2011 yılından bu yana belli kapsamları ile değişim gösteren TC-ABD ilişkileri gelinen aşamada siyasal yaptırımlara dönüşmektedir. ABD’nin dış politikaya bağlı olarak değişim gösteren politikalarında Türk devletini buna dâhil etme sorunu bugün mevcut sorunu açığa çıkaran bir etmen olarak karşımızda duruyor. Türk devletinin bu dahlizasyonu kendi içinde giderek kemikleşen siyasal iktidarın ayakta kalabilme sorununa ilişkin ipuçları sunmaktadır. Zira emperyalistler arası değişen dengelere karşı konumlanırken kendi siyasal iktidarını kaybetme korkusu yaşayan AKP iktidarı, mevcut konumlanışı ile kendini ayakta tutulmaya çalışmaktadır.
Kürt Ulusal Sorunu’nun dışında TC ve ABD arasındaki gerilimin başında 15 Temmuz ve Gülen Cemaati gelmektedir. Ancak tüm bunların yanında TC devletinin İran ile olan ilişkileri ABD’nin hassas sorunlarının başında geliyor. ABD’nin İran’a uyguladığı ambargoyu angaje ettiği gerekçesi ile ABD’de tutuklanan Reza Zarrab olayı ilk başlarda büyük yankı uyandırmıştı. ABD’nin ambargosunu angaje etmek gibi bir politikanın tek bir şahsiyete indirgenemeyeceği ve bunun bir devlet politikası olmaksızın gerçekleşmeyeceği açıktır. Bu noktada tüm dikkatler Türk devletine ve onun siyasal iktidarına çevrilmiştir.
Öyle ki bu kapsamda son olarak 8 Eylül’de Zafer Çağlayan’ın adının Reza Zarrab iddianamesine konulması ve ardından hakkında tutuklama kararı çıkarılması bu operasyonun yayılma ihtimalini ve Türkiye’ye etkilerini gündeme getirmektedir. New York Sulh hâkimlerinden Katharine Parker imzalı kararda Çağlayan’ın yanı sıra, evinin yatak odasında ayakkabı kutuları içinde 4.5 milyon dolar bulunduğu açıklanan Halk Bankası eski Genel Müdürü Süleyman Aslan, bankanın uluslararası operasyonlardan sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Levent Balkan ve Zarrab’ın kuryesi Abdullah Happani hakkında da tutuklama kararı verilmiş. Erdoğan’ın burnuma pis kokular geliyor diyerek yorumladığı bu karar esas olarak ABD’nin TC ile ilişkilerini doğrudan yansıtacak türden. Öyle ki öncesinde Erdoğan’ın korumalarına dönük çıkarılan tutuklama kararı söz konusu. Yakın zamanda Erdoğan’ın ABD’ye ziyareti de hesaba katıldığında mevcut görüşmenin hayli gergin geçeceği bir durum söz konusu. Ayrıca Erdoğan ile gelen korumaların tutuklanması da bu gerilimi artıracaktır. Elbette ABD ve TC arasında süregelen bu kriz yeni değildir. Sorunun esası ABD’nin Rusya’yı çevreleme ve Avrasya politikası kapsamında TC’yi kendi imtiyaz ve geleneklerinden vazgeçirecek bir neo-liberizasyona sokamamasıdır. ABD Suriye politikasında kendince ılımlı gruplar diye ifade ettiği dinci gruplardan istediğini elde edemeyince bölgedeki etkin güç olarak YPG ile işbirliğine gitmek zorunda kaldı ki bu TC ile olan ilişkilerini etkileyen önemli etkenlerdir. Buna gelmeden önce AKP’nin iç ve dış politika da yaşadığı karmaşanın serüvenine kısaca gitmekte fayda var.
Çarpıklaşan ilişkiler krizleşen ortaklıklar
Suriye iç savaşında önemli bir rol üstlenen ve adeta kendi iç sorunu haline getiren TC devleti, komşusunda pişenin kendisine düşmesi için elinden geleni yapmıştı. Öyle ki neo-Osmanlıcılık akımı ile kendini var etmeye çalışan, resmi ideolojiyi pekâlâ kavrayan AKP, kendi varlık zeminini karmaşık ve çarpık bir diplomatik ilişkiler üzerinden kurmaya çalıştı… Ancak bu çarpık ilişki, AKP’nin siyasetini bir ticarete dönüştürmüştür. Ülkedeki sağ kesimin kanaatini kazandığını zannederek başladığı müzakere sürecinde liberalleri kazanmanın ve Türkiye Kürdistanı’na nüfuz etmenin derdine düştü. Ancak 7 Haziran’a gelindiğinde ise kazanayım derken kaybettiğini anladı.
