Özgür Gelecek’in 52. sayısında yayınlanan “Yazarlığın Atölyesi Olur mu” başlıklı yazıya dair 53. sayıda bir eleştiri yazısı yayınlandı. Söz konusu yazıda eleştiri kavramı tırnak içine alınarak aslında yazdığımız eleştiri yazısının bir eleştiri yazısı olmadığı ima edilerek daha baştan nakavt etme yaklaşımı içerisine girildiği görülmektedir.
Biz aynı hataya düşmemeye özen göstererek İstanbul’dan yazan arkadaşın bu aceleci duyarlılığına da ayrıca teşekkür etmek istiyoruz. Bu ve benzer konuların bu gazetenin sayfalarında yazılması tartışılması iyidir. Geliştirici, dönüştürücüdür.
Yazar arkadaş uzun uzun diyalektik yöntem öğretisine giriştikten sonra, yazarlık atölyelerine ilişkin yaptığımız eleştirilerin aslında köksüz ve nedensiz olduğunu söylüyor. Biz gazetenin sınırlı sayfasını gözönünde bulundurarak meseleyi ana hatları ile vurgulamaya çalıştık.
Ancak eleştirimizi yalnızca “olgunun doğası” ile açıklamaya çalıştığımız tezi yazımızın bütünü göz önünde bulundurulursa tekrar diyalektik dersi veren arkadaşın diyalektik yöntem dışına çıktığı görülecektir. Kaldı ki eğer olguların doğasını, içsel ve ontolojik hallerini atlarsanız ortaya arkadaşın yaptığı gibi salt öğretici, didaktik ve giderek doğmatik bir yaklaşım çıkacaktır.
Edebiyata yaklaşırken onun doğasını atlayamazsınız. Atlarsanız edebiyatın özünde yatan edebi (ya da edep) atlarsınız ki bu durumda da onu para karşılığında öğretilebilen bir iş haline dönüştürüverirsiniz.
Biz yazımızda edebi eğitime karşı çıkmadık “toplumsal duyarlılığı olan yazarlarımız seminerler düzenleyerek, yazar adaylarıyla birebir ilgilenerek, çeşitli toplumcu kültür sanat edebiyat kurumlarında yer alarak edebiyatın genelleşme ihtiyacını ve yazar adaylarının yönlendirilme isteklerini karşılayabilirler” dedik.
Bu paragraf sanırız yeterince açık. Arkadaşın uzun uzun atölyelerin savunusuna, ne yapmak istediklerine, nasıl çalıştıklarına girmesine ihtiyaç yokmuş aslında. Edebiyat temalı her ilişki yazar adayı için bir okuldur. Bu ilişkilerde hayatın içerisindedir.
Şimdi asıl olarak tam da burada arkadaşın yazısının tüm iskeletini oluşturduğu şu can alıcı noktaya gelmek gerekiyor: Biz, yazarların toplumcu kurumlarda yer alarak buralarda eşit ve parasız ilişkilerle (bu atölyelerde oluşturulan bağımlılık ilişkilerini eleştirmiştik, arkadaş buraya hiç değinmemiş) yazar adaylarının yönlendirilme ihtiyaçlarını karşılayabileceklerini savunurken sevgili arkadaş,”Fakat yazarlık atölyeleri açısından endüstriyel bir alan haline geldiğini, sermaye için adeta yeni bir pazar alanı olduğunu söylemek haksızlık ve gerçeği görmemek olacaktır. Nitekim yaşadığımız ülkenin somut gerçekliği üzerinden bakacak olursak, bu alanda eğitim veren yerlerin belli bir ücret karşılığı beklemesi yadırganamaz (kimileri ücretsiz veriyor.). Keza devrimci-demokrat kültür sanat merkezleri de aynı kaygıyı taşımaktadır ve bugün için zorunludur.” diyor ve bir çırpıda aslında yazısının başında söylemeyip en sona sakladığı asıl sıkıntısına geliyor ve devrimci kurumlarla diğer ticari kurumları aslında bir yerde ortak kaygılarda birleştiriyor.
Yazarlık atölyelerinde neler yapıldığını araştıran arkadaş oralarda fiyatların nasıl olduğuna da baksaydı bu eleştirileri yapmazdı. Asgari ücretin 773,01 Tl olduğu bir ülkede 970, 250, 450, 1500 Tl gibi tutarlarla atölyelere kayıt yaptırılıyor.
Bu alanın sermaye için yeni bir pazar haline getirildiği eleştirisini haksızlık olarak gören ve bizi ülke gerçekliğini görmemekle eleştiren arkadaşın bir parça ekonomik düşünmesini rica ederiz. Arkadaşın bu ülkede edebiyat tekellerinden, yayınevi ve dergi tekellerinden haberi yok sanırım.
Hiç doğru soru sormadığımızı söyleyen arkadaş, Çukurova’nın yoksul köylü çocukları bu atölyelere nasıl kayıt olsun? Bu merkezlerin ticari merkezler haline gelmemesini temenni etmek, eleştirmemek kendi kazdığımız kuyuya düşmek olacaktır. Evet keseri kendi ayağımıza vurduğumuz yer burası.
Arkadaşın en esaslı kaygısı kendi kurumlarımızda da benzer atölyelerin para karşılığı yapıldığı ve bu kurumları eleştirirsek kendi yaptığımız işi de boşa çıkaracağımız kaygısıdır. Bu kaygı bu devrimci kurumların, kendi kurumlarımızın, işlevi, işleyişi ve rolüne dair sağlam bir perspektifin olmamasından kaynaklanıyor desek abartmış olmayız.
Devrimci-toplumcu kültür sanat kurumları esas olarak varlıklarını atölyelerden elde edecekleri gelirlere bağlayan kurumlar mıdır? Buralar alternatif devrimci üretimin olduğu kurumlar değil midir? Üretim öncesinden üretim aşamasına ve üretim sonrasına kadar bütün sanatsal üretimin devrimci kılınmaya çalışıldığı kurumlar değiller midir? Bu kurumlarda para alışverişi ilkesel olarak nasıldır? Esasen paylaşımcı ve dayanışmacı mıdır yoksa gereksinmeci ve giderek çıkarcı mıdır? Bugün için zorunlu olan şey nedir?
Bu kurumlarımızın kira, elektirik, su, çalışanlarının yemek ve yol masraflarını bu atölyelerden çıkarmak mıdır? Varlık nedenimiz ya da varlığımızın sürekliliği buna mı dayalıdır?
Yoksa bizim kurumlarımızda zorunlu ihtiyaçlar kursiyerlerimizden eğitmenlerimize, yazarımızdan okurumuza bir bütün olarak bizimle düşünsel ve üretimsel ilişkide olan insanlarla maddi anlamda da dayanışma içerisinde, üretim ve paylaşım içerisinde olmakla mı aşılır? Ütopik olmakla suçlanabilecek satırlar bunlar.
Öyle ise benzeşmektense ütopik olmakta fayda var. Arkadaş, bizim kurumlarımızı ve mevcut piyasa kurumlarını perspektif açısından eşleştiriyor ve bizi somut koşulları gözardı etmekle suçluyor. Somut koşullardan bahs etmişken, bu koşulların tahlili bizi bunlara pes etmeye ve ya en iyi ihtimalle ayak uydurmaya götürecekse bu diyalektiğe pek de hakim olmadığımızı gösterir.
Verili olan içerisinde alternatifi yaratmak, alternatif olmak edebiyatta da sanatın diğer alanlarında da bu perspektif dahilinde sözü ve eylemi birleştirmek gerekmektedir. Bu bizim kurumlarımızın perspeftfinde vardır, olmalıdır, yoksa zaten bu ayrı bir sorun ve tartışma konusudur.
Son olarak; edebiyat üretimi, yoğunlaşması, yaratıcılığı ve üslubu ile içsel bir olgudur. Yazar kişinin dünya görüşü, çevre ilişkileri, gözlem ve çözümleme gücü ile ilintilidir. Salt teknik takibat değildir. Teknik öğrenilebilinir. Öğretilebilinir. Geliştirilebilinir. Ama diğer saydığımız faktörler daha çok kolektif ve ya bireysel çabaların, yazma tutkusunun, okuma tutkusunun iteleyebileceği faktörlerdir.
Bunun için bu kadar ücretlerle, reklamlarla, ünlü yazarların katılımlarıyla, o ünlü yazarların öznel tutumlarıyla beslenen atölyeler düzenlemek ve bunu bir geçim kapısı haline getirmek niye? Edebiyatı müzik ile, resim ile, sinema vb diğer sanat dalları ile karıştırmamak gerekiyor. Kendi özgünlüğü ve özü içerisinde değerlendirmek ve yönelmek gerekiyor.
Yazmaya bir kez kalkışanın karşısında duran koskoca edebiyat tarihi bize edebiyat adına yapılan her şeyi sorgulamayı salıkveriyor. Bundan vaz geçmemeliyiz. Olgunun artık endüstriyel bir yerde durduğunu en çok bu işi yapanlar söylüyorlar ama bizim arkadaş haksızlık etmemek gerekitiğini söylüyor.
Yazarlık Atölyelerinin zaten yazar olmayı vaat etmediğini vs söyleyip mevcut yaklaşımlarını meşrulaştırmak ikna edici değil.
Toplumcu- devrimci kurumların ise çekim merkezleri ve alternatif üretim merkezleri haline gelebilmeleri için belli ki daha çok tartışmaya ihtiyaç var.
Eğitim, evet, ama nasıl?
(İzmir’den Bir Ö-G okuru)