Arap Baharı adı verilen ve bir anda hızlı bir şekilde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan kendiliğindenci halk isyanları dalga dalga yayılarak gerici, yerel, despot iktidarları kökünden sarstı, kimilerini de tarihin çöplüğüne gönderdi.
Yıllarca ağır ekonomik ve siyasi baskı altında açlığa, yoksulluğa mahkum edilen, en insani hak ve taleplerden bile mahrum bırakılan milyonlar, bıçağın kemiğe dayanmasıyla birlikte, artık geriye adım atacak tek bir santimin dahi kalmayışı sonucu isyan bayrağını açtı. Meydanlarda “eşitlik, özgürlük” istemleri ve “açlık ve diktatörlüğe son” çığlıklarıyla yerel despot iktidarları, sokakların kahredici gücü eşliğinde birer kibrit çöpüymüş gibi öfkeyle savurup attılar.
Kendiliğindenci bir biçimde patlak veren Ortadoğu-Arap coğrafyasındaki bu halk isyanlarında, kitlelere önderlik edecek sınıf bilinçli güçlerin, KP’lerin olmayışı yaşanan dev kabarışın hızlı bir şekilde emperyalist kapitalist güçlerin kontrolüne geçmesiyle sonuçlandı. Burjuvazi, yaşanan toplumsal kargaşayı tarihsel tecrübesiyle lehine çevirdi çünkü “Burjuva ideolojisi köken olarak sosyalist ideolojiden çok daha eskidir, çok yönlü gelişmiştir, çok yaygın olanaklara sahiptir.” (Lenin)
Kendiliğindenci bir karakter ile başlayan bu halk hareketleri bir süre sonra burjuvazinin kontrolü altına geçerek kademeli olarak sönümlenmeye başlandı. Geriye ise emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı yapısal krizde Ortadoğu coğrafyasını ateşe atmak kaldı.
07.09.2018 tarihinde İran’ın başkenti Tahran’da Suriye ve İdlib’te yaşanan son gelişmeler üzerine üç ülkenin devlet başkanlarının katılımı ile “Üçlü Zirve’ gerçekleştirildi.
Suriye’de rejim güçleri, 2011 yılında başlayan iç savaş sonrası emperyalistlerin ve bölgesel yerel işbirlikçilerinin desteklediği selefi cihatçı gruplara kaptırdığı kentleri, Rusya ve İran’ın savaşa aktif olarak dahil olmasıyla birlikte kaybettiği cepheleri tek tek geri almaya başladı. Savaşın seyrini değiştiren dönüm noktalarından biri de Rusya’nın 30 Eylül 2015’te Suriye’de fiili müdahaleye başlaması oldu. Bu tarihten önce Baas Yönetimi ülkenin yüzde 8’ini kontrol ederken şu an Suriye Demokratik Güçleri’nin kontrolünde olan yerleşim alanları dışında Suriye’nin yüzde 95’inin denetimini geri aldı.
Savaşın ilk yıllarında cihatçı grupların sahip olduğu bölge insanının desteği bu grupların gerçek niyetinin anlaşılması ve emperyalist haydutların taşeronları oldukları, halkın çıkarı değil egemenlerin çıkarı için savaştıklarının görülmesiyle destek de yavaş yavaş kesildi. Baas Rejimi’nin başında bulunan Esad ailesinin Nusayri inancından olması mezhep çatışması ile birlikte Baas’ın yıkılışının kolay olacağı yanılgısına neden oldu. Sünni ulusal burjuvazi ve Suriye ekonomisinde önemi bir yere sahip Halep eşrafı, beklendiği gibi “muhalefeti” desteklemedi. Sünni burjuvazi, sınıfsal çıkarı gereği Esad’ı yani Baas Rejimi’ni destekledi. Bölge halkının desteğinin azalmasıyla birlikte silahlı unsurlar “yabancı savaşçı” denilen Suriyeli olmayanlarla adeta taşıma su ile değirmen döndürmeye çalışılıyor. Kitle desteğine sahip olmayan bir gücün daha “büyük ve güçlü” olan karşısında tasfiye olması kaçınılmazdır.
Gelinen aşamada selefi cihatçı güçlerin ardı ardına aldığı yenilgiler ile İdlib’e sıkıştırılması beklenen sonun yolunu açtı. Rejim güçlerinin taktik olarak savaşı bir bölgeye sıkıştırması, askeri stratejik üstünlüğü kazandırmış oldu. Hama, Halep, Doğu Guta’da yenilgiye uğratılan gruplara karşı askeri üstünlük ile birlikte psikolojik üstünlüğü de ele alan rejim, selefi-cihatçı güçler ve destekçileri için sonun başlangıcı olacak İdlib savaşına hazır.
Rusya’nın önderliğinde yapılan Astana görüşmelerinde üç ülkenin “ortak” (Rusya demek daha doğru olur) mutabakatı ile ilan edilen” çatışmasızlık bölgelerinin (1. Bölge, İdlib’in tamamı, Lazkiye’nin kuzeydoğusu, Halep’in batısı 2. Bölge, Humus’un kuzeyi Rastan ve Talbis’e bölgesi 3. Bölge, Doğu Guta, 4. Bölge Ürdün sınırında bulunan Deraa ve Kunaytra’nın belli bölgeleri) üçü Suriye rejim güçlerince geri alındı. Astana’da varılan ortak mutabakat göstermelik olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Aynı Tahran’da yapılan son toplantı gibi. Tek fark Rusya’nın artık kartlarını açık oynayarak yaverinin mücadelesini veriyor oluşu, Türkiye’nin ateşkes için ısrarlı tüm çabasına canlı yayın mizanseniyle hayır demesi…
Timsah gözyaşları…
Tahran’da gerçekleştirilen “üçlü zirve” denen buluşmanın bir mizansenden ibaret olduğu, İran Devlet Ajansı’nın toplantıyı yayını kesmeyerek canlı yayında vermesiyle anlaşıldı. Konuşulan konuların zirveye atfedilen (İdlib düğümü Rusya ve Türkiye arasında çözülecek) öneme sahip olmadığı da gösterilmiş oldu. Toplantının canlı yayın olarak verilmesinden Türkiye heyetinin haberdar olmaması da ayrıca dikkate değer bir mesaj taşıyor. Rusya, İran ve Suriye koalisyonunun almış olduğu karar onaya sunuldu. Haftalar önce duyurusu yapılan görüşmeye sayılı günler kala bir süredir ara verilen hava saldırılarının başlatılarak ve toplantı saatine kadar devam etmesi yapılan görüşmelerin kimin inisiyatifinde olduğunu da gösteriyor. Zirve ile verilmek istenen mesaj, İdlib’te ateşkes beklentisi içinde olanlara da alınmıştır. Bölgesel güç olduğunu iddia edenlerin, “Suriye’de biz olmazsak hiçbir gelişme yaşanamaz”, “herkes bizim gücümüzü kaile almak zorunda” diyenlerin aslında abarttıkları kadar güçlü olmadıkları bir kez daha canlı yayında açığa çıktı.
Tahran Toplantısı her ne kadar göstermelik olsa da kendi içinde kritik noktalar barındırıyor. Türkiye’nin Astana görüşmeleri doğrultusunda İdlib’te oluşturduğu 12 askeri gözlem noktası bulunuyor. Sahadaki Türkiye varlığı bununla da sınırlı değil. İdlib içinde sayıları on binlerce ifade edilen ve etkisi-kontrolü altında olan gruplar var. İdlib’e yapılması planlanan kapsamlı bir müdahale için belli ölçüde de olsa güç dengeleri hesaba katılıyor. Rusya ve Esad rejiminin Türkiye’den öncelikli beklentisi ÖSO ve türevi çetelerin tasfiyesinde yardımcı olması.
Savaşta Suriye rejim güçlerinin kazandığı başarılar, emperyalist kapitalist sistemin diğer bloğunu (başını ABD, İngiltere ve Fransa’nın çektiği) ve bölgedeki destekçilerini rahatsız ediyor. Bu emperyalist barbarlar topluluğu, Suriye halkının kaderini düşünüyormuş gibi davranarak “İdlib’te kimyasal silah kullanılırsa müdahalede bulunuruz” tehdidiyle göstermelik tepki veriyor. “Irak’ta kimyasal silah var” bahanesiyle gerçekleştirilen katliamlar, henüz unutulmuş değil. Açık ki, benzer yalanlarla kendi çıkarları için halk üzerinde oyun oynamaya çalışıyorlar.
Rusya, İran ve Suriye’nin başlatmaya hazırlandığı harekatı, diğer emperyalist bloğun engellemeye çalışması ne Suriye halkının ne de İdlib’te halkının çıkarları içindir. Savaşı isteyenler de karşı çıkanlar da kirli çıkarlarının peşinde koşuyor. Yoksul emekçi halk onların hiçbir zaman umrunda olmadı, olamaz da. Bir kez daha yoksul Suriye halkının kanı üzerinde plan yapılıyor, oyunlar oynanıyor.
Birgün gazetesinden Taner Timur’un yazısında (14 Eylül 2017 tarihli Yeni Şafak’tan aktarım) yapmış olduğu vurgu dikkate değer; “Gazetecinin Türk hükümetine tek bir şey söyleyebilecek olsan ne söylerdin? sorusuna da şu yanıt veriliyor: Hama kırmızı çizgimiz dediniz… Düştü! Halep kırmızı çizgimiz dediniz… Düştü! İdlib için hiçbir şey demeyin!” (9 Eylül, 18 Birgün)
Ne yazık ki, Tahran “Zirvesi”nin hemen sonra burjuva feodal basın, İdlib’e doluşarak egemenlerin talimatıyla kapsamlı bir dezenformasyon yayıncılığına başladı ve İdlib’i kırmızı çizgi ilan etti… (Bir ÖG okuru)