Gözlemleyebildiğim günümüzün modern insanlarının bir muhabbet esnasında 2 dakika telefona bakmadan duramadığı 10’lar sonu döneminde adeta bu dikkat dağınıklığı çağına karşı taş gibi bir inat sergileyen yapısına değinmek istiyorum. 28 Aralık 2018 Cuma günü, İzmir Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin Konak Halk Sahnesi’ndeki temsilini izlediğim “Sevgili Arsız Ölüm: Dirmit” oyununu övmeye başlayacaksam, buradan tutup başlayayım hadi.
Somut olarak sahnede oyuncu ve dekor olarak gördüğümüz 2 canlı varlık var sadece: 1 insan ve 1 de saksı içinde çiçek. Çiçek konuşamadığı için bütün metni insan (Nezaket Erden) seslendiriyor. Oturup anlatmaya başlıyor. Bahsettiği kişileri de taklit ede ede aktarıyor hikayesini. Ve 10 saniye bile es vermeden, 85-90 dakika dikkat(ler)imi(zi) mıknatıs gibi çekerek.
Günlük hayatlarımızda hızlanan teknoloj; kolay erişilen bilgi; beynimizin çalıma masasında oluşan bilgi yığını dağınıklığı; aralarında çok fazla bağlantı kurmaya zahmet etmeden bilgiler arası zıplayışlar gerçekleştirme kültürümüz; bilgisayar başında da hayatlarımızda da beynimizde sürekli 10 sekme açıp hiçbir sekmeye derinlemesine dalamaz hale gelişimiz; muhabbetlerimizdeki cümlelerin boylarının kısalması; muhabbetlerimizdeki hikayeciklerin zamanlarının kısalması; Facebook’un ‘face’e, mikrofonun ‘mik’e, ‘merhaba’nın ‘mrb’ye, her kelimenin ‘aynen’e dönüşmesi; işte bütün bu tabakhane yollarında son sürat ilerlerken ayaklarının bastığı yol hakkında bile hiçbir fikre sahip olmayanların alışkanlıklarını zerafetle hacamat edip 90 dakika boyunca, tek başına öyle bir oyunculuk sergiliyor ki Nezaket Erden; duygudan duyguya, kraşendolardan dekraşendolara koşturarak bir an bile göz kırpmasına izin vermiyor izleyenlerin. Tiyatro Hemhâl çağımızda buna cesaret etmiş ve mükemmel bir şekilde başarmış, diye düşündüm.
Tabii bu benim için bir galibiyet kutlaması hissiyle ruhumun sokaklara dökülmesini sağlayabiliyor. Neye karşı galibiyet biliyor musunuz? ‘Kitleleri sıkmayalım’ gibi bir kaygıyla ‘radyo dostu’ şarkı tasarlamaya, doğaçlama soloları azaltmaya; ‘durup ince şeyleri düşünmek’ için yavaşlamaktan imtina edenlere; ‘fast food’a, hızlı kabalığa, hızlı kalabalığa…
Aslında bu oyunun dikkat toplayabilmesini övüyorum şu anda. Yoksa bu eser biçimsel olarak çok progresif bir yanı yok gibi görünüyor diyebiliriz. Tabii çeşitli açılardan ele almak gerek ama “Sevgili Arsız Ölüm: Dirmit” oyununun bittiğinde bende bıraktığı his ‘basitlikten mükemmellik çıkaran eserlerden biri’ olduğu hissiydi. Basitlik eserin sahnedeki bitmiş, sunulan biçiminde elbette. Hakan Emre Ünal’ın yönettiği ve uyarladığı, Nezaket Erden’in oynadığı ve uyarladığı; bunu yaparken Zeynep Günsür Yüceli’ye danıştıkları, afişini de Kardelen Akça’nın tasarladığı bu eserin arka planında kocaman progresif bir çalışma süreci sezinliyorum.
Bir defa her şey, arkadaşım Arzu Tatlı’nın ‘Şahane kitap Bora, oyunu varmış, gidelim’ diye bana tavsiye edip, izlememi sağladığı bu oyunun nüvesi olan Latife Tekin’in 1983’te, 26 yaşındayken yayınladığı ilk kitabı olan “Sevgili Arsız Ölüm” ile başlıyor diyebiliriz. (Belki de politik doğruculuk yapmak için “Doğanın nedensellikler zincirine göre aslında aslında doğanın bir başlangıç noktası varsa ta oraya kadar gidiyor” demezsek tabii) Bu bilgiyi yasadışı yollarla, kaçak olarak girdiğim Vikipedi’den kısa bir araştırmayla edindim. Roman hakkında yazarın şu açıklamasına ise oyunun tanıtım metninde rastladım:
“Gerçekleşmeyen düşler, aralarında doğup büyüdüğüm insanları paramparça etti… Kente ayak uydurabilmek için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Bu roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır.”
Latife Tekin
Sonrası ise bu kitabın, içindeki 5-10 karakterin tek kişilik bir tiyatro oyununa uyarlanması süreci.. Oyun bittiğinde, düşündüğüm şeylerden biri de oyunun sahneye ilk çıkışından önceki süreçte nasıl bir çalışma programının olageldiği olmuştu.. Çünkü Latife Tekin’in kitabını okumamış olsam da belli ki oyunun orijindeki hikayenin harikalığının yanı sıra, tek kişilik tiyatro oyunu formatına da ince ince nakşedilerek dönüştürülmüş olduğunu buram buram hissettim. Burcu burcu tiyatro koktu burnuma mis gibi.
90 dakika ayakta tutulan o temponun kondisyon çalışması, 90 dakika boyunca defalarca dönüşülüp durulan bir sürü karakterin her birinin kendine özgü ses tonları, mimikleri, jestlerini, mesela bir karakterin dans koreografisi oluşturup ezberleyen tek bir kişi, çalışma plan-programları, ajanda sayfaları, okumalar, araştırmalar, tiyatro tutkusu, kendini ifade etme tutkusu, özdisiplinli insanlar, estetik anlayışları birbirine uyumlu insanlar, dünyaya bakışları birbirine uyumlu insanlar geliyor gözümün önüne.. Oyuncu sırf sesini bir ara bir black metal şarkısı uzunluğunda bir sürede öyle kullanıp da sesini zedelememek için brutal vokal bile çalışmış olmalı örneğin.
***
Bu dünya sahnesinde bir insan ömrü süresince var kalıp, sonra yoka doğru çözülmeye geldim. Bu kısa zaman dilimini etik ve keyifli geçirmeye niyetlendim. Tam da bu iki kavrama ulaşmak için özgürlük kavramını (kendimin ve dünyanın: ‘Ben’ ve ‘dünya’yı birleştirerek) merkezime alarak bakmaya karar verdim. Özgürlüğü yok edici gücün merkezinde ise ‘tahakküm’ olduğunu düşündüm.
Tahakkümün her türlü biçimini keşfetmeye çalışıyorum. Okudum, dinledim, gördüm, düşündüm. Her birinin birbiriyle kesişim alanlarının olduğu kümelerin olduğunu öğrendim: Eril tahakküm, heteroseksist tahakküm, insan merkezci & türcü tahakküm, ekonomik tahakküm, insan merkezci bir şekilde doğaya tahakküm ve her birinin sayısız alt kümeleri. Bu tahakkümlerin failleri olan kişiler, kurumlar, sınıflar, davranışlar, ve sayısız başka kavram olduğunu keşfettim.
Keşfetmesi en kolayı kendi yaşam öykümden yola çıkarak olanlardı. Eğer müdahale etmezsem maruz kalmaya devam edeceğim ve eğer müdahale etmezsem faili olmaya devam edeceğim tahakkümler… İçine doğduğum koşullarda hangi büyük kümeleri şahsen önce keşfettiğim ve hayatımın büyük gündemlerini oluşturduğunu ise madde madde sıralayıp daha fazla uzatmayayım ve doğrudan “aile” örneğine gelelim. Ete kemiğe büründüm, Bora gibi göründüm ve geldim, gördüm ki: Aile üyeleri, en yakınımızda yaşadığı için özgürlüğümüzü muhafaza etmek konusunda en temkinli yaklaşmamız gereken toplum kesimlerinden biri olsa gerek.
Sadece insan ilişkileri üzerinden mi tahakküm kurar peki aile? Önemli bir çark sistematiğidir aynı zamanda. Heteroseksist bir toplumsal cinsiyet rollerinin evcilik oyunudur aile kurumu. Bu oyunun kurallarına göre hissetmezseniz, daha çocuk veya genç yaşta fiziksel olarak veya ruhsal olarak ölüme mahkum edilmeye çalışılmanız büyük olasılıktır aile tarafından.
Kapitalizm, bir bireyin yaşamını kendine uygun şekilde tasarlarken, bu tasarım için en işlevli kurgu da norm bir aile kurgusu gibi görünüyor. Bir ev olması gerekiyor, ailenin masrafları olması gerekiyor, çocuklar olması ve çocukların istekleri olması gerekiyor, çocuk olması için dolayısıyla heteroseksüel bir aile olması gerekiyor, kadının ev içi işleri üstlenmesi ve güzel olması gerekiyor ki, bankalara borçlanmak gerekiyor yoksa kadın ve çocuklar (kapitalizme göre eve para getirme rolü babada olması gerektiği için) babayı sevmeyecek, yoksa ‘ne biçim bir aile’ dedikoduları yapılacak,… Dayanışmacı bir kabile gibi, dayanışmacı öğrenci evi gibi yaşamlar kapitalizmi pek mutlu hissettirmeyecek olması gerek.
Ataerki adına yapılan tüm toplumsal baskının en önemli enstrümanı aileleştirmektir. Bir bireyin önce aileleşmesi istenir, aile haline geldikten sonra da tüm toplumsal cinsiyet rollerine dair beklentiler kendisine açıkça ifade edilir, dayatılmak istenir. ‘Aile oluş’ anının sonrasında (resmi imza anı?) bu dayatmalar için uygun zemin hazırlanmıştır artık çünkü: Bireyi ‘hayır’ demek için son derece zayıflayacağı bir konuma düşürme hamlelerinden biridir aileleştirmek.
Birileri kayıt altına alınmış ve mahalledeki komşuların da şu veya bu evde kimin rolünün ne olduğuna dair net bilgisinin olmasını ister ve bu yüzden ‘aile’ kurumu faşizm için de elzemdir. “Benim muhtarım, hangi evde, kim, ne yapıyor bilecek” dayatmasını hatırlatayım.
Kocaman din kumpanyasındaki en önemli çarklardan biri olarak çalışması için, ekonomik tutsaklık için, cinsiyetin cinsiyete tahakkümü için, çocukların bebeklikten itibaren toplumun normlarına göre şekillendirilmesi için, mülklerin paylaşımı için, (aman ha!) ölünce mallarımızın kendi soyumuzdan birilerine kalması için, mahalle baskısı mekanizmasının çalışması için… Aynı anda çok sayıda tahakküm kümesinin işlevini güzelce çalıştıran kocaman bir sistematiktir aile kurumu.
Fakat özgürlüğüne düşkün bir söyleyiş ve eyleyiş peşinde gördüğüm pek çok değerli kişinin dahi ‘aile’ kavramına sıradan bir insan ilişkisi olarak ele almaya dikkat etmemesi, biraz özgürlük verip karşılığında ‘aile konforu’ alması tuzağına düşmesi; özgürlük alanına ilişkin en dikkatli olması gereken toplum kesimlerinin en yakınında vakit geçirenler olduğu düşüncesine dikkat etmemesi; bu konunun altının çizilmesinde bir eksiklik var hissiyatı uyandırıyor ben de ve bu konuları daha yüksek sesle ifade etmeme sebep olabiliyor. Dirmit ise zerafetle sıkı bir bağırış gerçekleştirdiği için sesime yoldaş gibi hissettim bu tiyatro oyununu. Dirmit kendini konforlu alandan çıkarıp çıkarıp tehlikeli keşiflere her yürüdüğünde benim yoldaşım gibi hissettim.
Bu oyunu izledikten sonra beynimin gündemine kapkara kocaman puntolarla manşetlerden girmesini sağlamasının bir sebebi de aile tahakkümü konusu işte…
Aile tahakkümü konusunda veya Vikipedi’nin ülkemizde yasaklanışı konusunda… Bizim özgürlükten vazgeçip, konforlu alanlarda ‘durmamızı’ sağlayan şey nedir? Lakin, Dirmit Kız durur mu? Durmaz…
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Kaynak: Kaos GL