2008 yılında ayyuka çıkan emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı mali krizin etkileri aradan 9 yıl geçmesine karşın hala güçlü bir biçimde sürüyor. Üstelik bu mali kriz, emperyalizmin doğası gereği dünya dengelerini de etkilemekte ve mali olarak başlayan kriz aynı zamanda giderek siyasi ve askeri krizlere de kapı aralamakta.
Bugün sistemin yaşadığı krizin esas sebebi, adına “küreselleşme” denilen gerçekte ise emperyalist sermayenin yarı-sömürge ülkeleri sınırsız talan temeline oturtulan neo-liberal politikalar olduğu söylenebilir. 90’lı yıllarda Rus sosyal-emperyalizmin çöküşünün ardından hız verilen neoliberalizmle birlikte ABD emperyalistleri, “tarihin sonu”nu ilan etmişti. Kapitalizmin “baki”liğini ve bu dünya sisteminde “yegane ve rakipsiz” liderin kendileri olduğunu açıklamıştı. Oysa bugün yaşananlarla birlikte bu açıklamanın nasıl bir safsata olduğu daha iyi görünüyor.
Birinci iddia olan “sınıf savaşımının” sona erdiği tezinin nasıl bir yalan olduğu emperyalistlerin bu açıklamalarından çok kısa süre sonra “21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacak” tespiti ile görülmüştü bile. Ki bugün bu korkularının hiç de boşuna olmadığı 2000’lerin başından beri gelişen kitle hareketlerinin yarı-sömürge ülkelerin sınırlarını da aşarak, emperyalist ülkelerin göbeğine taşınması ile görülüyor. Nitekim son dönemde emperyalistlerin de “hür dünya” yalanlarını bir köşeye atarak “güvenlikçi” politikalara yönelmeleri, sınıf savaşımının hala sıcak bir şekilde sürdüğünün kanıtıdır.
Yine bir başka safsata konusu da ABD’nin dünyada “rakipsiz” “tek süper güç” olduğu tezidir ve bu da bugün yaşananlarla çökmüştür. Ekonomik olarak ABD’ye rakip olamasa da siyasi ve askeri manevraları ile özellikle Ortadoğu ve Doğu Avrupa’da ABD’yi ciddi sıkıntılara sokan Rusya emperyalizminin yeniden doğrulma çabaları, “küreselleşmenin” en kârlı 2 ülkesinden biri konumundaki Çin emperyalizminin bir türlü önlenemeyen yükselişi ve son dönemde ABD’nin AB ve onun lideri Almanya ile yaşadığı ekonomik ve siyasi sorunlar ABD’nin hiçbir alanda rakipsiz olmadığını göstermiştir.
İşte tam da bu kriz ortamı ve yaşanan çekişmeler emperyalistlerin yeni dönemdeki yönelimlerinin şekillenmesinde başrolü oynuyor. ABD’de hiç kimsenin ihtimal vermediği D. Trump’ın başkan seçilmesi ve İngiltere’nin AB’den ayrılması anlamına gelen Brexit bu çelişkilerin ürünüdür. Neoliberalizmin yaşadığı krizden ekonomik olarak en çok etkilenen emperyalist ülkelerden olan ABD’de, Trump “küreselleşme” karşıtı söylemlerle başkan seçilmişti ve ilk icraatlarından biri de bazı serbest ticaret anlaşmalarını askıya almak olmuştu. Burada özellikle dikkat çekmek gereken şey Trump’ın başkan seçilmesinin sıradan bir tercih olmadığı konusudur. Trump ve Brexit emperyalist tekellerin bir kliğinin yönelimine işaret etmektedir. Burada yine söylenebilir ki bu klik, ekonomik olarak içe kapanmacı Trump’ı göstererek, neoliberal ekonomi politikalarının sonunu getiremeseler de en azından bu politikaları olabildiğince “önce ABD” çıkarına hizmet eder hale sokma çabasıdır. Nitekim Trump’ın bazı serbest ticaret anlaşmalarından çekilmesinin ardından yaptığı “ancak ABD çıkarlarını gözeterek yeniden müzakere edebiliriz” minvalindeki açıklamaları buna işaret ediyor. Çünkü neoliberalizmin bugün geldiği evrede ABD’de ekonomik göstergeler hiç de iyiye gitmezken, Almanya ve Çin emperyalistlerinin ekonomik göstergeleri ise sürekli “artıları” göstermekte ve bu durum dünya ekonomik pazarında tam hakimiyet isteyen ABD emperyalistlerini ciddi anlamda endişelendirmektedir. İşte son dönem emperyalistler arasındaki dengeleri de bu temel yönelim oluşturmakta.
ABD’nin bu yönelimi ile birlikte son dönemde dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. Trump’ın ilk Avrupa gezisindeki NATO Zirvesi ve G7 toplantıları ABD’nin Almanya başta olmak üzere AB ülkeleri ile olan anlaşmazlıklarının artık saklanamaz boyutlara geldiğini gösterdi. Nitekim Trump’ın G7’de görüştüğü AB yetkililerine Almanların ticaretteki payı ve ABD’ye sürekli otomobil ihraç etmesine ithafen “Almanlar kötü, çok kötü” açıklamasını yapması, aynı şekilde Almanya Başbakanı Merkel’in bu zirvelerin ardından “artık ABD ve İngiltere’ye bel bağlayamayız. Avrupa ülkeleri kendi kaderlerini ellerine almalıdır” minvalindeki sözleri yaşanan ekonomik durgunluğun siyasi dengelere de sirayet ettiğini gösteriyor. Almanya ve ABD arasındaki bugünkü anlaşmazlığın temeli basit bir Trump-Merkel anlaşmazlığı değildir. Bunun temeli Almanya’nın “küreselleşme” ile birlikte özellikle 2008 krizinin ardından ekonomik bir güç olarak çok ciddi anlamda yükselişe geçmesi ve AB’nin liderliğini de eline alarak bu ekonomik yükselişi siyasi hegemonya ile pekiştirme çabasıdır. Çin ve Almanya’nın ekonomik atakları karşısında kendisinin ekonomik durgunluğu bir türlü aşamaması ve bununla beraber kurduğu siyasi hegemonyanın da bu güçler (Rusya’yı da katabiliriz) tarafından tehdit edilmesi “dünya lideri” ABD’nın esas sıkıntısıdır.
Yaşanan çelişkilerin çeşitli görüngeleri olduğunu ve bunlardan birinin NATO zirvesi olduğunu söylemiştik. Trump “tüm ülkelerin NATO masraflarında ellerini taşın altına koyması gerektiğini” sürekli söylüyor. Çünkü zaten ekonomik olarak durgunluk yaşayan ABD’nin üzerinde çok büyük bir kısmını kendisinin karşıladığı bu harcamalar ciddi yük oluşturuyor. Oysa Almanya tüm ekonomik yükselişine rağmen belirlenen gelirinin % 2’sini NATO’ya ayırma taahhüdünü şimdiye kadar yerine getirmedi ve konuyu da sürekli eleştiriyor. Burada Almanya’nın % 2 taahhüdü bu kadar sürüncemede bırakmasını Almanya’nın ve AB’nin askeri anlamda Amerika’ya olan bağlılığını kırma çabası olarak da okuyabiliriz. Nitekim Almanya’nın AB ülkeleri ile birlikte Avrupa “Savunma”! Ordusu kurma çabası ve artık neredeyse her gün rutine binen ve en sonda AB komisyon başkanı Juncker’in ABD’nin Avrupa’nın savunması ile ilgilenmediği ve AB’nin yurtdışında askeri gücünü artırması gerektiği ve “Ortadoğu’da iklim değişikliğinde, ticaret anlaşmalarında kendi menfaatlerimizi savunmak için başka seçeneğimiz yok” açıklamaları göz önüne alındığında bu okuma da güçlenecektir. Almanya da çok iyi bilmektedir ki askeri anlamda ABD’ye bağlı oldukları sürece atacakları siyasi ve ekonomik adımlar da sınırlanacaktır.
Bu ikili arasında bir başka anlaşmazlık konusu da Obama döneminde hız verilen Trump döneminde ise saldırgan bir noktaya doğru evrileceğinin sinyallerini veren Çin’e karşı cepheleşme konusu oluşturmakta. Seçim sürecinde sürekli Çin’i hedef alan sert açıklamalar yapan Trump, seçimin ardından iç ve dış dengelerin etkisiyle frene basmak zorunda kaldıysa da, Trump’ın ilerleyen dönemlerde Çin’e karşı tekrar gaza basabileceği biliniyor ki bu aynı zamanda uzun süredir ABD’nin genel yönelimlerinden biri olarak görünüyor.
AB ise Çin’le ekonomik ilişkilerini derinleştiriyor. En son AB-Çin zirvesinde Alman yetkililerin yaptığı “Çin stratejik ortağımız olmuştur” yönündeki açıklama AB’nin bu meseleye ABD gibi bakmadığını gösteriyor. Nitekim Trump’ın ABD’yi Paris İklim Anlaşmasından çekileceğini açıklaması ile birlikte Çin ve AB’nin bu anlaşmasının liderliğine soyunacakları açıklamaları ve bu durumun dünyada pek çok çevre tarafından doldurulabileceği şeklinde yorumlanması Çin’e bakış açısındaki farklılığın göstergelerinden biri oldu.
Burada ezilenler açısından dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de AB emperyalistlerinin ABD ile yaşadıkları sorunların kaynağını “barış”, “insan hakları”, “iklim değişikliği” gibi söylemlerle perdelemeye çalışmalarıdır. Oysa bilinmelidir ki bu gerilimin “insan hakları”yla hiçbir ilgisi yoktur. Mevzu dünya halklarının emperyalist kan içiciler tarafından sömürüsünden hangi emperyalistin ne kadar pay alacağıdır. AB kendi emperyal hedeflerini gizlemek için ne kadar “barış” vb maskesi takmaya çalışırsa çalışsın en basit örneği ile ABD’nin neredeyse her saldırısında suç ortağı olmasıyla TC Kürdistan’ı yakıp yıkarken ona destek vermesiyle, kendi ülkelerine dahi sosyal hareketler yükseldiği için yavaş yavaş “güvenlikçi” politikaları gündemleştirmesiyle (ve daha birçok örnek verilebilir) tüm bunlarla saldırgan ABD emperyalistlerinden bir farkları olmadığını gösteriyor.
Sonuç olarak denilebilir ki, emperyalistlerin açıklamalarının aksine ne “tarihin sonu” gelmiştir, ne “sınıf savaşımı” bitmiştir ne de “tek kutuplu”, “çelişkisiz” bir dünya kurulmuştur. Evet belki Almanya-ABD ekseninde bugünden hemen yarına bir kırılma yaşanmayacaktır, lakin bu yaşananlar emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu krizin yerleşik dengeleri bile sarsacak boyuta geldiğini gösteriyor. Ve bu kriz büyüdükçe siyasi-ekonomik dengelerin çok daha radikal bir şekilde sarsılacağına şahit olacağız.