Akşam sayımı sonrası alt katta TV başında Kelime Oyunu adlı yarışma programını izlerken, saat 08.30 sularında koridor kapısı açıldı ve ayak sesleri hücremize yaklaştı, yaklaştı ve kapı mazgalı açıldı: “İstanbul Mahkemesi var, saat 5’te alacağız, hazır olursun” şeklinde yapılan bildirimle geri dönen gardiyanlar ayak sesleri ile gittiler. Program bitimiyle, banyo-traş için hareketlendi ve üst kata çıktı. Gerekli eşyalarını alıp alt kata inip banyoya geçti. Temizlik işi bitince üst kata çıktı.
Yarım bıraktığı yazıya döndü ve yazmaya başladı. Saat 12.00 olmuştu. Yazıyı bıraktı ve “biraz kestireyim” dedi kendi kendine. Masasını toparladı ve alt kata indi. Arkadaşına “Ben biraz kestireceğim. Sen ayaktaysan eğer beni, saat 3’te kaldırırsın, eğer yatacaksan saati üçe kurarsın olur mu?” diye sorunca, “tamam muhtemelen yatmam ama yatarsam saati kurarım” dedi.
Yatağa girdi ve uyudu… Uyandığında saate baktı ve saat 13.40’tı. Ama sanki beş altı saat uyumuş gibi kalktı yataktan, toparladı yatağını, kıyafetini giydi ve alt kata indi. Arkadaşı daha yatmamıştı, yüzünü yıkadı, ısıtıcıya su koydu ve sallama çay içmek için hazırlığını yaptı. Kahvaltı için ekmeğin arasına peynirini sıkıştırıp çay ile birlikte yedi.
Arkadaşı yatmaya çıktığında, arkasından çıktı ve üst kattan yazılarını alıp alt kata geri indi. Saat dörde kadar yazısıyla uğraştı. Bitirdiğinde saat dördü beş geçiyordu. Rahatladı ve önce çay arkasından da kahve içti. Saat dört kırk sularında dişlerini fırçaladı ve artık hazırdı gitmeye. Saat beş gelen giden yok, beş yirmi, beş otuz ve beş kırk oldu ve gelen yok.
Beş dakika sonra kapı çaldı. Üst kata çıktı ve arkadaşını uyandırdı, tekrar alt kata indi ve kapı önünde beklerken mazgal açıldı, “kahvaltıdan on dakika sonra alacağız” diye gardiyanın uzattığı kahvaltıyı aldı. Gardiyan gitti, arkadaşı alt kata indi ve ona su ısıtmak için ketılı açtı. “Kahvaltı getirdiler, ben yaptım, sen bu kahvaltıyı yapabilirsin” dedi. Koridor kapısı açıldı ve hücreden dışarıya çıktı, arama –slogan ve koridorda yürümeye başladı.
Sabahın sessizliği, koridor bomboş ve sakinliğin içerisinde yürüyor. Bir sağa bir sola kıvrılarak koridoru açtı, merdiveni çıktı yürüdü, merdivenden aşağı indi ve x-ray bölümüne geldi. Cihazdan geçti ve hapishane kapısına yöneldi. Asker bekliyor, hemen kelepçe takıldı, araca götürülmek için hapishane kapısından çıkıldı. Kapı önünde duran beyaz renkli ringi görünce duraksadı.
Bunu gören gardiyanın “yok o sizin binmediğiniz ring değil” dedi ve o da cevap olarak “bakacağız!” demek ile yetinip adımını attı ringin merdivenine. Ringin içine girdi, asker kapıyı açtı ve gerçekten o ring değildi. (Peki siyasi tutsakların binmediği o ring nasıl bir şeydi? Bu ringler tek kişilik bölümleri teller ile ayıran kafes şeklindeki bir dizayna sahip araçlardır.) İçeri geçti. Sağ ve sol olmak üzere üç sırası olan ve her sıra çift kişilik koltukları bulunan bir araç, ön tarafın sol bölümüne geçip oturdu. Hemen cam tarafına yanaştı cam tarafını seviyor, her yolculuğunda dışarıyı izleme gibi çocukluğundan kalma alışkanlıktı bu.
Bir dakika sonra gelecek olan arkadaşından habersiz, aracın camına baktı. Cam çok koyu siyah renkte idi ve içinde teller vardı. Dışarıyı görme imkanı oldukça kısıtlı olan aracın camına bakarken, “keşke komple kapatsalardı da…” dediğinde arkadaşı geldi araca ve o da ön tarafın sağ bölümüne oturdu. Kısa bir merhaba sonrası gelenin bir heval olduğunu hatırladı, kapatılan Özgür Gündem Gazetesi sorumlularından Kemal’di. Araç çalışıp hapishane dışına doğru yol alırken, güneş daha yeni doğuyordu. Sohbete hemen başlanıldı. Yol boyu sürecek sohbet koyu ve canlı, içten ve güzelliği neşe ile süslenerek sürüyordu. Araç yola çıktı, güneş aracın önüne vuruyordu, uzun süre böylesi bir güzelliği görmediğinden gözleri hep yoldaydı.
3 saatlik yolculuk biraz fazla sürdü, 4 saati buldu. Araç yedi tepeli şehre çok yakınken, “Biliyor musun heval Silivri-Beylikdüzü çok değişmiş. En son gördüğümde ben bomboş olan yerlere gudubet yapılar dikilmiş” dedi. “Haklısın” dedi Kemal, “Sen uzun süredir içerdesin, gördüğün daha hiçbir şey, her şey değişti heval”. “Hımm” diyebildi ve “Haklısın valla!” diye ekledi.
Araç nihayet geleceği noktaya vardı. Önünde “Adalet Sarayı” yazan gudubet yapının saray olarak lanse edilmesi yedi kuleyi anımsatıyordu. Araç kıvrıla kıvrıla aşağıya doğru karanlıkta yol alırken, “yedi kule zindanları ne ki” dedirten gudubet yapıda, nasıl bir adalet olurdu ki diye düşündü… Elbette öyle bir dertleri de yoktu her iki siyasi tutsağın.
Araç bir kuytuda durdu. İndiler, yürüdüler ve sağlı sollu nezaretlerden birinin önünde durdular. Kapı açıldı, içeri alındılar ve onlar kelepçelerinin açılmasını beklerken asker gitmeye hazırlandı. Birden “Kelepçeleri unuttunuz, açmadınız” dedi. Komutanın cevabı, “Komutanımızın emri kelepçe açılmıyor” oldu. 1-2 dakika bununla ilgili tartışıldı, sonuç alamayacağını anlayınca “Tamam biz de duruşmada bunu dile getirir ve suç duyurusunda bulunuruz, hapishaneye gidince bir de oradan suç duyurusu yazarız” deyince komutan bu defa telefona sarıldı. Görüşmesi bir dakika sürdü ve ardından kelepçeleri açıp gitti.
Zaten hemen akabinde Silivri 3 Nolu’dan 4 heval ile Bandırma’dan P/C davasından 1 bir tutsak getirildi. Tanışma faslı oldu. Gelen hevaller yine gazeteden gelen çalışanlardı. Sohbet koyu şekilde sürüyordu. Saat 12.30’a kadar ara ara “Tekirdağ 2 Nolu’dan 2 arkadaşım gelecek, onlarla aynı dosyadan yargılanıyoruz. Karar duruşması ve savunma artık yapacağız. Beraber kalmamız lazım” diye talebini dile getirmiş ama sonuç alamamıştı. “Gelmemişler, yoklar!” Bu arada hevaller duruşmaya çıkmaya başladı P/C’li arkadaş ile birlikte. Saat 12.30’da 3 heval tahliye edilmiş, 1 heval ise 7 yıl ceza almıştı. Hevallerden biri süresiz açlık grevi eyleminin son günlerini devirmişti. O da tahliyeydi, P/C’li arkadaşın ise duruşmasında ara verilmişti.
Saat 13’te çıktı nezaretten ve duruşma salonuna doğru koridorda, sağında solunda, önünde arkasında askerlerle yürüdü. Ana koridora çıkarıldı ve sonra tekrar nezaretin olduğu koridora girildi. İlerlerken arkadaşlarının sesini duydu, yaklaştı ve arkadaşlarını gördü; Ayaküstü merhabalaştılar, “duruşmaya” dedi ve nerede olduğunu söyledi. Yürümeye devam ederken komutan arkasını dönüp pişkince sırıtarak, “Arkadaşların mı?” dedi. “Evet” dedi ve “Hani sizin artık yoklar, kalmamışlar diye defalarca yalan söylediğin arkadaşlarım sabahtan beri oradalar. Yakışıyor mu yalan söylemek?” deyince pişkin suratının yerine çatık kaşlı bir hal oluştu komutanda. Belli ki alışkın değildi böyle söylemlere.
Bunların niye yapıldığını bilecek tecrübedeydi, siyasi-komünist tutsakların yıllarca karşılaştığı durumlardı bunlar. Fakat bu sefer işler biraz daha farklı idi. Ne de olsa TC Cumhurbaşkanı, namı diğer “Reis”ine hakaret eden üç kafadarın, üç komünistin, üç yüreğin işlediği bir suç vardı ortada!
Duruşma önüne gelindi, arkadaşları da geldi ve bir dakikaya yakın ayak üstü sohbet edildi. Hal-hatır soruldu, kısa değerlendirmeler yapıldı ve sonra açılan duruşma kapısından içeri girme vakti geldi. Salona girdi üç kafadar ve kapı açıldı, izleyiciler de girmeye başladı. Gelenler Muho’nun anne-baba ve tanımadığı yeğeni ile 2 yoldaşıydı. Anne-babasını yıllardır göremeyen arkadaşının sevincine ortak oldu. Diğer iki kafadar “Yetim kaldık, zaten hep yetimdik be” diyerek birbirine takılıp durdular.
Vedat “Hadi ben neyse seni-sizin teşkilat niye yetim bıraktı?” diye sordu. O da Bektaşi hazırcevaplığında “yahu ben hep yetimdim siz farkında değildiniz, şimdi bunu gördüğünüz için yetim sanıyorsunuz. Bana ne zaman gelindi ki şimdi gelinsin” diyerek durumundan espri çıkartan yaklaşımı sergiledi.
Muho’ya bir kadın avukat gelmişti. Duruşma başladı. “Bu savunmayı kim hazırladı? Bir Cihat çağrısı eksik, Allah Allah Mekke mi-Medine mi hedefimiz?” deyince yanındaki arkadaşı “Ben yazdım, yok yok Arafa gidiyoruz Arafa” dedi gülerek. Savunmalar bitti. TC’nin başı C. Başkanı, “Reisi”, “Başkanı” bir dizi unvana sahip nevi şahsına münhasır kişiliğin “mağdurum” isyanını avukatı aracılığı ile dinledi üç yürek. Mahkeme kararını açıkladı; bir yıl iki ay “ceza”, diğer arkadaşlar da bir yıl beş ay… “Onlar daha çok hakaret etmiş olmalı” dedi yanındaki arkadaşlar gülerek! “Aslında hakaret yok ama reis işte kızdırmaya gelmez”lik bir karardı bu. Olsun üç kafadar, üç yürek, üç komünist koca TC devletinin başını mağdur etmişlerdi. Ya gerisi laf-ı guzaf artık!
Kucaklaştılar, selamlaştılar ve ayrıldılar. Araçlara binildi, yola çıkıldı. Akşam üstüydü zaman. Araç uzun yoldan ilerlerken güneşin bakışının görkemini izliyordu. “Güzel bir gündü değil mi heval?” diye sordu “evet” diye cevapladı. Araç hapishaneye vardı, içeri girdi, iki tutsak indi, kelepçe açıldı ve X ray denilen arama yerine alındılar, arama yapıldı.
Koridorda yürürken, revir önünde “bir tartılayım” dedi, tartıldı 70 kiloydu, güldü “vay be 1 kilo almışım” dedi içinden muzipçe! Koridorları aştı, hücre kapısına vardı. Kapı açıldı, araması yapıldığında sloganını attı, içeri girdi ve hücre arkadaşı ile merhabalaştı. Selamları iletti. Arkadaşı çay demlemiş, içiyordu, ona da bir bardak doldurdu. Anlattı tüm günü ve sonra “bir duş yapmalı” diye söylendi, kalktı masadan….
Yeditepeli şehir… Kavgamın şehri…. Kavga şehri… Bir günlük ziyaret… Bunları düşünürken bir yandan da camdan dışarı bakarak, “yeniden buluşacak, görüşecek, yine kuytularda sevişeceğiz İstanbul. Bazen seviyor, bazen nefret duygusu uyandırsan da yine de sanırım aşk böyle bir şey” dedi kendi kendine… (Bir Tutsak Partizan)