, kitle katliamlarına girişti, Türk şovenizmini bütün gücüyle körükledi” tespitini yapmakta ve Kemalizm’e anti-emperyalist yakıştırmaların aksine “Kemalistler daha Kurtuluş Savaşı yıllarındayken emperyalistlerle işbirliğine giriştiler” değerlendirmesinde bulunmaktadır.

Bugün Kaypakkaya geleneği ile her türlü “sol-sosyalist-ilerici-devrimci” kesim arasında süregelen politik mücadelenin başında gelen Kemalizm konusu kırılma noktasıdır. Kaypakkaya çizgisi; “Ermeni soykırımı ile yüzleşme, Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı” gibi konularda diğer tüm kesimlerden ayrı bir değerlendirme yapmıştır. Bu ayrıksı tutum ve tavır, günümüzde örneğin Rusya emperyalizminin Ukrayna’ya yönelik işgal saldırısında ya da sosyal şovenizm konusunda önemli bir turnusol işlevi gören Azerbaycan-TC ortaklığıyla Artsakh’a yönelik işgal saldırısına karşı tavırda da kendini göstermektedir. Daha yeni Artsakh’a yönelik işgal saldırısı ve katliamları gündeme geldiğinde, neredeyse herkes “vatan bölünmezliği ve milletin birliği” gibi şovenist politikalarla hareket ederek TC devletinin yedeği durumuna düşmekte ve TC devleti saflarında yer almaktadırlar. Kaypakkaya çizgisi ise bu konuda isabetli ve doğru bir tutum takınmıştır.

TC devletinin kuruluş döneminde emperyalist devletlerin kendi çıkarlarını öncelediği, bu anlamıyla güvenilmez oldukları yaşanan acı tecrübelerle ortaya çıkmıştır. TC’nin kuruluşunun öngünlerinde emperyalistler Sevr’de “Ermenistan ile Kürdistan” devletlerinin kuruluşundan bahsederken, İttihatçıların önderliğinde gelişen hareketle anlaşma yoluna gitmişlerdir. Bu devletler soykırımdan, Hristiyan halklara karşı işlenen suçlardan bahsederken, Lozan’da her şey tersine dönüşerek halklar reddedilmiş, savaş ve soykırım suçu işleyen İttihatçılarla pazarlık masasına oturulmuş ve TC devletinin kurulması kararlaştırılmıştır.

TC devletinin kuruluşu için “milat” kabul edilen 19 Mayıs 1919 tarihi sonradan uydurulmuştur. “Kurtuluş Savaşı”nın örgütlenmesinde Osmanlı Devleti Harbiye Nezareti tarafından görevlendirilen M.Kemal, beraberindeki askeri heyet ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a okullarda öğretildiği gibi gizlice değil İngiliz işgal kuvvetlerinin onayı ve vize işlemlerinin tamamlanmasından sonra gidebilmiştir. Bu nedenle o dönemin gazetelerinde M.Kemal için “İngiliz ajanı” olduğu yorumları yapılmıştır.

M.Kemal’in Samsun’a çıktıktan sonra ilk adımı, Karadeniz bölgesinde Ermeni ve Rumlara yönelik akıl almaz suçlar işleyen soykırımcı Topal Osman ile görüşmek olmuştur. Ardından da “Amasya Tamimi” diye kaleme alınan metinlerle “Ermeni ile Rumlardan kurtarılmış bir vatan” kurulması, Osmanlı’nın içinde bulunduğu bu kötü durumdan kurtarılması için seferberlik vb. kararlar almıştır.  Bu seferberlikte söylenildiği gibi İngilizlere-Fransızlara karşı “bir kurşun” dahi sıkılmamıştır.

Arkasından Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Ermenilere ve Rumlara karşı örgütlenme yapılmıştır. Bu kongrelerin katılımcılarının Anadolu’da Ermeni, Rum ve Süryanilerin mallarına çöken yerel eşrafın temsilcileri, savaş suçlusu İttihatçı artıkları, gerici şeyhler vb. olması, örgütlenen direnişin, emperyalist işgale karşı değil de geri dönme ihtimali ortaya çıkan Ermeni ve Rumlara karşı olduğunu göstermektedir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra emperyalistler M.Kemal önderliğinde İttihatçıları bir güç olarak kabul etmişlerdir.

Ermeni ve Rum halkının malları üzerinden palazlanan Türk hakim sınıfları, Osmanlı Hükümeti’nin önce Mondros Mütarekesi ardından ise Sevr Anlaşması’yla emperyalistlerin özellikle Ermeni ve Rumlar konusunda taleplerini kabul etmesine itiraz etmiştir.

Bu itirazda İttihatçılar, Kürt aşiretlerini yanlarına çekmek için İslamiyet’i kullanmışlarıdır. Emperyalistlerle yürütülen pazarlıklarda Kemalistlerin Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’in “Kürtlere buraların Ermenistan olacağını söyleyiniz, o zaman hemen size katılacaklardır …” ifadeleri bu anlamda dikkat çekicidir. Dönemin İttihatçı kadroları, Kürtleri kendilerini desteklemeye ikna etmek için bir yandan İslamiyet’i kullanırken diğer yanda Ermeni tehdidini ileriye sürmüşlerdir. Ve Kürtleri kendilerini desteklemeye ikna etmişlerdir. Ne var ki Kemalistler Lozan’da emperyalistlerden istediklerini aldıktan sonra ilk yöneldikleri Kürtler olmuştur.

 

Kemalizm; İttihatçılığın, Kuvay-i Milliye Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamıdır

TC kuruluşunun 100. yılında iktidarı elinde bulunduran AKP-MHP ile muhalefette bulunan Türkiye’nin kurucu partisi CHP arasında süren tartışmalarda, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun her dakika övünerek söylediği “Bizler Kuva-i Milliyetçileriz” sözüne sıkça duymaya başladık. Cumhuriyetin ilk yüzyılında rejimin kurucusu olarak tarihe geçen M.Kemal’in yerini bu sefer ikinci yüzyıl Türkiye’sinin mimarı olarak bir başka “Kemal”in adı geçiyor. Bu “Kemal”in aslen katliama uğratılan Kürt ve Alevi kimliği ise tarihsel bir ironiden öte TC rejiminin gelinen aşamada katettiği yolu gösteriyor. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında, Kürt ve Alevi kimliğini kabul etmeyen, kendisinin “Horasan Erenleri” soyundan geldiğini iddia eden ve Kemalizm’in ideolojik şekillenmesinden geçen bir Kemal, cumhurbaşkanı yapılmak isteniyor…

Müttefik devletlerinin Türkiye’nin geleceğini M.Kemal ile devam ettirme konusunda karar kılındıktan sonra 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’de alınan ilk kararlarda, “Ermeni soykırımı suçluların serbest bırakılması” tesadüf değildir. Ankara Hükümetini kuran İttihatçılar ve M.Kemal, yurtdışında haklarında “idam kararı” olan “kaçak” İttihat ve Terakki Partisi yöneticileri soykırımcı Talat-Enver-Cemal ile de irtibatlarını hiç kesmeden devam ettirmiştir.

Buna paralel soykırım suçu işleyen eli kanlı katiller, cumhuriyetin kuruluşunda aktif rol almış, rejimin kritik kademelerinde görevlendirilmiştir. Örneğin Şükrü Kaya, soykırım suçluların olan “Malta Sürgünleri”ndendir. Bu suçlu daha sonra CHP Genel Sekreteri olmuş, İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Bir başka soykırım suçlusu Abdülhalik Renda; TBMM Başkanlığı, Maliye-Milli Eğitim-Savunma Bakanlığı yapmıştır. Soykırımın birinci dereceden faillerinden Mehmet Talat’ın kayınbiraderidir. Bu kişi, Muş bölgesinde binlerce insanı diri diri yakmıştır. Bir başka soykırım suçlusu Rauf Orbay, “Hamidiye Kahramanı” olarak adını duyurmuş, milletvekilliği ile başbakanlık yapmıştır. Bir başka soykırım suçlusu Hasan Tahsin (Uzer), İttihat Terakki Valisi, M.Kemal döneminde milletvekili olmuş, III. Ordu’da görev almıştır.

M.Kemal’in bizzat kendisi İttihatçıdır. M.Kemal, Selanik’te İTP’ye 322 numara ile kaydolmuştur. Nitekim İngiliz emperyalistlerini “İttihatçıların yargılanması” çağrısına karşılık “Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim! Fakat müsaadenizle söylemeliyim ki İttihat ve Terakki Partisi vatanperver bir cemiyet idi” sözleriyle soykırım suçunu işleyenleri “vatansever” olarak gördüğünü açıklıkla ifade etmiştir.

Bizzat M.Kemal’in ifadeleriyle anlaşılacağı üzere, TC devletini kuran kadrolarda “vatanseverlik”, Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda paylaşım savaşına dahil olan ve bu savaş sırasında soykırım suçu işleyen ve dahası savaşı kaybedince çöktükleri Ermeni, Rum ve Hristiyan halkların servet ve mallarının geri alınması ihtimali karşısında direnişe geçmektir! Binlerce yıldır kendi anavatanlarında yaşayan halkları emperyalist çıkarlar uğruna soykırıma uğratıp, zenginliklerine çökmek vatanseverlik olarak görülmektedir. Bu çizgi aradan yüz yıl geçmiş olsa bile halen yürürlüktedir. Bu kez hedefte Kürt ulusunun ulusal hakları vardır. Kürtlere yönelik saldırganlık vatanseverlik olarak propaganda edilmektedir.

Yüzüncü yılını geride bırakan cumhuriyetin resmi tarihte anlatıldığı gibi emperyalizme karşı değil de Anadolu’da binlerce yıldır yaşayan Hristiyan halklara karşı verildiği, bu halkların mallarına-servetlerine çöküldüğü gerçeğinin bilinmesi, günümüzde yaşananları anlamak ve değerlendirmek açısından önemlidir. TC devleti, savunulduğunun aksine emperyalizme karşı direniş içinde değil Ermeni ve Rumlar başta olmak üzere Anadolu’daki Hristiyan halklara karşı savaş içinde kuruldu. Amaç, Türk ve İslam bir rejim kurmaktı. Bu amaç doğrultusunda Kürtlerin Hristiyan halklara karşı İslam kartı kullanılarak Türkleri desteklemesi sağlanmış, devletin temelleri atılınca da bu kez hedef Kürtler olmuştur.

“Kurtuluş Savaşı” denilen olgunun gerçekte “emperyalizmden değil de Anadolu’daki Hristiyan halklardan kurtulma savaşı olduğu” gerçeği, savaşı örgütleyenlerin konumundan rahatlıkla anlaşılır. Nitekim “Milli Mücadele” Ermeni ve Rumların yaşadığı ve soykırıma uğratıldığı illerde “Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” üzerinden örgütlendi. Müdafaa edilen hukuk ise emperyalist işgal değil emperyalistlerin kendileri yerine Ermeni ve Rumları tercih etme ihtimaliydi.

İlk dernekler ise Erzurum ile Trabzon’da kuruldu. Amaçları arasında “azınlıklara karşı silahla karşı konulması” yer alıyordu. Bu Cemiyetlerin üyeleri, Kuvayi-i Milli çetelerini örgütleyenlerdi. Bu çeteler çeşitli suçlardan, katliamlardan aranan eski eli kanlı Teşkilat-ı Mahsus-a birliklerinde görev almışlardı. Bu suçlular, yargılanmamak ve daha da önemlisi el koydukları malları ve servetleri geri vermemek için direnişe geçmişlerdi.

Resmi tarihin yazdığı ve okullarda anlatıldığı gibi “ilk kurşun” Ege’de İngilizlere, Antep’te Fransızlara, İtalyanlara; paylaşılan her bir karış toprağı işgal eden emperyalistlere karşı değil 1918’de Maraş bölgesinde intikam almak için geri dönen Fransız üniformalı Ermenilere karşı atıldı.

Müdafaa-i Direniş dernekleri, emperyalizme karşı değil “Ermeni ve Rum Devleti kurulacak” propagandasına karşı mücadele etti. “Ermeni ve Rumlar geri dönecek ve intikam alacak” propagandası yaygın ve yoğun olarak yapıldı. Ermeni ve Rumların mal ve zenginlikleri sayesinde zenginleşen Türk eşrafı, Fransızlarla görüşerek “Ermenileri istemediklerini” söylediler. Onların yerine Kuzey Afrikalı Müslümanların yerleştirilmelerini talep ettiler. Kürt feodalleri de Ermenilerin dönüşünü istemedikleri gibi Kilikya bölgesinde de aynı durum yaşandı.

M.Kemal’in o sırada en sık kullandığı “Türk ve Kürtlerin Birliği” propagandasında da görüldüğü gibi “din kardeşliği, Müslümanlık”la, Kürt feodalleri, eski ittihatçı yeni Kemalistlerin yanında yer almıştır. Kemalistler, “Ermeniler gelecek, mallarınızı ellerinizden alınacak” diyerek Kürtleri saflarına çekmiştir. Bu politika zamanla karşılık bulmuştur.

Kırım ve katliamları düzenleyen Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri, Kuvayi-i Milliye birliklerinin temelini oluşturmuştur. Örneğin Ege Bölgesi’nde, Yunanlılara karşı ilk direnişi örgütleyen birlikleri kuranlar eski jandarma Komutanı Albay Avni (sonra milletvekili oldu), Adana Ermeni katliamlarından aranmaktadır. Yüzbaşı Sarı Edip (Efe) gibi eskiden Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri olarak Erzurum katliamından aranan birçok kişi; Yüzbaşı Süleyman Sururi, Köprülü Hamdi Bey, Halit Paşa, İzmir Polis Müdürü Hacı Muhiddin vb. Ege bölgesinde direnişi örgütleyen katliam suçlularıdır.

Bu katliam ve soykırım suçluları arasında en bilineni sonradan “Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanı” olarak Cumhuriyet döneminde görev yapan Topal Osman’dır. Topal Osman, Karadeniz bölgesinde on binlerce Ermeni ve Rum’u katletmiştir. Halkı kiliselerde, mağaralarda, gemi kazanlarında vb. toplayarak yakmıştır. Bu katil, Rum ve Ermeni katliamlarından dolayı aranmaktadır. Dağa çıkmış, çete kurmuştur. Bu kişiyle birlikte Karadeniz’de “direnişi” örgütleyen eski Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurucu üyeleri Ahmet Barutçu, Yarbay Halit, Yahya Kaptan’dır. (Bu kişi Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katliamından sorumludur.)

Marmara Bölgesi’ni içine alan Adapazarı-İzmit Bölgesi’nde Kuvay-i Milliye kurucuları arasında Dayı Mesut, Yahya Kaptan, Kara Aslan, İpsiz Recep’dir. Bu kişiler Ermeni katliamlarından aranan ve dağa çıkan, elini Ermeni kanına bulaştırmış kişilerdir.

Kısaca Kurtuluş Savaşı denilerek örgütlenen ve TC devletinin kurulmasıyla sonuçlanan süreçte, soykırım suçlularının, eli kanlı katillerin rolü vardır. Cumhuriyet denilen rejim bu kişilerin pratiği üzerinden katliamlarla, Ermeni, Rum ve Süryanilerin, Hristiyan halkın mallarına ve servetlerine çökerek kurulmuştur.

 

Lozan Görüşmelerinde azınlıkların durumu

Lozan görüşmeleri, 1922’de başladı. Ermeniler görüşmelere katılmak için çok çaba harcadılar ama olmadı. 1920’lerde Ermenilere ve Kürtlere haklar verilmesinden bahseden emperyalist güçler, bu görüşmelerde başta Ermeniler olmak üzere azınlık milliyetlerin temsil edilmesini kabul etmediler. Emperyalistler, Kemalistlerle anlaşma yoluna giderken Sovyetler’de gerçekleşen devrimin dünya halklarına örnek olmasından çekinmişler ve kendi kaderlerini ellerine alma mesajı vermesinden korkmuşlarıdır. Bu nedenle emperyalistler, kendi çıkarlarıyla işbirliği içinde olacağını her fırsatta beyan eden Kemalistler önderliğinde yeni TC rejiminin kurulmasını onaylamışlardır.

Konferansa Türkiye adına temsilci olarak katılan İ.İnönü yanına iki “Kürt’ü “numunelik” olarak götürmüştür. Böylelikle Ankara Hükümeti’nin Kürtleri de temsil ettiği mesajı veriliyordu. Konferansta Ermenilerin esas değil alt komisyonlara katılmaları kabul edildi. Sevr’de Ermeni devletinin kurulmasını isteyen devletler, bu sefer 180 derece dönerek Misak-ı Milli sınırları içerisinde Ermenilere bazı haklar verilmesinin güvencesinin verilmesini talep ettiler. Bu talebe İ.İnönü “Ermenilerin diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olduklarını, hiçbir engelle karşılaşmayacaklarını” yanıtını verdi.

İsmet İnönü Lozan’a giderken 14 maddelik bir talimat ile yola çıktı. Ermenileri ilgilendiren 1 ile 9.  Maddelerdi. 1. Madde, Doğu sınırı ile ilgili idi: “Ermeni yurdu söz konusu olamaz, olursa görüşmeler kesilir”di. 9. Madde ise azınlıklarla ilgili idi: “Esas mübadeledir… Ermeni yurdu meselesinde Türkiye savaşı göze alabilecek kadar kesin olarak kararlıdır. Ermeni yurdu istenirse… görüşmeler derhal kesilecektir… konuşulmayacak… tartışılmayacak… ülkenin bütünlüğü bozulur”du.

31 Aralık 1922 tarihli oturumunda ise İ.İsmet Türkiye adına “Türkiye ülkesinin parçası olan bir toprağı Ermeni yurdu kurulmak üzere Türkiye’den ayrılmasına, Türkiye’nin bölünmesine yeni bir girişim olarak saymak zorundadır. Türkiye’nin anayurttan ayrılabilecekleri bir karış toprağı yoktur” dedi. Aynı şekilde “gerek Ermeniler gerek Asuriler-Keldaniler konusunda kendisine yönetilmiş bütün sorunları, bunları görüşülmez saydığını açık ve kesin bir şekilde bildirdi.” Nitekim Türk heyeti, Fransız delegasyonun konuşma yapacağı sırada “Ermeni-Asuri ve Keldani’lerin geri dönmeleri ve kendilerine yurt verilmesi konusu ele alınmak istendiği oturumu görüşme sırasında terk ettiler.”

Dönemin İttihatçısı yeni kurulacak cumhuriyetin Başbakanı Rauf Orbay, 17 Aralık 1922 tarihinde Lozan Heyeti’ne şu talimatı verdi. “Memleketini terk etmiş olan Ermeni muhacirlerin tekrar aidetlerine muvafakat edemeyeceğimizi arz ederim.” Böylelikle TC rejimi kurulurken Ermenilerin anavatanlarına dönme taleplerini kesin dile ret etmiş artık Ermenileri Türkiye’de görmek istemediklerini özellikle belirtmiştir. Cumhuriyetin başlangıcından bugüne kadar bu politika izlenerek Ermeniler adım adım Türkiye’den-Anadolu’dan katliamlarla, tehditlerle uzaklaştırılmışlardır.

Lozan’da geri dönmek isteyen mal-mülk ve zenginliklerini geri almak isteyen Ermenilere ise sorunlar çıkarıldı. Ermeniler Türkiye’den sonuna kadar müzakerelerde geri dönüşü hakkında garanti almak istediler. Ama İ.İnönü “Türk hükümeti… yeni hiçbir hükmün altına girmeyecektir” dedi. İngilizler geri dönecekler için garanti istemelerine rağmen bu talepte kesin olarak reddedildi. Türkiye’nin bu kadar kesin ve net karar almalarının gerekçesi “ulusal güvenlik kaygılarına” dayandırıldı. İ.İnönü açıkça ifade etmektedir.

Türk Heyeti, “Türkiye’den ayrılmış olan kimselerin Türkiye’ye kitle halinde dönüşlerini istememektedir.” Sanki bu insanlar ülkelerini-topraklarını-zenginliklerini “gönüllü olarak” terk etmişler gibi davranılmıştır. Soykırıma uğratılan, kitleler halinde tehcire maruz bırakılan Ermenilerin geri dönüşü kendi çıkardıkları kanunla yasaklamışlardır. “Türk kanunlarına göre Türk uyrukluğunu yitirmiş kimseler artık Türkiye’ye ülkesine giremeyeceklerini” kanunla belirlemişlerdir!

