Son yıllarda “demokrasinin beşiği” Avrupa’da yükselen faşist dalga Almanya’daki seçim sonuçlarıyla birlikte daha fazla gündeme girmiş durumda. Fransa’da Ulusal Cephe, İngiltere’de UKIP, Almanya’da AFD; parlamenter sistem içerisinde yükselttikleri oy oranları ve siyasete olan etki güçleriyle öne çıkmış durumdalar. UKIP’in AB’den çıkma talebi ilk başta ciddiye alınmazken oluşturduğu siyasal iklim ile Brexit oylamasının temel ayağı olduğu biliniyor. Bunların dışında Macaristan’da Viktor Orban, ABD’de Trump, Filipinler’de Duterte, Brezilya’da Dilma Rousseff’in yerini alan Temer; “yeni sağcı faşizm” tanımlaması içinde yerini bulanlar durumundalar. Trump “Önce Amerika” söylemiyle milliyetçiliği yükselterek iktidara geldi. Charlottesville’de ırkçıların anti-faşist bir gösteriye saldırarak bir kadını katledip onlarcasını yaralamalarına yönelik açıklamasında saldırganları koruyarak ırkçı faşist yüzünü açıktan göstermiştir.
Yapılan referanduma karşı başta bölge ülkeleri olmak üzere alınan saldırgan sömürgecilikten beslenen tutum çoğu kişiyi şaşırtmamıştır. Ama İspanya Katalanların referandumun sömürgeci, otoriter, Franco’yu aratmayan yöntemlerle engellenmesi en azından burjuva demokrasisine halen bir nebze olsa bile güven duyanlar, umut besleyenler için muhakkak şaşırtıcı olmuştur.
Bütün bu olanları burjuva demokratik çizgiden bir sapma, sistemin içerisinde düzeltilebilecek arizi bir durum olarak açıklayanlar çok fazla. “merkez sol-Merkez sağ” şeklinde düşünülen siyasi sistemin “aşırı sağ”ı etkisiz kılacağına, Trump’ın çok geçmeden hatta bazı yorumculara göre 2 yıl için gideceğine AB’nin de yine rüyaları süsleyeceğine inananlar çok fazla. Ortadoğu, Latin Amerika, Afrika gibi kıtaların az gelişmişliklerinden (!) dolayı zaten bu otoriter ve hatta totaliter yönetimlerin dışında ise bir seçenekleri yok.
Faşizm, emperyalist kapitalizmin doğal bir sonucudur. Bir devlet biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Devlet biçimleri devletin hakim olmayan sınıflarla ve egemen bloktaki partilerle olan ilişkiler sonucu belirlenir. Bu ilişkilerde sınıf mücadelesi, ezilenlerin durumu, sermayenin krizleri, egemenlerin yönetebilme kapasitesi vs. önemlidir. Bu anlamda faşizm, bir sapma, burjuva demokrasisinden uzaklaşma, yöneticilere bağlı bir durum vs. değildir. Sermayenin girdiği krizlere ve ezilenlerin hareketlerine bağlı olarak bu sistemi özgü bir şekilde ortaya çıkan bir devlet biçimidir. Bunun sadece Le Pen’in AFD’nin, Trump’un, Orban’ın vb. kişiliği, politikaları ile açıklanamayacağına dair Fransa’da “solcu” Hollande zamanında meclise sunulan, ama üzerinde bazı ayrıntılar nedeniyle uzlaşılamadığından onaylanmayan bir yasayı örneklendireceğiz.
Yeni küresel strateji: OHAL’in süreklileşmesi!
14 Temmuz 2016’da Nice’de yaşanan DAİŞ saldırısının ardından dönemin cumhurbaşkanı François Hollande, OHAL’i yeniden uzattı. OHAL, Kasım 2015’ten beri Fransa’da sürmektedir. Ve bizdeki liberallerin, Avrupa hayranlarının AKP’ye örnek olarak gösterdiği gibi “demokratik” bir şekilde ve sadece onların kendi tanımındaki “teröristlere” değil. Ki “terörist” tanımının ihtiyaca göre nasıl genişletildiğini biliyoruz. İnternetin denetimi, haberleşmedik takibat, sürekli kameralarla en ücra sokaklara kadar izlenme, polisin sınırsız gözaltı hakkı vb. Durumlar; sistemin tüm halkları nasıl bir tehlike veya “potansiyel terörist” gördüğünün açık göstergesidir. Yani 1984’teki Big Brother on yıllardır yaşamımızın orta yerinde… Özcesi, Fransa’daki OHAL’in örnek gösterilmesi, neresinden bakarsak bakalım Türkiye’deki liberallerin “solcu” bazı aydınların devletle olan güçlü bağlarını ve sempatilerini göstermekten başka bir şey ifade etmemektedir. “Demokratikleşme” zamanlarında Avrupa’yı örnek olarak gösterip duranların “OHAL’leşme” zamanlarında da kıblelerinin orası olmasını doğal karşılamak gerekiyor. Bu tutumlar elbette ki şaşırtıcı değil. Biz Hollande’nin 2015’te ulusal mecliste sunduğu yasaya bakalım. Bu yasa bizlere çok tanıdık ve çok yaşamın içinden gelecek.
Yasada sunulan iki maddeden birincisi; OHAL’in anayasaya eklenmesi, ikincisi de “terörizmden hüküm giymiş Fransa vatandaşlarının vatandaşlıktan çıkarılmanı mümkün kılan” bir değişiklikti.
Hollande’nin bu iki maddeyi sunmasını ve OHAL’in de anayasaya dahil edilmesini istemesini Belçikalı sosyolog Jean Claude Paye şöyle yorumluyor;
“Fransa’nın ‘anayasal bir kriz rejimi’ kurma niyeti, Varşova Bloku’nun dağılmasının ardından NATO tarafından, salt askeri bir karar almaktan çıkarak çok daha geniş bir misyon üstlenmek üzere geliştirilen yeni stratejinin bir parçasıdır: ‘Krizlerin yönetimi’. Savaş ve siyaseti birbirine bağlayarak ittifak aslında müdahaleleri ‘kiriz ve risk yönetimi’nden ‘terörizme karşı mücadele’ ve ‘demokrasinin tesisi’nde doğru değişen ‘Uluslar arası güvenliğin’ genel sağlayıcısı haline gelmiştir. Terörizm, çok amaçlı bir kriz ulusun sınırları içinde ve dışında bulunan, sürekli değişen bir düşmana karşı yürütülen bitimsiz bir savaş olmuştur. Fronçois Hollande’nin anayasal kriz rejimi bu küresel strateji ile eklemlenir.” (Monthy Rewiew, 2017/2 içinde s. 17)
Şunu hemen belirtelim, yakın bir zamana kadar Fransa kendi isteğiyle NATO genel komitasında yer almıyordu. Genel komutaya dahil olmasının yanısıra ittifak güçleri Hollande zamanında Fransa’da konuşlandı. Bir ayrıntıyı daha vurgulamakta fayda var; Varşova Bloku’nun dağılmasından sonra NATO’ya katılmak isteyen ülkelerin hepsi üye olmadan önce temel yasalarında OHAL ilkesine yer verdiler. ABD’de ise 11 Eylül’den hemen sonra Başkan’a bu kapsamda çok büyük yetki verilmiştir. NATO, 21. yy’ı ayaklanmalar yüzyılı olarak değerlendirmiştir. Bu belirlemeyle birlikte konuşlanmasını esasta devletlere karşı değil “ulusun sınırları içinde ve dışında bulunan, sürekli değişen bir düşmana karşı” bitimsiz bir savaşa göre şekillendirmiştir. Bu da emperyalist kapitalist sistemin ve temsilcisi devletin söylediklerinin dışında bir politikayı savunan, eleştiren herkesin “vatan haini” sayılması gelmektir.
Savaş ve siyaseti birbirine bağlama olarak tariflenin, “suç ve savaş” ceza hukuku ve savaş yasaları arasındaki ayrımı ortadan kaldıran, Hollande’nin tanımıyla “savaş terörizmi”nin sonucu, devletin örgütlü şiddet gücünün keyfi kullanımını şeklen bile olsa sınırlayan yasaların kaldırılmasıdır. “Keyfi” kullanımın yasal hale getirilmesidir. Bu yasa önerisi geçmiş olsaydı yasal uygulamalar otomatikman şöyle olacaktı:
“Yeni yasayla birlikte gazeteciler veya vatandaşlar örneğin terörist olarak addedilmiş bir organizasyon tarafından yayınlanan online bir videoyu paylaştıkları veya siyasal olarak kötü addedilmiş organizyonların üyelerine konuşma imkanı tanıdıkları gerekçesiyle kovuşturmaya uğrayabileceklerdi. Böyle bir suçlama Fransa’nın Suriye, Libya ve Filistin’de yürüttüğü dış politikaya muhalefet edenlerin mahkumiyetine yol açabileceği gibi vatandaşlıktan çıkarma ile de sonuçlanabilirdi.” (agy, s. 22)
Hollande’nin yerine gelen Macron, 2020’de hazır olacak şekilde AB’ye ortak bir ordu önerdi. Ki hali hazırda AB’nin bu işlevi gören 1.500 kişilik bir askeri gücü mevcut.
Hollande’nin yasasının geri çekilmek zorunda kalması, bu yasanın işaret ettiği gerçeği değiştirmez. Paye’nin dediği gibi emperyalistlerin “küresel stratejisi”nin bir parçasıdır. Emperyalist kapitalist sistemin tıkanıklıkları ekonomiden siyasete çevreye… Her alanda daha görünür hale gelmiştir. Amerika kıtasında peşpeşe yaşanan kasırgalar, Afrika’daki kuraklık ve ağırlaşan su kıtlığı, doğanın tahribatından kaynaklanan ekolojik krizler kapitalizmin bu dünyaya ağır bir faturası. Halklar, yaşanan krizlere işsizlik, açlık ve savaşlara karşı, sömürüye karşı yine bu sistemin bir sonucu olan ırkçılığa, milliyetçiliğe veya dinciliğe yönlendirilmektedir.
Bütün bu sorunların çözümü, gelişen faşist dalgaya karşı duruş güçlü bir devrimci seçeneğin yaratılmasıyla sağlanabilir. Bunun cevabı, parlamenter/barışçıl yolu esas almakla, parçalı duruş göstermekle, bu gelişmeleri geçici bir politika olarak ele almakla verilemez. Faşizme karşı cevap tüm dünyada da Türkiye’de de yeni Ekimler yaratmakla olacaktır. Bu da lafla değil halkın örgütlenmesiyle olacaktır.