Bu sürecin yarattığı tablodan çıkmak ise bir prestij tazeleme operasyonu ile mümkündür. Bu noktada Kemalizm’in özüne ihtiyaç duyan AKP, Kadro Dergisi’nin 1933’teki 14. sayısında yer alan bir şu politikayı hayata geçirmiştir. “Bir inkılap ancak düşmanın alt edilmesi ile mümkündür. Hatta inkılaplar yaşamak ve var olabilmek ve gayelerine varabilmek için düşman yoksa icat etmeye bile mecburdur.” Uluslararası çapta giderek itibarını kaybeden ve iç politikada da kendini güçlendirmek isteyen AKP, yeni bir düşman olarak FETÖ’yü gündeme getirmiş ve 15 Temmuz planı ile kendini “milli irade” de tesis etmiştir. Bu süreçte AKP kendini en çok militarizm ile ifade etmiştir. “Bu militarizm, elbette devletin basın aygıtlarının genişliğini, sosyal süreçlerdeki belirleyici etkinliğini içerir ama bununla sınırlı değildir. Militarizm saldırgan ve yıkıcı bir şovenizmi; devletin zor aygıtlarının toplumsal çarkın çevrilmesinde ve ülke işlerinin yürütülmesindeki belirgin rolünü; şiddete devlet katında ve toplumda tanınan meşruiyet; üstün millete dayalı devlet kavramını her yana sızmış gizli bir ırkçılık ve yabancı düşmanlığını ifade eder.” (Türk Dış Politikası, Haluk Gerger, Belge Yayınları, s. 19)
Bugün TC devletinin ABD ile olan ilişkilerinin krize girmesinde en önemli etken Kürt meselesidir. Bu noktada ABD’nin Ortadoğu politikasına ters bir politika izlemekte, daralan ekonomisini Rusya ve İran’a yakınlaşarak gidermek istemektedir. Avrasya Ekonomik Topluluğu ve Gümrük Birliği’nin devamı olan Avrasya Ekonomik Birliği’ne yüzünü dönen TC devleti, 2015 yılından beri Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan ve Rusya’yla ilişkilerini geliştirmektedir. Bu yakınlaşma, Türk devletinin NATO üyeliğini tartışma konusu haline getirmiştir. S-400 füzelerini almak konusunda gerçekleştirilen görüşmeler ve bunlar neticesinde Rusya’nın imtiyaz talepleri (Ortadoğu ve gıda ihracatı konusunda) TC tarafından karşılanınca bu durum ABD ile olan krizi derinleştirmiştir. Ancak bu krizi ABD-Kuzey Kore, ABD İran arasındaki krize benzetmemek gerekmektedir. Zarrab ve Çağlayan nezdinde ortaya çıkan kriz, Erdoğan’ı hizaya getirme politikası olarak okunabilir.
Zira Irak meselesinden Müslüman Kardeşler’e Rojava’nın varlığından, İran ile Kürt sorunu kapsamında gerçekleştirilen kader ortalığına ve onun yarattığı ekonomik ve politik ilişkilere kadar ABD, TC’nin bölge politikalarından rahatsızdır. AKP/Erdoğan ise ekonomik ve siyasal varlığını bu koordinatlar üzerine oturtmaktadır.
TC ve ABD arasındaki fay hattı
24 Ağustos günü Türk devleti, Kürt ulusal hareketinin Suriye’deki varlığından duyduğu korkuyu gerçekleştirdiği Fırat kalkanı operasyonu ile gösterdi. Cerablus’ta askeri bir varlık kuran ve bölgedeki DAİŞ vb. türevi çeteleri resmileştiren TC, Kürt meselesinin kırmızı çizgisi olduğunu hem iç hem de dış politikadaki pratikleri ile gösterdi. Öyle ki bu operasyon TC ve ABD ilişkilerinin tirbülansa girdiği 15 Temmuz’dan sonra geldi. Erdoğan’ın 15 Temmuz’un sorumlusu olarak ABD’yi ifade etmesi ve FETÖ meselesinden sonra ilk ziyaretini Rusya’ya gerçekleştirmesi TC’nin şantaj politikası izlediğini ortaya koymuştu. Pragmatist ve oldukça çarpık bir dış politikaya sahip olan TC devleti, kırılgan ekonomisi ve iç politikadaki istikrarsızlığı ile kendisine tutunacak sağlam bir dal bulamıyor. Her tutunduğu daldan bir tutarsızlık, her tutunduğu dalda taviz vermesi ile AKP/Erdoğan baskı ve zor ile kazandıklarını kaybetmeye başlamıştır.
ABD Türkiye ilişkilerindeki gerginliğin 15 Temmuz sonrası daha da derinleşmesi ve bunun yakın zamanda düzelmeyecek gibi görünmesi bu krizin daha da boyutlanacağını gösteriyor. Bu açıdan Erdoğan hem yaşamsal varlığını hem de siyasal varlığını Rusya ile kurmuş olduğu ilişki üzerinden sağlamaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak Türk devleti hem iç hem de dış politikada ciddi bir kriz ile boğuşmaktadır. Bu kriz sınıf mücadelesi açısından taktiksel imkânlar sunmakla beraber ciddi fırsatları da getiriyor. Kürt Ulusal Hareketi’nin Suriye’deki kazanımları TC’nin ve hatta Erdoğan’ın kaderini belirleyecek bir yerde duruyor. Bu kaderi tayin edecek bir mücadele devrimci demokrat tüm kesimlerin birleşik bir mücadelede konumlanışıyla daha nitelikli bir hal alabilir.