Yine başka kanunlarla mal ve mülklerinin sahiplerine verilmesini engellediler. Türkiye dışında yaşayan Ermenilerin tekrar geri gelerek mallarına sahip çıkmalarına engel oldular. Yalnız Türkiye’de yaşayan Ermenilerin mallarının geri verilmesi kararı alındı. Yurtdışında kalanlar bu karar dışında bırakıldı. Bu Ermenilerin Türkiye’de bile seyahat etmeleri izne bağlanarak zorluklar çıkartıldı.

Anlaşılacağı gibi Türkiye’nin Lozan’daki varlığının bir sebebi de Ermeni mallarının-zenginliklerinin geri verilmemesinin mücadelesi olmuştur. Nitekim eli kanlı bir başka İttihatçı olan Abdülhalik Renda, “bu kişilerin mallarını biz Emval-i Metruk-e’den sayıyoruz” demiştir. İzlenecek politika ise “bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkülat göstereceğiz” olarak belirlenmiş ve Ermenilerin malları ile zenginlikleri üzerine çökmekte kararlı olduklarını ifade etmişlerdir.

TC devletinin “tapu”su olarak ifade edilen Lozan’ın bir de bu yönü vardır. TC devleti, “kaçak” olarak “başkasının arsası” üzerine bina edilmiştir. Kaçak olarak inşa edilen bu binanın rahat yüzü görmeyeceği, her depremde sallanacağı ve çökeceği ise açıktır. Bu gerçek nedeniyle binayı inşa eden Türk hakim sınıfları yüzyıllık cumhuriyet tarihlerinde, gerek içerde ve gerekse de sınır dışında bölge halklarına rahat vermemiş, sürekli bir saldırganlık içinde olmuşlardır.

 

Çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan halk için yüzyıllık hapishane

“Cumhuriyet Türkiyesi”nin 1923 yılından 2023’e kadar 100 yıllık tarihinde bir avuç komprador burjuva ve toprak ağaları saltanat hüküm sürerken çeşitli ulus, milliyet ve inançlarda halk ile işçi ve köylüler için hapishaneye dönüştürülmüştür. Bu hapishane halen hüküm sürmektedir. Kemalistler daha ilk günden Erzurum ve Sivas Kongresi’nde “Biz Türkler ile Kürtler” vurgusu yaparak “Müslümanlık, ulusal haklar ve kendi kendini yönetme”den vb. bahsederek Kürtlerin desteğini aldılar. Lozan’da bile bu söylemi tekrarladılar. Ancak Kemalistlerin gerçek yüzü çok geçmeden 1921 yılında Koçgiri Kürt Hareketi’nin kanla bastırılmasıyla kendini göstermiştir.

1921 yılında Dersim ile Koçgiri aşiret reisleri Kürt halkının ulusal taleplerini dillendirdiler. Ankara Hükümeti’nin buna yanıtı, kendisi de soykırım suçlusu olan Merkezi Ordu Komutanı Nurettin Paşa tarafından verildi; “Zo’ları hallettik sıra Lo’larda”. Ankara Hükümeti Nurettin Paşa’ya bağlı birlikler ve Topal Osman’ın çetesiyle Kürtlere ilk “yanıtı” verdiler. Tam bir katliam yaşandı. Bu katliam sonucunda Ankara Hükümeti’nin Kürtler ve onların hakları söz konusu olduğunda tıpkı Ermenilere ve Rumlara uygulanan politikada olduğu gibi ret, inkar ve imha çizgisinde olacağını, erken bir tarihte gösterdi.

Aynı inkar ve imha politikası 1925 yılında Şeyh Sait İsyanında da kendini gösterdi. Kemalistler, ulusal yönleri de olan Şeyh Sait İsyanı’nı “İngiliz parmağı” olarak propaganda ettiler ve isyancılar üzerine şiddetle gittiler. İsyana katıldığı ileri sürülen 47 kişi derhal idam edildiler. Şeyh Said, idam sehpasında “torunlarımız bizden dolayı utanç duymaması lazım” dedi. 1928 Ağrı-1930 yılında Zilan İsyanı’nda (İhsan Nuri önderliğinde) kadın ve çocuklar açlık ve susuzluktan kırılırken uçurumlardan aşağı atılarak katledildiler. Yine 1938 Dersim Tertelesi’nde (Seyit Rıza önderliğinde) “mağaralara sığınan halk zehirli gazlarla fareler gibi öldürüldü.”

Görüldüğü gibi Kürt halk hareketleri geleneksel Türk politikalarının devamı olarak kanla bastırılmışlardır. Kendisi azılı bir İttihatçı olan sonradan TC devleti Cumhurbaşkanlığı da yapan Celal Bayar’ın Dersim Tertelesi’ndeki sözleri TC devleti gerçekliğini halen anlamayanlar için kulaklarına küpe olacak, ibretlik bir sözdür: “Arkadaşlar Türkiye Türklerindir, Türklere ait kalacaktır.”

1978 yılında Abdullah Öcalan önderliğindeki kurulan Kürdistan İşçi Partisi geçmiş Kürt isyanlarından farklıdır. Bu hareket sosyalizmden etkilenmiş, gerilla savaşıyla yüzyıllık TC devletine kök söktürmüştür. TC bu Kürt isyanını on binlerce Kürdü katletmesine, milyonlarca insanı yerinden yurdundan etmesine rağmen bitirememiştir. Bu hareket önderliğindeki Kürt isyanı sadece TC devletini değil Ortadoğu’yu etkileyen, uluslararası bir harekete dönüşmüştür.

“Son Kürt İsyanı”nında gösterdiği gibi TC’nin kuruluş yıllarından itibaren ret, imha ve inkar politikası yüzyıldır sürdürülmüştür. Yüzyıllık cumhuriyet tarihinde Ermeni-Rum ve Yahudilerden artık geriye bir “eser”’ kalmazken zorla Türkleştirme politikası Kürtlere de uygulanmaktadır.

Sadece Türkleştirme değil aynı zamanda egemen inanç olan Sünnileştirme de dayatılmaktadır. TC devletinin resmi kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yanında, tarikatlara ve cemaatlere verdiği destekle başta Alevi inancı olmak üzere ezilen inançlara karşıda ret, inkar ve imha siyaseti izlemektedir. Aleviler kendi inançları, gelenek ve görenekleri ile yaşama bir yana zorla “Sünnileştirme” ile karşı karşıya kalmışlar, katliamlara uğratılmışlardır. 1978’de Maraş Katliamı, 1980 Çorum Katliamı, 1993 yılında ise Sivas katliamı ile halk göçe zorlanırken, Ermeniler gibi halk çareyi yurtdışına göç etmekte bulmuşlardır. Ve en son 6 Şubat Depremleriyle resmen “kimliklerinden” dolayı ölüme terk edilmişlerdir.

100 yıllık Cumhuriyet tarihi, Ermeni-Rum ve Yahudi ve azınlık halkların yok edilme tarihidir. Yok edilme sadece TC devletinin kuruluş yıllarına özgü değildir. 1942-44 yılları arasında varlıkları her geçen gün azalan Hıristiyan azınlıkları ekonomik olarak yok etmek için CHP’li Başbakan Saraçoğlu yönetiminde yapılan gizli oturumunda alınan kararla çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu ile “ticaretin Türklere verilmesi amacıyla bu vergi kanununun uygulanacağını ve azınlıkların hedeflendiğini” belirtmektedir.

Arkasından gelen 6-7 Eylül 1955, Ermeni ve Rum halklarına girişilen saldırılar sonucunda yüzlerce insan katledildi, binlercesi göç ettirildi. Rum ve Ermeni halk adım adım Türkiye’den yaşam hakları ellerinden alınarak uzaklaştırıldı. Rahatlıkla denilebilir ki, yüzyıllık cumhuriyet tarihi azınlıkların katledilmesi, ret, inkar ve imha edilmesi tarihidir. Yüzyıllık tarih, Türkleştirme ve Sünnileştirme tarihidir.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu