Şovenizmin zihinsel inşa süreci
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıfı aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur…” (1)
Düşünmenin, konuşmanın ve yazmanın temel birimi olan kavramlar da, toplumsal bilincin üretimi ve topluma mal edilişi bakımından hâkim olan üretim ve mülkiyet ilişkilerinin damgasını taşırlar. Ancak özellikle kimi kavramlar politik ve tarihsel anlam yükleri ve çağrışımlarıyla hâkim sınıfların sınıf çıkarlarının ve ideolojik hegemonyasının toplumsal bilince işlenmesinde anahtar rol üstlenirler.
“Türkiye” kavramı örneğin… Türkiye denilen coğrafi sınır; bu coğrafyada en son doğmuş ve en yeni devletin, buranın yerleşik halklarını, bu halkların kültürlerini ve tarihlerini yok saymasının, soykırımdan geçirip Türkleştirmesinin kanlı meyvesidir.
Bugün tapınma düzeyine gelen bu sınırların; “Misak-ı Milli” adıyla son Osmanlı Mebusan Meclisi’nce çizildiği, Osmanlı saltanatı, Osmanlı halifesi ve Osmanlı hükümetinin kişiliğinde temsil olunan “Osmanlı İslam ekseriyeti” esas alınarak belirlendiği görmezden gelinir. Derhal “Türklüğün şanlı tarihine” mal edilir.
Resmi ideolojinin elinde oldukça işlevsel olan “Türkiye” kavramı, bu coğrafyayı tarihsel ve siyasi açıdan yeniden üretiyor. Türkiye kavramı devletin kendi sicilini temize çeken bir tarih anlatımına alan açıyor.
“Türkiye” kavramının karşısına Kürdistan’ı, Pontus’u, Ermenistan’ı koyduğunuzda her ne kadar küfür gibi algılanıyorsa da; “Türkiye” denilen coğrafyanın ve bu coğrafya üzerindeki siyasi varlık olarak TC devletinin, bu “küfürlü coğrafyalardan” parçalar kopararak kurulmuş olduğu gerçeği değişmiyor.
“Türk Yurdu olarak, Türkiye“
Ancak “Türkiye” ister bir coğrafi sınır ister siyasi bir birim olarak ele alınsın, bizi Türklük üzerinden üretilmiş resmi tarih anlatısının, “Türk Yurdu olarak, Türkiye”nin meşruiyet sınırlarının içine de çekmiş oluyor.
Kürt ulusal hareketinin resmi ezberi bozan mücadelesi olmasaydı bugün “Türkiye” kavramının gölgesinde görünmez kılınmış Kürdistan’ın ve Kürtlerin fark edilmesi ne denli mümkün olacaktı? Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin, Lazların vd. ulus ve ulusal toplulukların kimileri için toprak, kimileri için kendi kültürlerini yaşatma gibi haklı taleplerinin “gayrı meşru” ilan edilebilmesi, “Türkiye”nin meşru bir birim olarak kabul edilmesinden beslenmiyor mu?
Zaman zaman “Türkiye”nin yerine “Anadolu” kavramı da eş anlamlı kullanıldığı için aynı işlev “Anadolu” üzerinden yürütülmektedir. Coğrafyanın Türkleştirilmesi ve “ezelden ebede uzanan Türk Yurdu” olarak tescillenmesinde bu kez bu devşirme kavramdan destek alınıyor.
Ege’nin yerli halkı ve denizcilerin “doğu güneş ülkesi” anlamında kullandığı Yunanca “Anatoli”, Anadolu haline getirilerek Türk tarih yazımının bir parçası haline getiriliyor.
TC devletinde “azınlıklar” olarak kabul edilen Yahudi (Musevi), Rum ve Ermeni ulusal toplulukları açısından bu kavram, uluslararası diplomaside ve Lozan Antlaşması hukukunda, varlıklarını ve haklarını koruma ve geliştirmeleri amacıyla konulmuş olmasına rağmen, TC devletinin elinde bu toplulukların “güvenilmezliğini”, “hainliğini” propaganda etmek ve haklarını gasp etmek için kullanılagelmiştir.
Öyle ki “azınlıklar”, “azlık” olarak daha az hakka sahip olmalıymış ve bu toprakların yerli halkından değil misafiriymiş, bu coğrafyanın “aykırı unsurları”ymış gibi ele alınmıştır. Hatta bu coğrafyanın bütünlüğü için bir iç tehdit, bu ülkenin nimetlerinden faydalanıp Türklerin hoşgörüsüne sığınarak yaşadıkları halde emperyalist devletlerin, Türkiye içindeki Truva atı hizmeti gören cemaatler gözüyle bakılmıştır.
Aslında bu bakış açısı Osmanlı’nın “Müslüman tebaa”sını “millet-i hâkime”, imparatorluk içindeki Hıristiyan ve Yahudi halkı “millet-i mahkume” şeklinde kurduğu hiyerarşinin, ayrıştırmanın Kemalist rejim tarafından Türk ve Müslümanlar ve olmayanlar biçiminde üretimi sayılabilir.
Ama Osmanlı’da Müslümanlık Türklükle sınırlı olmadığı gibi “Millet-i mahkume” sayılan Hıristiyan ve Yahudi ulusal topluluklarının kendi kültürlerini ve cemaat hukuklarını yaşatmalarının önüne geçilmiyordu. Zaten Osmanlı geldiği vakit Ermeni, Rum halkı buralarda yerleşikti ve Osmanlı’nın siyasi egemenliğini tanımaları karşılığında uzlaşılmış bir statüye sahiptiler.
Şovenist ideolojinin bu topraklarda en köklü ve etkili kavramların başında kuşkusuz “Vatan” kavramı gelir. “Vatan” kavramını milliyetçi literatüre sokup onu “en yüce duygularla yüklü” hale getiren kişi Namık Kemal’dir. Yeni Osmanlıların en etkin isimlerinden olan Namık Kemal de, dönemin aydınları gibi aynı politik kaygının yörüngesinde bulunuyordu. Osmanlı nasıl kurtulur?… Doğal olarak da milli/ulusal bir vurgu taşımıyordu.
Dahası “Vatan”ın tam olarak ne olduğu bile belli değildir. Bugün sözlük anlamıyla “bir halkın yaşadığı ve kültürünü geliştirdiği toprak parçası” olarak tarif edilse de “vatan” kavramı belirsizliğini ve muğlâklığını her zaman korudu. Aslında bu, sembolleştirilmiş bir “vatan” kavramının içeriğinin, istenilen politik mesajlarla doldurulabilme olanağını da sağlamaktadır. N. Kemal’in “Osmanlı”, “Ümmet” ve “millet” ile hep eşdeğer kullandığı “vatan”, Jön Türklerin elinde Türk ulusunun varlığına, çıkarlarına ve artık sınırları az çok belirlenmiş topraklara ilişkin bir kavram haline geldi.
Ama hepsinin ortak özelliği, Türk milliyetçiliğinin ideologlarından Ziya Gökalp’in “sınıfsız-imtiyazsız-kaynaşmış kütle” olarak millet tarifindeki gibi “vatan” kavramının sınıf vurgusundan uzak oluşudur. Böyle Yeni Osmanlılardaki “vatan” adı altında işlenen “Osmanlı Devleti” ile “ümmetinin” özdeşliği kadar birliği fikri cumhuriyet rejiminde devlet ile millet arasında kurularak Türk milliyetçiliğine taşınır.
Osmanlı’dan günümüze “vatan”a sahip çıkmak devleti yaşatmaya; “vatan”ı korumak ise devletin belirlediği tehditlerle, düşmanlarla savaşmaya rahatlıkla ikame edici söylemlerinin değişmez kavramıdır “vatan”.
Şovenizmin kendini var ettiği tarihsel-toplumsal dinamikler ve etki mekanizması
Her ideolojik düşüncede olduğu gibi şovenizmin de hâkim olduğu, etki altına aldığı zihnin belirli düşünce kalıplarını üretir, belirli değerlerle özdeşlik kurmasını ve belirli olaylara duyarlılık göstermesini sağlama çabası vardır.
Şovenizmin karakteristiğinde ise şu düşünce vardır; “Farklı milliyetlerin farklı özellik ve karakterlere ve dolayısı ile farklı kadere sahip olduğunu, bazı milletlerin dünyayı yönetmek, bazılarınınsa yönetilmek için geldiğini öne süren şovenist açısından kendi milleti benzersiz ve özel olup seçilmiş bir millettir.” (2)
Şovenizmin bu karakteristiği onu faşizmin, sömürgeciliğin ve ırkçılığın felsefi yapısına uygun, bu akımların toplumsal meşruiyetinin inşasında vazgeçilmez bir bileşen haline getirir. Bu yanıyla, hâkim olan politik, askeri ve iktisadi gücün tahakküm altında tutmaya çalıştığı etnik grup ve ulusların karşısında şovenizm bir silahtır. Bu haksız savaşa kendi rengini verir.
Dolayısıyla basitçe “kendi milletini üstün görme, ayrıcalıklı sayma” halinden çıkıp sınıf mücadelesinin ve ulusal savaşların pratik bir öğesi haline gelir. Hâkim ulusların, sınıfların yürüttükleri bu savaşta kitlelerin tutum belirlemesinde, savaşa katılımında ve savaş motivasyonunun sağlanmasında aktif olarak kullanılır.
Çünkü şovenizm bayrağı altında toplanmaya çalışılan kitlelere, kendi kimliklerini var etmenin bir biçimi olarak karşısındaki kimliğin inkârı; kendi kimliklerini sahiplenmenin yolu olarak karşıdaki kimlik üzerindeki üstünlüğün, ayrıcalığın korunması öğretilir.
Karşıdaki kimliğin kendi varlığını görünür kılan ve eşit haklara sahip olmaya yönelen her düşünceyi ve ulusal hareketi, kendi kimliğinin varlığına yönelmiş bir tehdit olarak algılar.
Bu durum bize, genelde ezen ulus milliyetçiliğinin şovenizme evrilmesinin felsefi-ideolojik alt yapısına dair fikirler verdiği gibi, ezilen ulusun demokratik haklarının her koşulda desteklenmesi ve dillendirilmesinin ezen ulus şovenizmini sarsmada ve şovenizmle savaşmada önemini açığa çıkartmaktadır.
Şovenizmin ideolojik-politik etkisi ulusun, ulusal kimliğin dar sınırlarında kalmamaktadır. Toplumsal değer ve önceliklerin ulus-kimlik merkezli olarak yeniden dizayn edilmesine paralel olarak düşünce sistematiğinin, algıların ve duyarlılıkların da yeniden yapılandırılmasını içerir.
Ve tabii ki bu yapıya paralel kolektif tutum geliştirilmesini zorlar. Milliyetçiliğin/şovenizmin ideolojik işlevselliğine daha yakından baktığımızda, toplumun tarihsel olarak bir aradalığını sağlayan sosyal ve kültürel dinamiklerin hâkim sınıfların çıkarı doğrultusunda siyasallaştırıldığını görürüz.
Pre-kapitalist toplumların tarihsel ve sosyal bağlarını koruma ve sürekli kılma eğilimlerine karşın bu bağların kapitalizmin yarattığı iktisadi-politik sistemin çözücü etkisine maruz kalması kaçınılmaz olur. Çünkü uluslaşma sürecinin hayat bulabilmesi bu kapalı ilişkilerin, bağların çözülüp yeni mülkiyet ilişkileri ve devlet otoritesi etrafında inşa edilmesiyle, yani bu ilişkileri dönüştürmesiyle olanaklı hale gelir.
Burada amaçlanan şey, toplumun eskiden taşıdığı etnik özellikler, akrabalık ve sosyal yaşam bağları çerçevesinde yarattığı “biz”in varlığından çıkarsaması, istenen şey, milletiyle kurmuş olduğu bağlar ve bu bağları simgeleyen her şeydir. “Biz”in resmi karşılığı ise devlettir. “Biz”in sürekliliğinden anlaşılması istenen şey, verili yasaların, devlet düzeninin, coğrafi sınırlarına ve “biz”i var eden “milli bağlar”ın korunmasıdır. “Ulusçuluk, bireyin anlam dünyalarını şekillendiren başat özdeşleşme ve içselleştirme referanslarını yeniden yaratan başat ideolojik ön kabul haline gelmekle kalmaz, aynı zamanda siyasal toplumsallaşmanın da temel yörüngesi haline gelir.” (3)
Bununla birlikte, öncesinde topluluk yaşamının özelliklerine denk düşen ve topluluk ilişkilerinin doğrudan üretimi olarak elle tutulur ilişkilerin ürünü olan “biz”, şimdi ulus-devlet dolayımıyla kurulmuş ve “ulusal manipülasyon”a açık hale gelmiş ve hayali, soyut bir biçime bürünmüştür. İşte devletin/hâkim sınıfların ellerinde bulunan tüm ideolojik araçlarla (eğitim/öğretim, bilim, hukuk, sanat, medya vb…) üzerinde çalıştığı zemin de burasıdır.
“Biz”den yani “millet”ten yani “vatandaş topluluğundan” beklenen şey, hâkim sınıfların/devletin varlığına, politik-iktisadi çıkarına “biz” adına sahip çıkmak, korumak ve bu çıkarlara hizmet etmektir. Burjuvazinin cenneti böyle yeşilleniyor işte.
Önceki bölümlerde örneklerini verdiğimiz Türk şovenizminin tarihsel pratiklerini bir an için göz önüne getirince, şovenizmin yukarıda bahsettiğimiz işleyiş mekanizması ve karakteristiğini çok net olarak görmek mümkündür. Türk hâkim sınıflarının genel Türkleştirme politikalarından tutun en bayağı ticaret çıkarlarına kadar, şovenizmin nasıl körüklendiği; halk kitlelerinin hemen hiçbir çıkarı/kaybının olmadığı, hiçbir sorununa çözüm sağlamayan meselelerde nasıl fanatikçe taraftarlaştırıldığı görülecektir.
Sömürünün ve toplumsal bunalımın ağır baskısı altında halk kitlelerinin kendi yaşam koşullarına olan tahammülsüzlüğünün ve kuşatılmış halinin ustaca örgütlenmiş komplolarla başka uluslara, gruplara karşı düşmanlık ve nefret oluşturulmasının kaldıracı haline getirilmesinin onlarca örneği yaşanmıştır.
Öyle ki TC devleti ve rejim partileri linç ve provokasyon örgütlemede, demagoji üretmede bir asırlık deneyimleriyle adeta uzmanlığa terfi etmiştir. Bu tespit aynı zamanda bizi, bunca zamandır şovenizmin kesintisiz biçimde zehrine maruz kalmış halk kitlelerinin bilincinde, bu zehrin ağır tahribatlar bıraktığı gerçeğini görmeye ve bu gerçekliğe uygun devrimci görevler belirlemeye götürmelidir.
Alıntılar:
1) K. Marks; Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, sf: 44
2) Paradigma Sözlüğü; A. Ceviz, sf: 1572
3) Fethi Açıkel-Devletin Manevi Şahsiyeti ve Pedagojisi-Aktaran, Cemil Gündoğan-Resmi Tarih Tartışmaları-8