Gomidas’tan Yılmaz Güney’e devlet geleneği: ZULÜM!
Önce toplumun en ileri unsurlarını teker teker topladılar. Sanatçı, yazar, din adamı, siyasetçi, aydın, sinemacı kim varsa hepsi bir trene bindirilerek bugünkü Çankırı ve Ayaş’a sürgüne gönderildiler.
1915 Ermeni Soykırımı böylelikle hayata geçirilmeye başlandı. Ne için tutuklandıkları, nereye götürüldükleri ve akıbetlerinin ne olacağı belli değildi.
Bunlardan Simpad Purad (aydın-yazar), Rupen Sevag (şair), Kirkor Zohrab (hukukçu), Gomıdas* (müzisyen, din adamı), Sıamanto (şair, yazar)… Hepsinin yazgısı birbirinden farklı, değişik yerlerde öldürülerek sonlandı. 235 civarında tutuklanan aydınlar topluluğu ile başlayan Büyük Felaket ülkenin her tarafında uygulamaya konuldu.
Sanatçılarına baskı, hapishane, sürgün, işkenceyi reva gören, devleti her şeyin üstünde tutan, bunun için hiçbir şeyden çekinmeyen bir Osmanlı geleneği halen devam etmektedir. Sabahattin Ali ile başlayan Nazım Hikmet ile devam eden dünyaca tanınmış sayısız esere imza atmış yazar ve şairlerimiz öldürüldü veyahut sürgüne gönderildi. Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ruhi Su, Ahmet Arif, Aziz Nesin, Musa Anter, Şiwan Perver, Ahmet Kaya, Enver Gökçe… Bunlardan hapishaneye girmeyeni, mahkum olmayanı yoktur. Bu sanatçılarımızın da “alınyazısı” aynı Gomidas’ın, Rupen Sevag’ın, Taniel Varujan’ın başına gelenlerle nasıl benzemektedir değil mi?
Kısa ama zorlu bir hayat mücadelesi veren Yılmaz Güney de ender sanatçılarımızdan biridir.
Genç yaşta yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak hayata veda etmiştir. Ama arkasında bir sürü eser bırakmış ve bugün hala yeri doldurulamamıştır. Yerini ve safını halkın yanında belirlemiş, ezilen sınıfların gönlünde taht kurmuş, hakim sınıfların korkulu rüyası olmuştur.
Halk gibi, halkın içinde yaşayan, mütevazi gerçek bir “Halk Sanatçısı”dır.
Yılmaz Güney’i bu kadar değerli kılan elbette onun siyasal düşünceleridir. Olayları değerlendirmedeki düşünceleri, yorumları onu herkesten ayrı kılmıştır. İlk defa yazdığı yazılardan dolayı komünizm propagandası iddiasıyla 1.5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapishaneden çıktıktan sonra, yine bildiği yolda ödün vermeden, düşüncelerini olduğu gibi sinemaya uyarlamaya çalıştı. Çektiği filmlerde ana tema haksızlığa, adaletsizliğe isyan eden Kürt insanların yoksulluk dramını anlatan, hayat mücadelesinin zorluklarını sinemada canlandıran, hiç kimsenin cesaret edemediği filmler çeken, senaryosunu yazan ve yöneten devrimci bir sanatçı idi.
Hapishaneleri okul olarak gördü
Devrimci önderler Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’i her tarafta didik didik arandığı bir ortamda evine alarak sakladı. 1972 askeri faşist diktatörlük döneminde yine gözler Yılmaz Güney’in üzerindeydi.
Yazar ve sinemacı Yılmaz Güney bu sefer devrimcilere yardım ve yataklık suçlamasıyla tutuklandı. On yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Hapishaneyi bir okul gibi değerlendiren Güney siyasal düşüncelerini geliştirme imkanı buldu. Bol bol Marksist klasikleri okudu.
Her gittiği hapishanede tutuklulara bilinç taşıdı. Onları düzene karşı isyan ettirdi. Özgür kaldıktan sonra yapacağı film senaryolarını burada yazdı. 1974 yılında çıkarılan genel aftan faydalanarak hapishaneden çıktı. Hiç unutulmayan Arkadaş ve Endişe filmlerini sinemaya uyarladı.
Endişe filminin çekimi sırasında Adana’nın Yumurtalık ilçesinde bir olay Yılmaz Güney’in hayatını tamamen değiştirdi. Savcı ile bir yemek sırasında tartışmada savcıyı öldürdüğü iddiasıyla tekrar hapishaneye bir komplo kurularak girdi. Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 1976 yılında 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Türkiye’nin değişik cezaevlerinde İstanbul başta olmak üzere İmralı, Ankara Kapalı Hapishane… isimlerini sayamayacağımız birçok hapishanede kaldı. 5 yıl sürülmedik yer kalmadı. İşte bu zaman zarfında ileride hayatını kaybedecek hastalığı kapmış oldu. Hapishane onun için senaryolarını yazdığı alanlar olmuştur.
Yol ve Sürü filmlerini işte bu koşullarda yazdı. Dışarıya gönderdi. Filmleri yapıldı. Edebi yönünü hiç ihmal etmedi. Güney adıyla sanat ve kültür ağırlıklı bir dergi çıkardı.
5 yıl hapis yattıktan sonra artık yurtdışına çıkmaya karar veren Güney, bir gün izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Hapishane’den yurtdışına çıkarak 1981 yılında Fransa’ya iltica etti. 12 Eylül Askeri Faşist diktatörlük yıllarında toplumun bütün kesimleri hapishanelere atıldı. Güney’i derinden yaralayan karar, 1982 yılında alındı. Askeri Cunta Yılmaz Güney’i TC vatandaşlığından çıkardı.
Fransa’da sürgünde bulunduğu dönemde hiç boş durmadı. Askeri faşist diktatörlüğün teşhiri, uluslararası kamuoyu oluşturmak, enternasyonal dayanışma sağlamak için çok çalıştı.
Hapishanelerde güç koşullarda insanlık onurunu ölüm pahasına koruyan tutsaklarla dayanışmayı sürdürdü. Onları yalnız bırakmadı. Duvar filmini çekerek 12 Eylül’de hapishaneleri ve siyasi tutsakların mücadelesini anlattı.
Bu filmler dönemin sanat harikalarıdır. Yol filmi ile Cannes Film Festivali’nde ilk defa Türkiye’den bir sanatçı Altın Palmiye ödülüne layık görüldü.
Yılmaz Güney geldiği Anadolu toprakları ve Kürt realitesi konusunda, yaşadığı dönem boyunca hiç çekinmeden yazdı ve düşüncelerini savundu. Sanatçı olarak halka yön gösterdi.
Türkiye’de hiçbir zaman burjuva demokrasisi dahi olmadığını haykırdı. Bir Kürt olarak Türk ve Kürt halkının ortak mücadelesini savundu. Tek kurtuluş yolunun devrim ile olacağı, kurtuluşun ancak sosyalizm ile gerçekleşeceği gibi siyasi tespitlerde bulundu. Fransa’da kaldığı uzun yıllar içerisinde Ermenilerle karşılaştı, beraber faaliyetlerde bulundu.
Yılmaz Güney: Ermeni Soykırımı Tanınsın!
Ermeni Soykırımı’nın henüz bu kadar tartışılmadığı, adından dahi bahsedilmediği, cesaret edilmediği yıllarda Paris’te mahkemeye başvurarak soykırımın tanınması için elinden geleni yaptı.
Tabuları yıkarak sanatçı olmanın gereklerini yerine getirdi. Mahkemeye tarihe not düşecek, önemli bir insanlık görevini de yerine getirerek çağrıda bulundu. İşte bu çağrı;
Sinemacı Yılmaz Güney Ermenilere yapılan Soykırım hakkında konuşuyor. Sinemacı Yılmaz Güney’in Halkların Daimi (Permanent) Mahkemesi Başkanlığına sunduğu mesaj, 1984, Paris/Fransa
“Sayın Başkan, Değerli Mahkemenizin Ermenilere yapılan soykırımla ilgili bir duruşma yapacağını ilgiyle öğrenmiş bulunuyorum. Bu sorun adaletsever ve en azından benim gibi Türkiye asıllı insanları duyarsız bırakamazdı. Bunun için de bazı gözlemlerimi düşüncelerinize sunmak istiyorum.
1- Bu soykırımın gerçek olduğu, bana göre hiç bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Agresif karakterde bir ulusçuluğa kapılan dönemin yöneticilerinin rüyası Türkiye’den Orta-Asya steplerine kadar uzanan Panturanist bir imparatorluk kurmaktı. Ancak, Türkiye’de Türklerin yasadığı topraklarla Kafkasya ve Orta-Asya’da yasayan Türki halkları birbirinden ayıran bölgelerde Kürt ve Ermeniler yaşıyordu.
Bu ‘engeli’ ortadan kaldırmak için, İttihat ve Terakki hükümeti bu iki halkı fiziken ortadan kaldırmayı kararlaştırdı. 1915’ten itibaren uygulanan planlı ve sistematik bir politikayla, kolektif katliamlar ve zorunlu yığınsal göçler, Ermenilerin Türkiye’den yok olmalarıyla sonuçlandı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, bu aynı politika kapsamında 700.000 Kürt İç Anadolu’ya sürüldü.
2- Bu soykırım eğer zamanında uluslararası toplumlar tarafından tanınmış, Uluslar Cemiyeti 1920’lerden itibaren insanlığa karşı işlenmiş bu suçu yargılamış ve sert bir cezaya çarptırmış olsaydı, Kemalist yöneticiler muhtemelen kendi yönetimleri altındaki Kürtlere de Ermenilere yapılanı reva görüp,1924’ten 1940’a dek onların üçte birine sürgün ve kırım uygulamayı denemezdi.
3- Demokratik bir rejim tarihsel gerçeği tanımış, bu suçu işleyenleri mahkum etmiş, sonunda kendi Türk halkının böyle anlamsız bir katastrofa sürüklenmesine sebep olmazdı kuşkusuz.
En azından şehit Ermeni halkının anısı önünde saygıyla eğilmişti… Adalet ve onur kaygısı, tüm gerçeğin ortaya koyulması ve ilan edilmesini sağlayan aynı sizinki gibi bir mahkemeyi Ankara’da yapmasını getirirdi kuşkusuz. Ne yazık ki kendi halkını ezen, terör uygulayan Türk rejimi böylesi onurlu bir davranışta bulunmaktan uzaktır. Türkiye nüfusunun dörtte birini oluşturan milyonlarca Kürdün kendi toprağı üzerindeki varlığını bile inkar etmeyi sürdürdüğü bilindiğinden bu rejimden başka ne istenebilirdi ki.
Ve Kürtler spesifik/özel haklar isteminde bulundukları zaman, Ankara’daki yöneticiler onları basit olarak Ermenilerin uğratıldığıyla tehdit ediyorlar. Diktatörlük, gerçekte yurtdışındaki müttefikleriyle finansörlerine yönelik damla damla akıtarak oluşturduğu yalanlarla propaganda yapmaktadır.
4- Büyük güçler tarafından cezalandırılmaktan korkmayan, aksine onların özellikle de ABD ve Federal Almanya tarafından yardım ve destek gören Türk askeri diktatörlüğünün, öte yandan da özgürlük ve insan haklarıyla ilgili açıklamalarda bulunmaktan vazgeçmediğini tespit ediyorum.
5- Tarihsel gerçeğin tanınması bölgenin sınanmış halklarından birini öbürüne karşı çıkarma ve ırkçı nefret uyandırmayı getirmemelidir. Günümüz Türkleri, bundan 60 seneden de fazla zaman öncesi, bitmekte olan despot, kriminal bir imparatorluk rejimince atalarının işlediği suçlar için sorumlu tutulamazlar. Anti-Türk ırkçılığı, bana Ankara’daki yöneticilerin anti-Ermeni ve anti-Kürt histerisi kadar mahkum edilesi geliyor.
Sayın Başkan,
İzninize sığınarak, büyük bir sessizlik ve kayıtsızlık şartları altında Ermeni halkının başına getirilenlerin artık hiçbir zaman tekrarlanmaması amacıyla yapılan bu gözlemler ışığında formüle edilen arzum, Mahkemenizin alacağı kararın uluslararası makamlar tarafından kaile alınmasıdır.
YILMAZ GÜNEY”
Yılmaz Güney hakkında Türkiye’de sayısız dava açıldı. Davalardan toplam 100 yıla kadar hapis isteniyordu. Bu tablo bize her şeyi açık ve net olarak sergilemektedir. Yaptığı sanattan ve düşüncelerinden korkan hakim sınıflar onu tehlikeli ve zararlı bir sanatçı olarak görüyordu. Artık Yılmaz Güney vatandaşlıktan çıkarılmış, “vatan haini” durumuna düşürülmüştü. Uğruna bedeller ödemekten çekinmeyeceği, çok sevdiği yurdundan uzakta yaşamanın ne kadar zor olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir; “Ülkemin en kötü cezaevi en kötü hücresi başka ülkenin en güzel en rahat yerlerinden daha iyidir.” İşte Yılmaz Güney’i halk sanatçısı yapan bu anlayıştır.
Türkiye’nin 15 farklı hapishanesinde kalan Yılmaz Güney’in hastalanmasına ve ölümüne sebep olan hastalık zindanlardan ona bulaşmıştır. Vasiyetinde “üşüyorum bana komünarlarin battaniyesinden örtün” demiştir.
Bu topraklarda, 1915 yılında yürürlüğe konulan Tehcir Kararnamesi ile bir ulus toptan yok edilmek istenmiştir. Ölümden kurtulanlar dünyanın değişik ülkelerinde vatanlarından uzak hayata gözlerini yumdular.Hayat birbirini hiç tanımayan insanları bir yerde buluşturdu.Yurtdışında vefat eden Ermeni-Kürt ulusunun en değerli evlatları, Komünarlar, Nazi işgaline karşı mücadelede kaybettiklerimiz, hepsi yani Yılmaz Güney, Antranik Ozanyan(**), Ahmet Kaya, Misak Manuşyan(***), Louise Mıchel(****), EugenePottier(*****), Victor Hugo, Balzac… Paris’te hep beraber yatmaktadır…
(*)Kütahya doğumlu, müzisyen ve din adamı. Ermenice, Türkçe, Kürtçe, Farsça türküleri notaya çevirdi, tehcir sırasında gördüğü işkence ve ölümlerden sonra ruh hali bozuldu. Sanatoryumda kaldı. 1936 yılında Paris’te vefat etti.
(**) Şebinkarahisar doğumlu, Ermeni ulusal direniş hareketinin önderlerinden 1927 yılında Paris’te öldü.
(***) 1906 Adıyaman doğumlu, çocuk yaşta ailesini kaybetti. Paris’te Nazilere karşı mücadelenin önderlerinden. Yakalandı, 22 arkadaşı ile kurşuna dizildi.
(****) Paris’te 1789 komün direnişi önderlerinden ve ilk kurşunu sıkan kişi.
(*****) Enternasyonal marşın yazarı.
(Bir ÖG okuru)