GüncelMakaleler

AKP surlarında derin çatlaklar ve HDP’ye destek tavrı üzerine

Dogmatizmin mağazasında eşantiyon şekilde dağıtılan kalıplar, müşterilerinin gözlerini boyayabilir. Lakin o ezberden üretilen fikirden politikada doğru notayı basmak imkansızdır. Egemen sınıfların ezilenlerle yahut kendi içlerinde yaşadıkları tüm krizlerde, bir elimizin enselerinde olması, diğer elimizin ise ezilenlerle tutuşması bir zorunluluktur.

AKP’yi iktidara getiren etmenler AKP’yi götürecektir. Bu tespiti yapmak yanlış olmaz sanırız. Bunu genel bir teori çerçevesine aldığımızda karşımızda tarih ve sınıf mücadelelerinin deneyimleri ile defalarca ispatlanan bir gerçek çıkıyor. Komünist hareketlerin iktidarı ele geçirmesi için nasıl kitlelerin gücüne yaslanması gerekiyorsa bugün aynı gerçek hâkim sınıflar açısından da geçerlidir. Dolayısıyla proletarya ile burjuvazi arasındaki bu yaman ve uzlaşmaz çelişki sürekli bir şekilde toplum içinde örgütlenme mücadelesi olarak kendini gösterir. Bunlar arasındaki nitel tartışmalar bahse konu değildir.

Hâkim sınıfların bugün dünya genelinde kitlelere duyduğu ihtiyaç budur aynı zamanda. Dolayısıyla şunu açık bir şekilde söyleyebiliriz ki “kitlelerin gücü vezir de yapar rezil de.”

Tarihsel bir kronoloji çizmek değil belki ama 2000’li yıllar önemli bir dönemeçtir. Ortaya çıkan yönetememe krizi ve bunun ekonomik, sosyal ve siyasal nedenleri hâkim sınıf kliklerini sıkıştırmaktadır. Öyle ki bu kriz onların krizi olup halk kitlelerine yansımakta ve ezilenlerin bu nedenle öfkesi kabarmaktadır. Bugün tüm dünyada artan ekonomik baskılar ve kriz etmeni, emperyalist-burjuvazi açısından siyasal gericileşmeyi ve sağ partilerin yükselişini bir olgu olarak karşımıza çıkartmıştır.

Bu çelişkiler yaşadığımız coğrafyada AKP ile karşılık bulurken, artan siyasal-ekonomik baskı ikliminde kitlelerin ihtiyaçlarını ve arayışını engellemek, kitleleri sınıf mücadelesinden yalıtmak için ülkemiz hapishaneleri kan gölüne dönüştürülmüştür. Toplumsal psikolojide korku dağları yaratılmıştır. Detaylarına girmeyeceğiz ama 2000’li yılların siyasal ve ekonomik krizini ortaya çıkaran çelişkiler neticesinde AKP iktidara gelmiştir. Fazilet Partisi’nin geleneksel kesiminin içinde kopan ve özellikle tarihsel deneyimler ışığında orta burjuvaziyi arkasına alan yeni türeyen bir kanat olan AKP, tarihsel deneyimleri ile sırtını milli olamayan ancak millileşme hayali ile tutuşan burjuvaziye yaslayarak, emperyalistlerin konjonktürle uyum sürecine girerek iktidara gelmiştir. Bunun en net örneği olarak MÜSİAD’ın yaşadığı ekonomik gelişme gösterilebilir. AKP’nin ekonomik genişleme yıllarında bu oluşumun ülke ihracatındaki payını 2’ye katlaması, Türk inşaat firmalarının Irak, Gürcistan vb yerlerdeki faaliyetleri buna örnektir.

Bugün ülkemizde kimi sol çevrelerde seçimlerin mantığı halk kitlelerinin bir şeyi seçmediği, bunun ancak ve ancak bir formalite olduğu, kişileri veya klikleri iktidara getirenlerin emperyalistler olduğu şeklinde bir tespit söz konusudur. Bu tespit birçok açıdan doğru noktaları barındırsa da aynı zamanda eksiktir. Zira tarihsel perspektiften uzak olarak kitlelerin rolünü yadsımaktadır. “1950’de iktidardan düşen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, DP iktidarının kendisine de yönelen faşist baskıları karşısında, “demokrasi” havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yöndeki atılımını bir kaldıraç gibi kullanarak, 1960’da iktidarı tekrar ele geçirmiştir. Kitlelere yol gösterecek komünist bir önderlik olmadığı için, halkın muhalefeti, gerici kliklerden bazen birinin, bazen diğerinin peşine takılmış ve çarçur edilmiştir”( İ. Kaypakkaya, seçme yazılar Umut Yayımcılık syf: 61) tespitinden örnekle ülkemizde hâkim sınıfların kitlelerin muhalefetini ne biçimde ve hangi amaçla kullandığı ortadadır. Dolayısıyla bugün ülkemizde gerçekleşen politik süreçleri yorumlarken koşulların değişimine, çelişki ve hareket ilişkisine bakmak, bunu tarihselleştirerek köklerini aramak gerekmektedir. Bu yapılmadan hangi dala pineklenirse pineklensin aynı nağmeler söylenecek, her şey aynı görünecektir. Tarihten nağmeler dökmek ve güncel politikayı tarihten okumak tarihsel gericilik, güncel körlüktür. Dolayısıyla güncel politika, tarihsel çelişkilerden değil güncel çelişkilerden okunmalıdır.

Bugün ülkemiz derin bir krizin içerisinden geçmektedir. Bu kriz aslında ötelenen bir sürecin tekrar nüksetmesidir. Tarihsel açıdan ortaya çıkan bu krizin günceldeki tablosu 24 Haziran seçimlerini hazırlayan süreçtir. Birçok çerçeveden okuyacağımız bu sürecin belki de en öne çıkan etmeni ekonomik krizdir. Uzunca bir süredir kendi çemberi içinde bocalayan AKP mevcut paradigmayı her ne kadar kaydırsa da kendine çare bulamamaktadır. Kuşkusuz kendisini iktidara taşıyan bir kitle profili olsa da bu kitle yığını aynı zamanda kendisini sona erdirecek en önemli etmendir. Zira tarih boyunca ülkemizde komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları milli karakterdeki burjuvazinin çıkarlarını temsil etmemekte ancak onun gücünü kendi kuyruğuna takma peşindedir. Milli burjuvazinin çıkarlarını temsil ettiğini söyleyen komprador klikler bu temsiliyeti hiçbir zaman yapmamıştır. Bir demokratik devrim krizi olan ve bu çelişki etrafında duran milli karakterdeki burjuvazi “Bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yokluğu yüzünden, orta burjuvazi ve onunla birlikte emekçi halkımız, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki kliği arasında savrulmuş durmuştur. Türkiye’nin tarihi gerçeği budur. Zaman zaman orta burjuvazi bağımsız bir siyasi hareket olarak kendini göstermişse de, önemli bir varlık olamamıştır.”(İ. Kaypakkaya, age, syf 97)

Evet, bir demokratik devrim krizinden bahsettik ve bunun günceldeki görüngülerini sadece ülkemizdeki politik gelişmelerde değil, Ortadoğu genelinde başlayan kitlesel muhalefette gördük. Sınıf bilinçli proletaryanın varlığından yoksun topraklarda ortaya çıkan kitle hareketlerinde reformsal talepler demokratik devrim yolundaki kırıntılar olarak okunur ancak bu kırıntılar köklü bir değişimin parçası değildir.

Bu kapsamda Ortadoğu’daki kitle hareketlerini incelediğimizde karşımıza hakim sınıflar arasındaki dalaşta, ya da milli karakterli ancak dini görünümlü hareketlerin içerisinde değişim gösteren bir kitle çıkmaktadır. Dolayısıyla demokratik devrim sorunu ekseninde okumamız gereken bir çelişki söz konusudur. Bu yönlü dogmatik bir şekilde okunan klikler arası dalaşı salt emperyalizm ile ilişkiler kapsamında okumak tek başına yanlıştır. Gelişmelerde kitlelerin potansiyeli ve onların hangi çelişkiler ekseninde toplandığı her zaman dikkate alınmak zorundadır.

Kaypakkaya yoldaşın şu tespiti sanırım her şeyi özetler niteliktedir; “Türkiye’de orta burjuvazi ve bu sınıfa dâhil edilebilecek demokratik aydınlar, oldukça güçlüdür. Fakat her yerde olduğu gibi oldukça da miyop, uzlaşıcı ve kararsızdır. Barışa yatkındır. Fakat bu gücü arkasına takan büyük burjuva ve toprak ağaları kliği, hasmını alt edecek önemli bir koza sahip demektir.” … “Proletarya önderliğinde bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yaratılamamış olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhalefetinin, Komprador burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin bazen birini, bazen diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır.” (İ. Kaypakkaya, age, Syf:99)

Kaypakkaya yoldaş ülkemizde orta burjuvazinin ve halk kitlelerinin hakim sınıflar tarafından nasıl da kullanıldığını ortaya koyarken Mao Zedung yoldaş “Bu sınıf [orta burjuvazi], siyasi bakımdan, tek bir sınıfın yani milli burjuvazinin hakimiyeti altında bir devletin kurulmasından yanadır. Ancak, bu sınıfın milli burjuvazi hakimiyeti altında bir devlet kurma teşebbüsü pek mümkün değildir. Çünkü bugün dünyada iki büyük güç, devrim ve karşı-devrim son bir mücadeleye girmişlerdir. Her iki tarafın da birer büyük bayrağı vardır. Bunlardan biri Üçüncü Enternasyonal’in dalgalandırdığı ve bütün ezilen sınıfların etrafında toplandığı devrimin kızıl bayrağı; diğeri ise Milletler Cemiyeti’nin dalgalandırdığı ve dünyadaki bütün karşı-devrimcilerin etrafında toplandığı karşı-devrimin beyaz bayrağıdır. Ara sınıflar, bir kısmının sola dönerek devrime, diğerlerinin ise sağa dönerek karşı-devrime atılmasıyla, hızla parçalanmaya mahkumdurlar. Bu sınıfların bağımsız kalmaları olanaksızdır. Dolayısıyla Çin’deki orta burjuvazinin kendisinin önder olacağı bir ‘bağımsız’ devrim düşüncesi boş bir hayaldir.” (Mao Zedung Seçme Yazılar/1. Cilt/Sayfa 10-11/Eriş Yayınları) der ve milli burjuvazinin çıkarlarının toplandığı yeni tipte bir burjuva demokratik devrimi yani Yeni Demokratik Devrimi işaret eder. Dolayısıyla  bugün ülkemizde orta burjuvazinin de desteğini alan AKP iktidarı güncel politikada sürekli olarak yerli ve milli üretim propagandaları ile bu sınıfı memnun etmeye çalışmaktadır.

Paradigma felci ve dogmatizmin mağazası

“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.” (İbrahim Kaypakkaya, age, Syf 96)

İsyanlar silsilesi olarak ortaya çıkan Ortadoğu’daki halk isyanları sadece ülkemizde değil dünyanın hemen her yerinde politik hareketlerin kendilerini tekrar okumasına vasıl olmuştur. Ortaya çıkan çelişkiler ve eldeki tezlerin nelere cevap verdiği sorgulanır olmuştur. Ülkemizde ise Gezi İsyanı kapsamı itibari ile politik hareketlerin kendilerini sorgulamasına ve günceli yakalama kabiliyetinin ne denli  güçlü olduğuna dair soru işaretlerini gündeme getirmiştir. Bu durum oldukça önemlidir ve değişimi şart koşmaktadır. Komünist hareketler kendi etrafında oluşan enerjiyi  taşımakla mükelleftir. Bu enerji ekseninde değişime uğrar, onu taşır. Taşıdıkça değişir, değiştikçe de gelişir. Tıpkı nötron yıldızının kendi etrafında biriken enerjiyi taşıma kapasitesine bağlı olarak kendi kaderinin ortaya çıkması gibi.

Dolayısıyla bu enerjiden (kitlelerin gücü ve muhalefeti) yararlanamayan sadece komünist hareket değil bütün kitle hareketleri ya değişecek, gelişecek ya da gelişmeyerek parçalanıp sönümlenecek. Kaypakkaya’dan yapmış olduğumuz alıntıyı bu minvalde okumak lazım. Sadece proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşımdan ortaya çıkanı değil burjuvazi içindeki dalaştan dahi ortaya çıkan gelişmeleri gelişimin bir parçasına dönüştürmek azami derecede fayda sağlamak asli görevdir.

Bu bir çelişki okumasıdır ki bunun en berrak örneklerini proletaryanın tarihsel deneyimlerinden okumak mümkündür. Bu tarihsel veriler dönemin güncel verilerinden ortaya çıkmıştır ve bir gelişmenin sonucudur. Dolayısıyla tarihsel veriler ışığında ortaya çıkan sonuçlar bir kabul olarak görülebilir ancak günümüz çağının net ilkesi olarak okunamaz. Okunması gereken bir şey varsa o da tarihten bugüne kadar meselelere nasıl bakıldığı, hangi yöntemin kullanıldığıdır.

Dogmatizmin mağazasında sonuç bildirgelerine dair birçok klişe mevcuttur ve güncel modaya uyarlanırken bunun anti bilimsel müşterileri de az değildir. MLM bilimi tarihsel veriler yığını değil meselelere bakış bilimidir. Bu vesile ile bugün ülkemizde güncel politik gelişmeler tarihsel veriler ışığında okunamaz. Diyalektik ile okunur, yine diyalektik ile tarihselleştirilir ve bunun yansımaları takip edilerek taktik politika belirlenir.

24 Haziran seçimleri ekseninde ortaya çıkan verili durum TC devletinin bir krizin eşiğinde olduğunu göstermektedir. 2000’li yılların politik krizlerini kendisine kaldıraç olarak kullanan ve paradigma kaydırması yaparak tekeli kendi elinde toplayan AKP iktidarı yapısal sınırlarının krizini yaşamaktadır. Emperyalizme biatin ortaya çıkardığı zorunluluk açık ve nettir ki kendisine kaldıraç olarak kullandığı kitlelerle onu karşı karşıya getirmektedir. Şurası açıktır ki her ne kadar hakim sınırları iktidara taşıyan bir güç olarak kitleler süreç açısından bir kaldıraç olarak kullanılsa da açık bir şekilde bir uzlaşmazlık içinde aynı hakim sınıfı alaşağı edecek yapısal çelişkileri vardır. Bu çelişkilerin bilimsel tespitine kitleler varamasa da bunu kendi yapısı içinde yaşar. Bu bilince vakıf olan sınıf bilinçli proletarya ise bu aydınlanmayı yaratmak zorundadır.

Bu vesile ile şu soruyu sormakta fayda var. Kaypakkaya yoldaş iki klik arasındaki dalaştan dahi azami derecede fayda sağlamayı bir perspektif olarak görüyorsa, biz bugün ülkemizdeki politik süreci okurken, sosyal siyasal ve ekonomik veriler ışığında, seçimlerde HDP’yi destekleyerek gericilere karşı hamle yapmayı ve bu noktada azami fayda sağlamayı kendimize perspektif edinebilir miyiz, ki HDP bir gerici klik olmadığı halde?

Şurası bir gerçek ki Mao’nun perspektifi ile “toplumsal pratik bizi yadsıyorsa fikirlerimizi değiştirmeliyiz.” Toplumsal bütün veriler politikanın sürekli güncellenmesini şart koşmaktadır. Kaypakkaya’nın güncel olduğu meselesi onun dönemin meselelerine diyalektik eksenli bakışıdır. Diyalektik her zaman günceldir ve Kaypakkaya’yı da güncel yapan şey diyalektik materyalizmdir. Bugünde Kaypakkaya’yı güncelliğini tesis edecek olanlar ise biz onun ardıllarının Kaypakkaya’nın şahsiyetine değil onun da kendisine silah edindiği diyalektiğine sarılmasıdır.

Bunlar dogmatizmin mağazasında bolca bulunur ama diyalektik bulunmaz. Komünist usta ve önderlerde görülmesi gereken budur. Dolayısıyla yukarıda sorduğumuz sorulara güncel verilere ışığında bir EVET cevabı verebiliriz. Bugünkü temel hastalık bir bağlılık hastalığıdır. Değişimi tıkayan ve onu hapseden sorun tam da budur. Geçerli bir “modele” dogmatik bağlılık yeni olan bir modele geçmeye engel oluşturmaktadır. Yani bir anlamda düşünce katılığına tutulmak yeni bir durumu düşünmeme ya da reddetme sonucu yaratabilir. Buna açıkça paradigma felci diyebiliriz.

Bunun daha iyi anlaşılması için bir örnek vermek konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Evrenin merkezine dair yürüyen tartışmalarda Kopernik’e gelinceye kadar evrenin merkezinin dünya olduğunu öne süren Arsitotales’in ptolemaios evren kuramı geçerliydi ve bütün fizik ve uzay anlayışı bu kurama dayanıyor ve dolayısıyla da geçerli paradigma bu kabul ediliyordu. Öyle ki bu bilimsel bir çerçeveden öteye uzanmış bir dinsel gerçeklik hali almıştı. Kopernik evrenin merkezinin güneş olduğunu öne süren heliosentrik teoriyi ortaya attığında eski paradigmayı savunanlar ve din çevreleri bu anlayışa karşı çıktılar, ancak zaman içinde giderek azaldılar. Ve bu paradigma değişikliği neticesinde Kopernik yeni paradigmanın temelini oluşturdu. Ancak daha sonra bu görüşün de doğru olmadığı ve evrenin merkezi diye bir kavramın tartışmalı olduğu yaklaşımı geçerlilik kazandı. Buna karşın bugün hala dünyanın evrenin merkezi olduğuna inananlar var, bu kişi ve akımlar paradigma değişikliğine ayak uyduramadıkları için düşünce sistemini ileri götürememektedirler. Bu saplantı da yukarda değindiğimiz paradigma felcini oluşturuyor.

Güncel politika ekseninde verileri okumak görevlerimiz

2000’lere gelinceye kadar Türk devletinin dış politikası oldukça dikkat çekicidir. Öyle ki bu dönemde geleneksel resmi ideoloji etrafında toplanan ve iktidarda bulunan kliğin anlayışı ABD ve Avrupa eksenliydi. Ortadoğu politikası bu kliğin merkezinde değildi ve Ortadoğu “altın kural” biçimiyle adlandırılan “kavgaya karışmama, dışarıdan bakma ve gerektiğinde ara buluculuk yapma” kapsamındaydı. Bu resmi ideolojinin “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesine dayanıyordu. Bu ilke aynı zamanda Sovyetler Birliğinin etkisidir. 1990’larda Sovyetlerin yıkılması ile birlikte dağılan ülkeler ortaya çıkmaya başlayınca TC’nin bölgeye bakışı da değişime uğramıştır. Dönemin komprador kliği bu geleneksel ilkeyi devam ettirirken, AP, DP geleneğini oluşturan klik ise bunu İslam temelli bir zemine oturtarak milli meseleye dönüştürmüş, Türkiye toplumunun demografik ve psikografik etmenleri ile bütünleştirmiş ve politikayı iktidar mücadelesinde kitleleri arkasına almanın bir aracı haline getirmiştir.

2000’li yıllarda ABD bu yaklaşımı desteklemiş ve TC’ye özellikle Ortadoğu’da bölgesel bir rol vermiştir. Ayrıca toplumu sarıp sarmalayan ekonomik ve siyasal krizin ortaya çıkardığı toplumsal muhalefeti de bu sürece eklediğimizde AKP’yi iktidara getiren bütün veriler toplanmıştır. Emperyalizmin bölgesel imtiyazları ekseninde geleneksel Kemalizm politikalarını değiştiren ve yeni “altın kural”lar ekleyen AKP resmi ideolojinin güncellenmiş bir versiyonu ile topluma nüfuz etmeye başlamıştır. Resmi ideolojinin geleneksel portreleri ve bunun temsiliyetini taşıyan komprador klikler ise felce uğramış ve iktidar dalaşında muhalefet pozisyonu almıştır.

Bugün gerek AKP gerekse de CHP arasında yürüyen tartışmaları sistemsel okumak gerekiyor. Bu iki klik arasındaki tartışmalarda revaşa çıkan Kemalizm tartışması dikkat çekicidir. Bizim eksenimizde bu tartışmada AKP resmi ideolojinin yeni, CHP ise eski politikalarının dalaşmasını yapmakta ve bunu kendi sermaye çıkarları ekseninde yürütmektedir. Bugün neo-Kemalist bir parti olarak AKP 2001 yılında kendisini iktidara getiren gibi bir kriz ile karşı karşıyadır.

AKP’yi telaşlandıran bu kriz esasında TC devletinin yapısal krizidir. Ne neo-Kemalist ne de geleneksel Kemalist politikalar Türkiye’nin demokratik devrimini tayin edemez. Emperyalizm çağında burjuva demokratik devrimlerin proletaryanın omuzunda olduğu gerçeğini göz önüne alırsak bugün hakim sınıf klikleri arasında bocalayan sınıflar bu girdabı ebediyen yaşayacaklardır. Dolayısıyla 2000’li yıllar kendisinden önceki süreçlerden devraldığı krizi 2018’e devretmiştir. Bu kriz TC’nin Osmanlı’dan devraldığı sosyo-ekonomik bir krizdir. Emperyalizme bağımlılık ile feodalizmin kutsal ittifakının tezahürüdür. Bu krizi güncel veriler ışığında incelediğimizde TC hızla bir ekonomik daralmaya doğru ilerlemektedir ve bu daralma yüksek enflasyon ortamında gerçekleşmektedir. Bu stagflasyon yani yoksulluk ve ekonomik durgunluk ortamında enflasyonun yükselmesi anlamına gelmektedir. Türkiye ekonomisinin güncel kriz dinamiği, döviz-faiz kıskacı tarafından şekilleniyor olsa da bunun kökeni ülkede kapitalizmin dışa bağımlı olması ve emperyalist-kapitalist krizin ülkemizdeki yansımasıdır. Bu süreç burjuva iktisatçılar tarafından finansal istikrar ile fiyat istikrarı şeklinde tanımlansa da esas sorun belirttiğimiz TC’nin genetik sorunudur. Peki 2002 ve 2013 yılları arasındaki TL’de yaşanan değer artışı nerede durmaktadır? Bu emperyalistlerin bölgesel politikalarda kendi imtiyazlarını üretmek adına TC ekonomisine desteğinin sona ermesidir. Yani TC’nin lehine olan ve AKP’nin iktidarını pekiştiren küresel konjonktürün sona eriyor oluşudur. 2013 sonrasında TC’nin yaşadığı üç stagflasyon dikkatle incelendiğinde AKP’nin birincisinde çözüm sürecine gittiği  ikincisinde “çözüm süreci”ni sonlandırdığı,15 Temmuz’u planladığı ve Varlık Fonu’nu devreye soktuğu bir döneme denk gelmektedir. Şimdi ise üçüncü bir stagflasyona doğru ilerlemekteyiz ve bu mesele ise AKP’nin politikalarının artık tıkandığı bir süreci ifade ediyor ve Kandil’e operasyon tartışmaları gündeme getiriliyor.

Bu zamana kadar kendisini ekonomideki büyüme üzerinden pazarlayan AKP, özellikle mevcut “büyümenin” zarar görmemesi için faiz artışına gitmemesi ortaya bir döviz krizi çıkardı. Sektörel bir krize neden olan bu durum bankacılık sistemine de yansıdı. Şirketlerin döviz borçları AKP iktidarı tarafından 2008 krizinin etkilerini azaltmak ve hormonlu büyümeyi desteklemek için özel sektörün döviz biçiminde borçlanmasına olanak veren düzenlemeyi hayata geçirmesinden sonra hızla artmış durumdadır. Tüm bu gelişmeler, enflasyon artışı ve cari açıktaki tırmanma olarak görülürken döviz borcu olan şirketleri kurtarmak için yapılan faiz artışı dolayısıyla bir resesyonu açığa çıkardı. Dolayısıyla yavaşlayan ekonomi faiz artışı ile daha da yavaşlatıldı ve bu durum durgunluğa neden oldu. Bunun faturası ise kitlelerin cebine hortum olarak açığa çıktı. Seçim öncesi bu hırsızlığı bekleten AKP böylesi bir politikanın hayata geçirilmesinin kendi iktidarının sarsacağının farkındadır. Bu açıdan bunu şimdilik “Tüm vatandaşlarımızı, varlık barışından faydalanarak yurtdışında veya sistem dışında tuttukları paralarını bankalarımıza yatırmaya davet ediyorum” biçimiyle yapmaktadır.

Bugün seçimleri hangi parti kazanırsa kazansın kemer sıkma politikalarına gitmek zorunda ve IMF’in kapısını çalmak zorundadır. 2008 krizinin teğet geçtiği naraları atan ancak emperyalistlerin politikaları ile ayakta kalan kalan AKP 2013 yılında ABD merkez bankasının “miktarsal kolaylaştırma” denilen (quantitative easing) uygulamasını yakında sonlandıracağı ve faizlerin aşamalı olarak artırılacağı açıklaması ile paniklemiştir. Ki, bu temelde dikkat çekici bir veri olarak kırılganlık endekslerinde Türkiye ve Arjantin’in beklenen faiz artırımlarından en fazla etkilenecek ülke olarak geçmesi gösterilebilir.

Zira 2002-2013 yılları arası ekonomik açıdan hem AKP’yi koruyan hem de TC’nin ekonomik krizini öteleyen şey buydu. Ancak bunun sona ermesi ile TC’nin ve onun dümeninde oturan AKP’nin krizi derinleşti. Dolayısıyla güncele geldiğimizde AKP 2018’in kendisi için tehlike arz ettiğinin farkındadır. Bunun için hazır kriz tam patlamadan erken seçime gitme kararı alınmıştır. Şimşek’in “çatıyı güneşli havada onarmak gerek” (23 03 2018, Dünya gazetesi) şeklinde yaptığı açıklama derhal erken seçimlere gidilmesi gerektiği üzerine bir ilandır. Ancak açıktan ilan etmek gerekir ki AKP 16 yıllık iktidarı boyunca ilk kez bu kadar açıktan kontrol kaybı yaşamaktadır. İşleyen iktidar mekanizması işlemez hale gelmiştir. Neredeyse ekonomi profesörlüğünü (!) ilan etmenin öngünlerinde olan Tayyip Erdoğan’ın ilk Londra ziyaretinde faizlerle ilgili olarak “düşüreceğiz” yönlü tutumunun ardından dövizdeki tırmanış, kamuoyunun malumuydu. Bu gelişmenin ardından işleri toparlamak için yardım çağrıları yapan AKP’li Şimşek’in Londra’ya gitmesi ve Erdoğan’ın seçim beyannamesinde “Bugün olduğu gibi yeni yönetim sisteminde de para politikalarında küresel yönetişim ilkelerine bağlı kalmayı sürdüreceğiz, ama küresel yönetişim biçimlerinin de ülkemizi bitirmesine müsaade etmeyeceğiz.” (23 Mayıs 2018, Bloomberg) açıklamasının tercümesi efendilerine yardım çağrısı ve bunun için bir biat ilanıdır.

