Afrika’yı anlamak için işe Avrupalıların yüzlerce yıllık sömürü geçmişinden başlamak gerekiyor… Buna, görünürde karşı çıkan sesler fazla duyulmasa da ‘uygarlık ithalatı’ masalı pek çok vahşete kılıf oluyor. Geçtiğimiz yüzyılda Afrika onlarca ulusal kurtuluş hareketine sahne oldu. ‘Yeryüzünün lanetlileri’ için sömürgecilerden kurtuluş, kıta için yeni bir sınavdı ve parçalanmış toplumsal düzenin inşasında sosyalizm ciddi bir alternatif oldu. Nitekim, Küba Devrimi gibi sosyalist bir hat benimseyen ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması, Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanması ve ‘alternatif’ bir bağımsızlık modelini benimsemesi gibi gelişmeler 1960’ların Afrikasını anlamaya yardımcı oluyor.
Karşılayamayacağımız beklentileri vaat etmiş olmamak için baştan belirtelim: Afrika ülkelerinde kendilerine has sosyalizm deneyimlerinin nasıl sonuçlandığı, yanlışları ve doğruları konumuzun dışında kalıyor. Amacımız, işin içine tarih katmayı ihmal etmeden, propagandanın ve siyasetin sanatını incelemek. Bunları yaparken de Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizmle dansına bir ölçüde tanıklık etmek.
Toplumcu sanat anlayışı, belli başlı temel özellikleri ortak olsa da her ülkede birbirinden farklı renkleri kendine katıyor. Üzerinde hangi ülkeden olduğuna dair hiç bir iz olmasa da pan flüt seslerini duyduğumuzda ve yerli motiflerini, rengarenk tasarımları gördüğümüz anda, karşılaştığımız eserin Latin Amerika’ya ait olduğunu kolayca tahmin edebiliyoruz. Diğer örneği de ülkemizden verelim: Yaşar Kemal romanlarından Ruhi Su’nun şarkılarına, Anadolu motiflerinden toplumu etkileyen yerli figürlere… pek çok eser bu bağı gösteriyor. Yabancısı olsak bile Afrika toplumcu sanatı için de aynı şey geçerli.
SÖMÜRGECİLERİN ANLAMADIĞI DİLDE…
Müzikle başlayalım… 1970’lerin başında, Gine Bissau’da Amilcar Cabral yönetimindeki PAIGC güçleri, sömürgeci Portekiz ordusuyla silahlı bir mücadelesini sürdürmektedir. (Kısaca belirtelim, Cabral işçi-köylü sınıf mücadelesindense sömürgecilere karşı anti emperyalist savaşta sınıf ittifakına sıcak bakmaktadır. Fakat Marksizm ve Leninizm’den ciddi şekilde etkilenmiştir.) Çatışmaların sürdüğü yıllarda Portekiz kontrolündeki başkent Bissau’da, ne Cabral’ın adını anmak mümkündür ne de ulusal özgürlüğe yapılan göndermeler.
Başkentteki radyoda bir şarkı çalmaktadır;
“Siyahlarla kaplı kadın, daha fazla göz yaşı dökme! / Aramızdan biri kavgada düştüğünde, dua et edebiliyorsan, eve güvenli dönüşümüz için. / Çünkü nerede, kaç defa gezinirsek gezinelim, burası bizim toprağımız…
Şarkı Kreol dilinde olduğu için Portekizli sömürgecilerin dikkatini çekmez. Oysa bu yayın, şarkıyı söyleyen Cobiana Jazz grubu üyelerinden Oscar Barbosa’ya göre kente atılacak bir bombadan daha büyük bir etki yaratır. Grubun en büyük yeteneklerinden biriyse José Carlos Schwarz’dır. Arkadaşlarına göre o, müziği ‘devrimci bir araç’ olarak kullanan biridir. Geleneksel ile modern enstrümanlar kullanarak ilk kez Kreol dilinde şarkıları halka sunar. Ülkesinde ulusal mücadelenin zaferle sonuçlanmasının ardından Schwarz, Sanat ve Kültür Departmanı’nın başına geçer. 1977 yılında Gine Bissau’nun Küba elçiliğinde çalışmaya başlar. Aynı yıl Havana yakınlarında uçağı düşer ve içindeki diğer yolcularla birlikte, 27 yaşında hayatını kaybeder. Ölüm yıl dönümü olan 24 Mayıs günü Gine Bissau’da onun şarkıları ve şiirleri ile yürüyen insanlara hâlâ tanıklık edilebilir.
https://www.youtube.com/watch?v=0SsBj9o5LAI
‘YERLİ’ PROPAGANDA SANATI
Yönümüzü bağımsızlık mücadelesinde kendisini açıkça ‘sosyalist’ olarak tanımlayan bir diğer Portekiz sömürgesine çevirelim. Mozambik’te Samora Machel liderliğindeki FRELIMO, Portekiz’e karşı savaşta ciddi askeri başarılar kazanır. Eski bir hemşire olan Machel’i kolayca bir Marksist-Leninist olarak tanımlayamasak da diğer kimi Afrika ülkelerinde olduğu gibi sömürgecilere karşı bu ideolojinin silahlarını kuşanmaktan geri durmaz. Öte yandan Çin Devrimi’nin de hatırı sayılır etkileri vardır: ‘Kurtarılmış bölgelerde’ hastaneler ve okullar açarak köylülerle ilişkilerini güçlendirir. Portekizlilerin yanı sıra köylerde cinsiyet ve yaş hiyerarşisi gibi geleneksel sorunlarla da mücadele edilir. Sonuç olarak Machel zafer kazanır ve FRELIMO’nun ‘Sociedade Nova’ yani ‘Yeni Toplum’ olarak adlandırdığı yeni devir başlar.
Machel politikalarının ne denli başarılı olduğunu, karakterini başka bir yazıda uzun uzun dile getiririz. Ancak gerçek şu ki Mozambik’te sosyalist propaganda sanatının Afrika’daki belki en güzel örnekleri verilir. Alıştığımız propaganda tarzı, biraz da Sovyetler Birliği ve Çin’in etkisiyle daha ‘epiktir’. Diğer kimi Afrika ülkeleri ve Latin Amerika gibi Mozambik’te de yerlilik büyük bir yere sahiptir. Yerlilerin desenleri, motifleri; toplumcu mesajları iletmede sık sık kullanılır.
Bugün ülkede hâlâ FRELIMO’nun duvarlara çizilen tasarımlarına (mural) sık sık rastlanıyor. Metrelerce uzayan duvarlar ülke tarihini, geçmişini propagandif bir şekilde anlatırken, tasarım yerli kültürünün değerlerini yansıtıyor.
MARKS, ENGELS, LENİN ‘ETİYOPYALILAŞIYOR’
Maalesef günümüzde bu ülkenin adı, sahip olduğu kendine has kültürü, zengin, köklü uygarlık geçmişiyle değil de açlık ve yoksullukla gündeme geliyor. Bu acı tablo, ülke hakkındaki pek çok şeyi hatırlamayı güçleştiriyor. Etiyopya’nın sosyalist düşünceyle olan katkısı, diğer ülkelerden oldukça farklı. Öncelikle bu ülke 1970’li yıllarda zaten İtalyan egemenliğinden kurtulmuş bir yönetime sahip. Haile Selassie iktidarında Amerikan nüfusu olan üniversitelerde öğrenci hareketleri oldukça etkilidir. Bu hareketlerdeki Marksist düşünce eğilimini anlamak için 1971 yılında Üniversite Öğrenci Birliği seçimlerini ele alalım. Seçime katılan on öğrencinin onu da Marksizm-Leninizm’i, ülkenin sorunlarını çözmek adına hayata geçirilmesi gereken yegane ideoloji olarak görür. Etiyopya’da devrim 1974 yılında ordudan kimi subayların başkaldırısıyla başladıysa genişledi ve kısa zamanda zafere ulaştı. Bu dönem ‘komite’ anlamına gelen ‘Derg’in yönetimiyle başlıyor. İlerki yıllarda Derg’in başkan yardımcısı Mengistu Haile Mariam ismi ön plana çıkacaktır.
Etiyopya’da nüfusun büyük bir çoğunluğunun Ortodoks olması Sovyetler Birliği ile olan ilişkileri etkilediği yaygın bir görüştür. Haklılık payından söz etmeksizin bu farklılığın diğer Afrika ülkelerinden ayrı değerlendirilmesi gerektiği bir gerçek. Sovyetler’den ziyade özellikle Etiyopya açısından…
Ulusal olarak diğer Afrika ülkelerinden daha farklı bir kültüre sahip olan bu ülkenin sanatı da, haliyle daha farklı oluyor. Evrensel bir değer, bir fotoğraf bu ülkeye ‘ölçekleri değiştirilerek’ girebiliyor. Aşağıdaki Marx, Engels ve Lenin çizimde bunu rahatlıkla görüyoruz. Gözlerin yuvarlaklığı, esmerlik, gür saç ve sakalların tarzı… Tüm bunlar Marx, Engels ve Lenin’in nasıl ‘Etiyopyalılaştığını’ gösteriyor.
Son olarak kısaca iki heykelden bahsedip yavaşça toparlayalım. Aslında bu heykellerin bir ‘yerel’ dokunuşu olduğunu söylemek güç. Karl Marx’ın -bugün hala başkent Addis Ababa’da bulunan- heykeli Demokratik Alman Cumhuriyeti tarafından Etiyopya’ya hediye edilir. Başkentteki 17 tonluk Lenin heykeliyse 1991 yılında yıkılmıştır. Ancak yıkılış anından çok yoksul bir çocuğun, devrilmiş heykel önünde dururken çekilen fotoğrafı ünlü olmuştur.
Angola’nın başkenti Luanda limanından bir gemi ise şimdilerde Santiago plajında çürüyor. Geminin ismi ‘Karl Marx’. Kimileri için bu gemi, Afrika’da sosyalist düşüncenin dalgalara dayanamayıp kayaya vuruşu ve paslana paslana yok olmaya yüz tutuşunu temsil ediyor. Gemi sahiden karaya vurmuş, ona şüphe yok. Ve bugünün ve geleceğin dalgalarına hangi koşullarla göğüs gerebilir, çok zor bir soru. Yazının çeşitli yerlerinde amacımızın ‘Afrika sosyalizminin’ analizini yapmak olmadığını dile getirdik. Zira bu zor soruyu yanıtlamak ince bir çalışma gerektiriyor ki yanlış anlaşılmalara ihtimal verilmesin. Fakat doğrusuz yanlışsız Karl Marx gemisinin karaya vuruşu hakkında bir kaç cümle edebiliriz.
Afrika’da yüzlerce yıllık vahşi sömürünün acı mirasını, bağımsızlık bayrağının kapatamadığı görülüyor. Derin yaraların, çok farklı koşulların hüküm sürdüğü bu coğrafyada Marksist düşünce ulusal bağımsızlık ve kalkınma için bir alternatif olarak görülmüş. Önemli anti-emperyalist kazanımlara sahne olmuş. Elbette tüm bunlar, ‘uygulayıcıların’ eksiksiz olduğu, hatta başarılı olduğu anlamına asla gelmiyor. Tüm deneyimleri fiyasko olarak niteleme iddiasında dahi bulunsak -ki her ülkenin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerekiyor- 50 devletin bulunduğu kıtada yedisi kendini Marksist-Leninist olarak tanımladı; diğer on ülkeyse öyle ya da böyle sosyalizmin bir biçimini tarif etti. Bunlar bir anlam ifade ediyor olsa gerek.
Biz bu düşüncenin kültürel anlamda kendini anlatırken kıtayı nasıl etkilediğini ele aldık, 3-4 ülkeden bahsettiğimiz için kapsamımız fazla geniş değildi. Yine de sosyalist siyasi sanat anlayışının ve kültürel hayattaki yansımalarını az çok işleyebildik. Evet, Karl Marx gemisi çürümeye devam ediyor, hatta yaralarını sarıp okyanuslara eskisinden çok daha güçlü bir şekilde yol alması da kolay olmayacak gibi duruyor. Ancak istekli olmasına karşın tecrübesiz kaptanların komutasında karaya vurmuş olsa bile, o plaja uğrayışı onu nice sağlam görünümlü gemiden daha farklı kılıyor.