Biçim ve şekil bakımından bir darbe olarak tanımlanmasa da Türk devleti içindeki komplo pratikleri ile vuku bulan ve AKP’nin devlet bünyesi içinde örgütlenmesine olanak sağlayan ve 1 yıllık bir OHAL pratiği ile TC tarihine geçen 15 Temmuz birçok açıdan bir darbe mi değil mi tartışmasına vesile oldu. Öyle ki bu tartışmalar artık çoktan rafa kalkmış ve toplumsal muhalefete çekilen operasyon ve katliamlarla, KHK’lerle AKP ve onun etrafında öbeklenen komprador sermayenin darbesine dönüşmüş durumdadır.
AKP’nin siyasal İslam pratiği ve Erdoğan’ın toplumsal hafızada sağlamaya çalıştığı iktidar ve muktedirlik figürü toplumsal hayat içinde ciddi yarıklar açmaktadır. Toplumsal kutuplaşma içinde siyasal hareketlerin politik duruşları neticesinde Kemalizm’i AKP karşısında kurtuluş ideolojisi olarak gören bir dalga ortaya çıkmaktadır ki bu da AKP ve Kemalist kanat içinde karşı devrimci pratiğin gelişim evresini ifade etmektedir.
Elbette değineceğimiz nokta 15 Temmuz sonrası uygulanan politikalarla değişen ekonomik tablo ve bunun etkileri ve olası sonuçları üzerine olacak.
15 Temmuz’un ardından tesis edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ve devamında KHK’lerle hükümetin ekonomik olarak eli güçlendi diyebiliriz. Bunun belki de en büyük etkisi 15 Temmuz öncesi kapıda olan ve bütün ekonomistlerce dile getirilen ekonomik kriz ertelenmiş oldu. Özellikle de Varlık Fonu vb. politikalarla esas olarak emperyalistler tarafından ablukaya alınan Türkiye ekonomisi ve Erdoğan bu şekilde iç politikada gerçekleştirdiği bir kıyım ile kendini kurtarmış oldu. Özellikle Gülen Cemaati’ne ait irili ufaklı birçok kurum ve kuruluşun ekonomik varlığına el konulması Türk devletinin ekonomik krizini ötelemiş oldu. 15 Temmuz 2016’ya gelinceye kadar Türkiye ekonomisi yılın ilk yarısını yüzde 5’e yaklaşan bir büyüme oranı ile kapanırken, ekonominin işleyişinde yaşamsal önemi olan dış kaynak girişi yavaşlamış olduğu için resmi rezervlerden ve yurtdışında tutulan “kayıt dışı döviz rezervleri ile dolar 2.85-2.90 TL aralığında tutuluyordu.
Darbe girişimini izleyen haftalarda, bekleneceği üzere, reel üretimde, iç tüketimde, yatırımlarda sert düşüşler gözlenirken bu evrede Türkiye’ye yatırım notu veren Fitch, Moody’s, S&P gibi kredi derecelendirme kuruluşları açısından Türkiye’nin risklerinin daha da artması ve ülkenin yatırım yapılabilir durumdan uzaklaşması belirtildi. Bu süreç 20 Temmuz 2016’dan başlayarak bu kuruluşlar, Türkiye’nin tanımını değiştirerek “çöp” adını verdiler. Türkiye’nin dış politikada yaşadığı krizi de buna eklersek süreç kendini doların yükselişi olarak gösterdi. Türk lirası da dolar karşısında değer kaybetmeye başladı. Darbenin yapıldığı Temmuz ayında 2.96 TL olan doların fiyatı, izleyen aylarda ve 2017’nin ocak ayında düzenli olarak arttı ve Ocak 2017 ortalama fiyatı 3.73 TL’yi buldu. Bu durum ülke içinde ithalata bağlı olarak işleyen sanayide krize neden oldu. Artan dolar fiyatının da olumsuz etkilediği mal ve hizmet üretimi, darbenin yapıldığı temmuz ve izleyen iki ayda ekonomik küçülmeyi getirdi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), “darbeli çeyrek”te ekonominin yüzde 1,3 küçüldüğünü açıkladı. Özellikle sanayide küçülme dikkat çekici boyutlara ulaştı. Tüm bu gelişmeler AKP’nin OHAL sürecinin ekonomideki etkileri olarak okunabilir. İşte tüm bu tablo içinde girilen süreç gelinen aşamada ciddi bir ekonomik krize ile bugüne dayandı. Bu sürece yaklaşırken AKP’nin esas görevi ise mevcut krizi erteleyecek bir yöntem olarak zordaki şirketlere kredi pompalanması, kamu açıkları pahasına vergi indirimlerine gidilmesi, istihdamın maliyetinin bir kısmının devletçe üstlenilmesi, başlamış grevlerin yasaklanması gibi saldırılar kullanılmıştır.
AKP iktidarının kredi pompalaması ve vergi indirimi gibi destek politikalarıyla küçülmeden büyümeye geçmesi kriz karşısında büyük bir adım olarak öne çıksa da bu durum esas olarak mevcut krizin daha da büyüyecek bir biçimde dönüşüm sağlamasına neden olmaktadır. Bu dönüşümlerden birisi de çift haneye çıkan enflasyon ve buna paralel seyreden mevduat ve kredi faizlerindeki artıştır. “Kriz ihtimalini azaltmaya dönük devlet müdahaleleri sonucu, açık veren bütçenin borçlanma ihtiyacı arttı ve Hazine, piyasaya büyük bir borçlanıcı olarak girince faizler daha da tırmandı. Şimdi Hükümet, Hazine’nin borçlanma talebini ve çift haneli enflasyondaki rolünü unutarak bankalara faiz indirin diye, aba altından da değil açıktan sopa gösteriyor.” (Mustafa Sönmez/Haziran 2017)
İSO (İstanbul Sanayi Odası) aşırı borçlu oluşu sürekli bir tartışma konusu olmuş ve bu kapsamda faizlerin yüksek oluşu dile getiriliyordu. İSO’ya bağlı olup en büyük 500 firmanın bugün kaynaklarının yüzde 62’si borç ile sağlanıyor oluşu kaçınılmaz olarak faiz sorununu gündeme getirmiştir. Türkiye komprador sermayedarlarının mevcut tablo karşısında emperyalistlerle politik olarak yaşanan siyasal krizden rahatsızlığı da söz konusuyken bu sürecin bir çıkmaza girdiği görülebilmektedir. İşte bu tablo mevcut ekonomik veriler ışığında son 10 yılın en bozuk mali profili anlamına gelmektedir.
İSO Meclis Başkanı Erdal Bahçevan, sanayinin ciddi bir döviz borcu olduğunu, bunun uzun vadeli TL üzerinden olabilmesi için de yeni nesil kalkınma bankacılığı gerektiğini belirterek “Kredi faizlerinin yüzde 16-20 olması, üretim ve ekonomik gelişmenin önünde ciddi bir engeldir” demiştir. Devlet ise mevcut şirketleri destekleyerek bankaları yüklenmektedir. Bankaların yüzde 15’e kadar çıkardıkları mevduat faizi, yüzde 12’de seyreden tüketici fiyatlarının, yüzde 15’i bulmuş üretici fiyatlarının kaçınılmaz sonucu olarak öne çıkmıştır. Dahası, bankalar kredi açma konusunda adeta zorlanmışlar ve devlet destekli Kredi Garanti Fonu (KGF) üstünden sağlanan güvencelerle kredi musluklarını sonuna kadar açarken, gerekli kaynağın mevduatla yerine konulmasında eksik kalmışlar, yüksek faizle mevduat toplama bu zorunluluktan doğmuştur.
Bugün mevcut faiz artışını engellemenin yolu olarak doların yükselişini engellemekten geçtiğini AKP iktidarı çok iyi bilmektedir. Ancak buna müdahale edebilecek bir ekonomik güç kalmamaktadır. Kendi içinde çektiği operasyonlar ve kamu harcamalarında kısıtlamaya gidilmesi ile ertelenen kriz giderek sanayi krizine dönüşmektedir ve bu durum oldukça ciddi bir yerde durmaktadır. AKP bankalarla olan krizini ilerleyen dönemlerde çözemezse mevcut sermaye sahipleri ile kendini bir kriz torbasının içinde bulacaktır. Bu dönemde devlet denetiminin kaybı iktidarın sarsılması anlamına gelmektedir.
Özetlemek gerekirse; bugün bankalar 250 binden fazla işletmeye 160 milyar TL kredi sağlamış bulunmaktadır. Devlet hazinesi ise 62 TL’lik bir kaynağı yüzde 45’lik bir artış ile çekmiş bulunmaktadır. Bu mevcut faizlerin düşmediği bir ortamda gerçekleşmiş ve hazinenin borçlanması kendini oldukça belirgin bir şekilde göstermiştir. Bu durum bankalar aleyhine yapılan mevcut bir borçlanmadır ki AKP’nin krizi ertelemesinin bir yöntemi olarak öne çıkmaktadır. Mevcut sanayi krizi AKP’nin gündemindedir ve bankalar bu konuda tehdit edilirken Hazine’nin borçlanmasının kredi ve mevduat faizlerini yükseltici etkisi kendini ilerleyen dönemde gösterecek gibi. AKP ise bu konuda bir kemer sıkma politikasına veya mevcut hazineyi güçlendirecek bir politikaya gidebilir. Halkı bankalara kredi çekmeye yöneltecek bir politikalarla hazineyi güçlendirmeye çalışabilir. Ancak bu kriz mevcut ölüm sancısını ertelemek anlamına gelmektedir. Geriye kalan konusu ise ölümün baki oluşudur.