Ekonomik krizin cenderesinde ölüm kalım savaşı veren AKP, T. Kürdistanı’nda sandıkları taşıyarak Kürt ulusunun seçime katılmaması için elinden geleni yapmakta, batıda faşist saldırıları organize etmektedir. Ancak HDP’nin barajı geçeceği gerçeği onun krizini derinleştirmektedir. Bu açıdan her zaman yaptığı gibi toplumsal muhalefeti bastırmak, siyasi soykırımları hızlandırmak gibi bir amaçla şovenizmden beslenmeyi amaçlamakta, İP (“İYİ” Parti) tabanındaki sağcı faşist oyları almak için Kandil’e operasyon planları ve Yunanistan hudutlarında şov yapmakta ve gerçekleştirdiği katliamlar ile kendine kan taşımak istemektedir.

İşte 24 Haziran seçimleri ülkemizde imha, inkar, asimilasyon, işsizlik, yoksulluk ve sömürü girdabının arttığı böylesi bir dönemde gerçekleşmektedir. Gerçeğin malumu buyken gerçeğin ilanı ise hakim sınıfların dalaşına ve bunun halk kitlelerine dönük saldırılara dönüşmesine karşı set çekmektir. Yönetememe krizi yaşayanların çelişkilerini yönetmek, krizlerini büyütmek ve bu dalaşta kaosun verili durumundan yararlanmak gerekmektedir. 24 Haziran seçimlerin kuşkusuz mülkiyet ilişkilerindeki değişimi yaşamayacağız. Ancak bu sürecin oluşum evresinde bu ve buna benzer ve hatta bundan daha şiddetli politik süreçleri yaşayacağız.

Bu nedenledir ki, sürece yönelik belirlenecek devrimci politikanın tüm bu mikro ölçekli gelişmeleri ölçme ve bunun makro boyutlardaki karşılıklarını görme zorunluluğu vardır. Bu tahlil temelinde devrimci politika, sürece en etkin müdahale kanallarını bulmakla, pratik politikanın sahasında aktif tutum almakla yükümlüdür.

Bu temelde, politik süreçlere anlam atfetmek yerine anlam çıkarmak, koşulları görmek, ilişkileri kavramak, çelişkileri hesaplamak, hareketi izlemek; bunu tarihselleştirerek, bugündeki biçimi fark etmek ve değiştirmeye yönelmek şarttır. Her verili durum bir gerçeği gösterir. Görmek için biyolojik göze değil diyalektik göze ihtiyaç vardır.

Dogmatizmin mağazasında eşantiyon şekilde dağıtılan kalıplar, müşterilerinin gözlerini boyayabilir. Lakin o ezberden üretilen fikirden politikada doğru notayı basmak imkansızdır. Egemen sınıfların ezilenlerle yahut kendi içlerinde yaşadıkları tüm krizlerde, bir elimizin enselerinde olması, diğer elimizin ise ezilenlerle tutuşması bir zorunluluktur. Güncel bütün gelişmeler bizlere hakim sınıf ve kliklerinin yaşadığı krizi ortaya koymaktadır. HDP barajı geçemezse tek başına elde ettiği iktidarı sürdürmek için diplomatik görüşmeler yapacak, komplo ve planlar düzenleyecek (15 Temmuz darbe safsatası gibi) ve bir müddet daha yoluna devam edecektir. HDP barajı geçtiği takdirde ise klik dalaşındaki cümbüşü o zaman göreceğiz.

Bir Özgür Gelecek okuru

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu