Makaleler

Bizler teslim olamayız! Ya kazanırız ya da ölürüz!

Dünya ve ülkemizin üzerinde gezinen kara korku bulutları, yoksulluk ve işsizliğin kabusu karşısında dağılmaya mahkumdur, o vakit bu kabus sömürü düzeninde piramidin en altında kalan % 99’u derin uykusundan uyandıracak ve piramidi altüst edecektir. Bu kaçınılmaz, çünkü 10 yıldır dünyayı kasıp kavuran ekonomik ve siyasal krizlerin faturasını alınteri, kanı ve canı ile ödemek zorunda bırakılan tam da bu % 99’dur. Keza Ocak ayının sonlarında yayımlanan OXFAM araştırmalarına göre dünyada 2017 yılında yaratılan zenginliğin yüzde 82’si en zengin yüzde 1’in ellerinde toplanırken, dünya nüfusunun yarısının eline ise hiçbir şeyin geçmediği ortaya çıkmıştı.

Diğer yandan geçtiğimiz günlerde yüzde 1’in çıkarlarını temsil eden sömürücü kesimin bir araya toplandığı, çok-uluslu emperyalist şirketlerin CEO’larının ve “dünyanın en güçlülerinin” özel jetleriyle biraraya geldiği İsviçre Alplerindeki yıllık Davos toplantısının giderleri bile, bu yoksul ve zenginler arasındaki antagonist çelişkiyi ortaya sermektedir. Bu zenginliklerini asla dünya halkları ile paylaşmayacak olanların düzenlerinin giderek daha yoksul, daha aç ve daha susuz bir dünya yarattığı/yaratacağı kaçınılmaz iken Davos’ta dört gün süren toplantılara ve konferanslara ve de özel oturumlara erişim hakkına % 1’in yaptığı ödemeler 245 milyon doları bulmuştur.

Yoksulluk, açlık ve temiz su bulma sıkıntısı halklar için daha da zorlaşırken, çatışma ve savaşlarla Ortadoğu, Afrika, Arabistan coğrafyası başta olmak üzere dünyanın dört bir yanı halkların aynı renk kanıyla sulanırken; bu kendilerini “dünyanın en güçlüleri” olarak gören kağıttan kaplanların işleri de keyifleri de tıkırındadır. Nasıl olmasın ki?! Çünkü ne kriz ne de savaşlar onlar için bir tehdittir! Mesela Wall Street’teki borsa kurları 2008 krizinden bu yana üçe katlanmış durumda. Dow Jones endeksi, 2009 boyunca 8 bin puandaydı. Bugünlerde ise, ekonomiler her ne kadar durgunsa ya da zar zor büyüyorsa da, kur kalıcı bir biçimde 26 binde seyrediyor.

Sadece ezilenler açısından oldukça zorlu geçen 2017 yılına baktığımızda dünyada yaratılan zenginliğin % 1 tarafından gasp edilen yüzde 80’inin dışında kalan yüzde 20’nin de önemli bir kısmının “en zenginlere”, “en güçlülere” ulaşmaya çalışan bir kesim tarafından gasp edildiği düşünüldüğünde aslında piramidin en altında kalan % 50’ye neredeyse hiçbir şey kalmadığını görüyoruz. Buna karşın emperyalist-kapitalist sistemin “en güçlüleri” hala bu en yoksul % 50’den yani dünya halklarının en yoksul kesimlerinden oldukça rahatsız! O yüzden dünya nüfusunun ne kadar arttığı son zamanlarda çok dillendiriliyor, görünürde Mars’a gitme üzerine kafa yorulurken aslında dünya gezegeninin nüfusunu azaltmak üzerine kafa yoruyorlar. Bunun anlamı da halklar için soykırım, yoksullar için savaş, “en güçsüzler” için yok etmedir.

Adana-Aladağ’da, 11’i öğrenci 12 kişinin katledildiği, 22 öğrencinin de yaralandığı, Süleymancılar Cemaatine ait kız yurdu yangını faciasıyla ilgili görülen duruşmada 14 sanık olmasına karşın sadece 2 kişinin tutuklu yargılanmasına tepki gösteren çocuğunu yangında kaybedenlerden bir annenin şu sözleri % 1’in yoksullara dönük tavrına verilen bir tepkidir aslında: “Adaletsizlik bu. Niye bizim çocuklarımızın suçlularını bırakıyorlar? Savcılara soruyorum; bu evlatlar kendilerinin olsa ne yaparlar? Bu kadar mı ucuz, basit mi bizim evlatlarımız? Acaba vicdanları rahat uyuyabiliyorlar mı, o savcı, hakim, devlet, cumhurbaşkanı? Geçmiş olsun demeye gelmediler. Adalet olmazsa Türkiye olmaz.”

Bu konuda İspanyalı teorisyen ve gazeteci Raul Zibechi’nin şu sözleri çarpıcıdır: “Bugün, yüzde 1, Bilderberg Club’ın(1) bazı çalışmalarının işaret ettiği üzere, en zenginler için yeni bir alan açmak adına gezegenin nüfusunu yarıya düşürmeyi içeren bir stratejiye meylediyor. Bunların altı oldukça dolu spekülasyonlar olduğu su götürmez; çünkü ‘yüzde 1’, halk kesimlerine karşı soykırım yapmaya karar verdikleri her zaman olduğu gibi, kendi gizli niyetlerini açığa vurma riskine girmez.” (2)

Ve yine aynı makalesinde “yeniyi inşa etme” zorunluluğundan bahsediyor Zibechi: “Eğer boyun eğmeyeceksek, hattımız yeni’yi inşa etmek olmak zorundadır. Fırtınada hayatta kalmak için, (Che’nin Vietnam için söylediği gibi) iki, üç, daha fazla Nuh’un gemisi, yukarıdakilerin bizi sürüklediği çöküşe göğüs germemize yarayacak özerk mekânlar inşa etmekten başka seçeneğimiz yok.”

 

“Türkiye İşçi Sınıfı Gerçeği”

Türkiye’de % 1’in dışında kalanlar içerisinde ezilenler, işçi ve emekçiler açısından da durum aynıdır. DİSK’e bağlı Araştırma Dairesi’nin hazırladığı “Türkiye İşçi Sınıfı Gerçeği” başlıklı saha çalışması incelendiğinde ise bahsettiğimiz gerçeklik açıktan görülmektedir.

Raporda öne çıkan veriler şöyle:

Ücret: İşçilerin aylık ortalama giydirilmiş net geliri 1894 TL’dir. İşçilerin yüzde 66’sı ayda 2000 TL’den az gelir elde etmektedir. Geçim sıkıntısı: İşçilerin yüzde 54’ü ay sonunu zorlukla getirdiğini ifade etmektedir. Lise altı eğitime sahip işçilerin yüzde 59’u ve sigortasız işçilerin yüzde 71’i ay sonunu zorlukla getirdiklerini beyan etmiştir. Sigortasızlık: 15-24 yaş arası genç işçiler içinde sigortasızların oranı yüzde 34 ile 43 arasında değişmektedir. Yıllık izin: İşçilerin dörtte biri hiç yıllık izin kullanmıyor. Yıllık izin kullanmayanların oranı sigortasız işçilerde yüzde 48’e yükselmektedir. Çalışma süreleri: OECD ülkelerinde haftalık ortalama çalışma süresi 40,4 saat iken Türkiye’de 49,3 saattir. İşçilerin yüzde 55’i haftada en az bir gün ve daha fazla olmak üzere fazla mesai yapmaktadır.

İşçi sağlığı ve iş güvenliği: İşçilerin yüzde 44’üne göre işyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri yetersizdir. Sendikalaşma: İşçilerin yüzde 87’si sendikasız olduğunu söylemektedir. İşçilerin yüzde 44’ü sendikalara olumlu bakıyor, olumsuz bakanların oranı yüzde 16’dır. En önemli sorun: İşçilere göre çalışma hayatının en önemli sorunu düşük ücret ve işsizlik. İşten memnuniyetsizlik: İşçilerin yüzde 43’ü kendine ve ailesine yeterince zaman ayıramadığından şikayetçidir. OHAL’de işten çıkarmalar: İşçilerin çoğunluğu OHAL döneminde çalışanların yargı kararı olmadan işten çıkarılmasını olumsuz olarak değerlendirmiştir.

Ayrımcılık: İşçilerin yüzde 14’ü kendisinin veya arkadaşının işyerinde siyasi görüş ve düşüncesi nedeniyle ayrımcılığa uğradığını beyan etmektedir. Kadınlara yönelik ayrımcılık: Çalışma hayatında kadına yönelik ayrımcılık yüzde 23,2 ile işe alım aşamasında gerçekleşmektedir. Sosyal faaliyet: İşçilerin en sık zaman ayırdıkları sosyal faaliyet alanı TV izleme ve sosyal medyadır.

 

“Tam tersi! Bu, hayatımın sonu için en güzel yol”

Nisan 1981 tarihinde vizyona giren ve Anthony Quinn gibi usta bir oyuncunun başrolünde oynadığı “Çöl Aslanı” isimli filmle de anlatılan Ömer Muhtar, Libya’da fiili olarak 20 yıl boyunca İtalya faşizmine karşı koymuş silahlı direnişin önderliğini yapmıştır.

Osmanlı Devleti’nin “açık ve faşist bir kadavra” halinde son nefesini verdiği, İttihat ve Terakkicilerin, bugün adına Kemalist faşist diktatörlük dediğimiz devlet sistemini oluşturma adımlarını hızlandırdığı ve Ermeni, Süryani, Rum vd. halklara, inanç topluluklarına dönük soykırıma hazırlandığı yıllardır. Bu sırada (1911-12) yaşanan Trablusgarp Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilgi sonrası İtalyan faşizmine teslim ettiği Libya içten içe kaynamaktadır. Osmanlı mezaliminden kurtulan Libya halkı bu kez İtalyan sömürgesi olma tehlikesi altındadır ve buna karşı kendi kaderini eline alma mücadelesine adım atacaktır. Görünen o ki, tarih bir kez daha ezilen kesimlerin elinde sil baştan yazılacaktır!

Dönemin kabile liderlerinin İtalya işgali karşısındaki teslimiyetçi tutumuna; Kufra’da İtalya’ya karşı mücadele kararı alan ve aralarında Ömer Muhtar’ın da olduğu 1000 kişilik silahlı gerillanın Mağrip dağlarındaki mücadele kararlılığı ve silah patlamaları bir aslan kükremesi olarak işgalcilerin ve teslimiyetçilerin kulaklarını sağır edecekti.

20 yıl süren bu mücadele sırasında İtalya’da da ciddi değişimler meydana gelmiş, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası yeniden bir savaşa hazırlanılırken İtalya’nın başına faşizmin azılı isimlerinden biri olan Benito Mussolini gelmiştir. Bu dönemde değişmeyen tek şey, kuşkusuz, İtalya’nın sömürgesi haline getirmeye çalıştığı topraklardaki zalimlikleridir. Aksine Mussolini ile faşizmi resmi bir şekilde devlet ideolojisi olarak kabul eden işgalci İtalya, Libya üzerindeki saldırganlığını derinleştirir ve hedefleri işgal karşıtı direnişi en acımasızca bastırmaktır.

İşgale karşı Ömer Muhtar’ın komutası altında savaşan gerilla güçlerinin; Libya halkının sağladığı vergi, zekat, öşür, bağış gibi gelirlere, düşmandan alınan ganimetlere dayanarak sürdürdükleri başarılı mücadeleyi durdurmak isteyen faşist İtalya; zulüm, zorbalık, tehdit ve rüşvet dahil her yola başvurmaya başlar. Daha önce Libya’ya gönderdiği Bongiovanni, Mombelli, Teruzi, Sicilliani ve Pietro Badoglio gibi valilerin kıramadığı direnişin, şiddetle ezilmesi kararını alan Mussolini iktidarı, bu iş için o güne kadar tayin edilenlerin en acımasızı olarak bilinen Rodolfo Graziani’yi görevlendirir.

Gerilla güçlerinin halktan yardım almalarını engellemek için hayvanlar, mahsuller, ürünler telef edilir. Ormanlar yakılır. Libya’ya zırhlı araçlar ve uçaklar sevk eden işgal kumandanlığı, direnişi içten bölmek için algı operasyonlarına başlar. Bu algı operasyonları işe yaramayınca halkı toplama kamplarına hapsetmeye başlar bu kez. Bu kamplarda tutulan on binlerce Libyalı açlıktan, hastalıktan can verir. Birçoğu da idam edilir. Direnişe en büyük destek Mısır’dan geldiği için yeni Vali Graziani, Akdeniz sahilindeki Sellum yakınında deniz kıyısından güneydeki Cağbub’a kadar uzanan yaklaşık 270 kilometrelik bir mesafeyi 2 metre yüksekliğinde ve 3 metre genişliğinde dikenli tellerle kapattırır. Libyalı din adamları ile görüşmeler yapılır ve “Ömer Muhtar’ın aslında İslam ile bir alakası olmadığı, bir Harici olduğu ve gerçek İslam’ın bu olmadığı” hakkında fetvalar çıkarmaları ve halka bunu propaganda etmeleri istenir. İtalya’nın emriyle kimi Libyalı din adamları “Ömer Muhtar’ın ve onunla birlikte savaşanların asi ve Harici olduğu” yönlü fetvalar yayınlarlar.

Bu da işe yaramaz ve hedef direnişin önderi, “çıbanın başı” Ömer Muhtar olur. Yaşı 70’i geçmesine rağmen 20 yıldır Mağrip dağlarında İtalya faşizmine ve işgaline karşı savaşan Ömer Muhtar, 1931 yılında esir düşer. Onu yargılama cahilliğinde bulunan İtalyan mahkemelerinde hakim ile Ömer Muhtar arasında tarihe geçen şu diyalog yaşanır:

Hakim: İtalya’ya karşı savaştınız mı? 

Ömer Muhtar: Evet.

Hakim: İnsanları İtalyan Devleti’ne karşı savaşmaya teşvik ettiniz mi? 

Ömer Muhtar: Evet.

Hakim: Yaptıklarından dolayı pişman mısınız? 

Ömer Muhtar: Hayır.

Hakim:İdam edileceğinizi biliyorsunuz? 

Ömer Muhtar: Evet.

Hakim: Sizin gibi birisi için böyle bir son, çok üzücü. 

Ömer Muhtar: Tam tersi! Bu, hayatımın sonu için en güzel yol. 

Hakim daha sonra, işgale karşı silahlı direnişi durdurmalarını emreden bir emirname yazması halinde onu beraat ettirmek ve ülke dışına sürgüne göndermek ister. Bunun üzerine Ömer Muhtar şunları söyler: “Her namazda Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’ in de onun resulü olduğuna şehadet eden parmaklarım, asla yanlış bir şey yazamaz! Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz!”

“Ömer Muhtar mücadelesi ve tavrıyla 20’nci yüzyılın en güzel, en hakiki ve en soylu hikâyelerinden birini yazdı Mağrip’in dağlarına. Libya’nın direniş lideri olarak Afrika’ya ayak basan istilacı emperyalistlerin kâbusu olmaktan bir an için bile geri durmadı. Barbarların uzattığı biberonlardan süt içmeyi reddetti. Emperyalistlerin vadettiği altın tahtları tekmeleyerek, bir halkın kalbinde ikamet etmeye koştu. Her zaman tavizsiz ve her daim muttakiydi. Umudun ve özgürlüğün peşinde büyüttüğü davasını; kanının son damlasına, tüfeğinin son mermisine ve sözünün son hecesine kadar savundu. Ömer Muhtar’ı can düşmanı İtalyan General Graziani iki kelimeyle özetleyecekti; ‘mütevazı ama tavizsiz.’” (3)

 

“Ne bu halk korkaktır, ne de burası korkakların ülkesi!”

Şimdi ise işgale ve faşizme karşı direnişin tarihi Efrîn’de yazılıyor. Çete artıklarını önlerden önlerden direnişin mayın haline getirildiği bu coğrafyaya süren faşist TC devleti, kendi tarihinden ilham almaktadır. Hitler’e özendiği kadar Mussolini’ye de özenen Erdoğan ve AKP-MHP koalisyonunun kendi tarihinden öğrendikleri ortadadır. Direnişe destek gelen bölgelere çekilen duvarlar, Efrîn’e “cihada” gidildiğine ve oradakilerin “harici” olduğuna dair verdirilen fetvalar, kamplara (ya da hapishanelere) doldurulan onbinlerce devrimci, demokrat ve yurtsever, atanan faşist valiler (Hatırlayınız: Musul ve Kerkük’e dahi vali atamaları)…

Ancak tarih avcılar tarafından yazıldığı kadar, aslanlar tarafından da yazılmaya başlanmış ve tarihin akışı ezilenlerin kaleminden de dile gelmeye başlamıştır çoktan. Stalingrad, Mağrip dağları, Kobanê… derken dünya halkları da işgale, faşizme, gericiliğe karşı silah kuşanmayı yenile-kazana öğrenmiş ve “mütevazı ama tavizsiz” olan Ömer Muhtar’ın dediği gibi “Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz!”ü şiar edinmiştir. Dolayısıyla “3 saatte alınma”, “3 günde cihadı tamamlama” hülyalarına kapılanlar neredeyse 50 gündür Efrîn’in sınırlarında bataklığa saplanıp kalmışlardır.

İşgalciler, saplanıp kaldıkları yerden bile halka zarar vermekten, katliam yapmaktan kuşkusuz geri durmuyorlar. Erdoğan’ın öldüklerinde “şehit” ilan edileceğini başından beri duyurduğu ve yan yana olmaktan hiçbir zaman utanç duymadığını açıkladığı çetelerin bir kadın gerillanın bedenini paramparça etmesinin ardından bir köylünün traktörüne el koyarak onu katlettikleri görüntülerinin açığa çıkmasından aciz bir şekilde sadece yapabildikleri hava saldırıları ile katlettiği yüzlerce kişiye… İşgalciler Efrîn’de kan döktükçe bataklıkları derinleşiyor ve daha fazla gömülüyorlar bu bataklığa…

Dünya halklarının gözü önünde yaşanan bu katliamların yarattığı tepkiden rahatsız olan faşizmin temsilcisi Erdoğan ise “asla sivil katletmediklerini” iddia ediyor ve ardından elbette ondan beklenen bir tavırla, bunu söyleyenler “hain”, “vicdansız”, “edepsiz”, “ahlaksız” ilan ediveriyor. Oysa bu tam da bir suçlunun verdiği tepkilerdir. Aynı zamanda enternasyonalistlerin Efrîn’e verdiği destekten de rahatsız olan Erdoğan, kendilerinin “sınırlarını koruduklarını” iddia ediyor ve “Bizim kanımızda sivilleri vurmak yok ama sizin kanınızda var. Siz, 10 bin kilometreden buralara niçin geliyorsunuz? Bizim 911 kilometre sınırımızda, sınırımızı koruma sorumluluğumuz var. Kimse kalkıp da ‘Niçin bu sınırları koruyorsunuz’ diyemez. Korumaya devam edeceğiz. Saldıranlara da hesabını sormaya devam edeceğiz. Şunu kimse unutmasın, bu ülke, millet, asker ‘korkaklar ordusu’ değildir. ‘Korkaklar ülkesi’ değildir. Şu anda da bu hesabı onun için soruyoruz” diyor.

Yine kan hesabı yapıyor Erdoğan ve katledilenlerin hepsini “terörist” ilan ediyor, faşist sınıf bilincinin verdiği reaksiyonla. Kan hesabı yaptığı başka bir olay ise yine aynı konuşmayı yaptığı sırada gerçekleşiyor. Bordo bereli asker üniforması giydirilmiş bir kız çocuğunu yanına çağıran Erdoğan, gözleri yaşlı ve oldukça korktuğu belli olan çocuğa sevgi göstermekten bile yoksun olan bir yaklaşımla “Kız sen ne yapıyorsun? İşte bizim bak bordo berelilerimiz de var ama bordo bereli ağlamaz” diyor ve ardından kan istemeye devam ediyor: “Evet JÖH, yarbay, bordo bereli maşallah. Türk bayrağı da cebinde. Şehit olursa bayrağı da inşallah örtecekler. Her şey hazır değil mi?”

Kendi geleceği ve temsil ettiği sınıfın çıkarları uğruna herşeyi yapabileceğini, herkesin kanını dökmekten zerrece çekinmeyeceğini belli eden faşizmin temsilcisi Erdoğan’ın bu konuşmalarında doğru olan ve bizim de altına imza atabileceğimiz tek bir konu vardır: Ne bu halk korkaktır, ne de burası korkakların ülkesi! ancak şunu da belirtmek gerekir ki, sistemleşmiş korkaklıkla, “öğretilmiş korku” arasında fark vardır ve öğretilmiş korkunun bu coğrafyada yıkıldığı, üzerine basılıp geçildiği sayısız örnek yaşandı, deneyimlendi bu halk tarafından. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, bugün ülkenin üzerine toplanan kara korku bulutları da bu deneyimlerden yükselen direnişle paramparça edilecektir!

 

(1) Bilderberg toplantılarına katılanlara ithaf edilen bir söylem. Bu toplantılar ilk olarak Hollanda’nın küçük bir kasabası olan Oosterbeek’te başlamıştır. İsmini de 29-31 Mayıs 1954 tarihleri arasında ilk toplantının yapıldığı bu küçük kasabada bulunan Bilderberg Oteli’nden alır. Dünyanın yönetimi ve küreselleşme konusunda her yıl farklı ülkelerde toplantılar yaparlar. İlk toplantılarından itibaren katılımcıların iletişim bilgileri kayıt altına alınıp birbirlerine özel olarak ulaşabilecekleri gayri resmi bir ağ oluşturur bu “en güçlüler”. Türkiye’den bu toplantıya genel olarak TÜSİAD ve Ekonomiden Sorumlu Bakanlar katılmaktadır. Bilderberg Türkiye Daimi Temsilciliğini uzun yıllar 2016’da yaşamını yitiren Mustafa Koç yapmış, bu toplantılara genel olarak 4 üye ile katılan Türkiye 2007’de aralarında Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Ayşe Soysal, Coca-Cola İcra Kurulu Başkanı Muhtar Kent, gazeteci Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand 13 kişi ile katılmıştır.

(2) Yüzde 1’in Stratejisi ve Bizim Stratejimiz, Raul Zibechi, Çeviri: Sendika Org, 21 Şubat 2018

(3) Cellatlarından Uzun Yaşayan Adam, Gecenin Hakimi; Ömer Muhtar; Güven Adıgüzel, Lacivert, Sayı: 30/Aralık 2016

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu