Bu coğrafyanın kadim halklarından ve Hıristiyanlığı ilk benimseyen ve yayan topluluklardan birisidir Asuri/Süryaniler. Binlerce yıllık geçmişleriyle başta Mezopotamya olmak üzere Anadolu ve Ortadoğu’da kök salmış bir halktır. Yaşadıkları her yerde dillerini, inançlarını ve kültürlerini korumaya çalışarak, zamanın olumsuz seyrine karşı da büyük bir direnç göstermeyi başarmışlardır. Genişçe bir coğrafi alana yayılmış olmaları, Hıristiyanlıkla birlikte dinsel yorum farkından kaynaklı bölünmeleri, kendi içlerinde birliklerini sağlayamamaları gibi etkenlerden dolayı bölgesel egemen güçlerine hedef olmaktan da kurtulamazlar. Buna rağmen varlıklarını koruma, yaşatma ve geleceğe taşıma çabasından da vazgeçmezler.
Yaşadıkları alanlar zamanla Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik sahasına dönüşür. Müslüman olmayan diğer ulus, azınlık milliyet ya da topluluklar açısından ne kadar olumsuz koşul varsa daha fazlası Süryaniler için söz konusu olur. Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler Osmanlı padişahlarının fermanlarıyla kısmen görünür, tanınır ve hak sahibi olarak muhattap kaul edilse de Süryaniler için durum farklıdır. Ancak 19. yüzyıldan itiaren Ermeni kilisesi altında kabul görürler. Osmanlı’nın yok sayan tutumuna rağmen varlıklarını kendi olanakları ölçüsünde yaşatmayı başarırlar. 20. yy.ın soykırım dalgası başladığında ise Süryanilerin var olduğu unutulmaz. Nitekim 1915 yılı Süryaniler için de Kılıç Yılı yani Sayfo olarak tarihe adlanır. Nüfuslarının büyük bir kısmı kırımdan geçirilir, köyleri yakılır, yıkılır. Varlıkları yağmalanır, arazilerine el konulur ve yaşadıkları yerlerden tehcir yoluyla sürülürler. Geleceksizliğe mahkum edilirler. Tıpkı Ermeniler, Rumlar ve Ezidiler gibi.
İzler silinmeye çalışılıyor
Osmanlı’nın parçalanması, dağılması ve devamında TC’nin kurulmasıyla hayatta kalan Süryaniler için esasen değişen bir şey olmaz. Bir zamanlar anayurtları olan Mardin, Diyarbakır, Urfa, Van, Hakkari, Bitlis, Batman gibi yerlerde artık sayıları birkaç binle sınırlanmış halde yaşama tutunmaya çalışırlar. Yüzlerce yıl önce inşa edilmiş olan kiliseleri, manastırları en önemli değerleri ve mezarlıkları da tarihe not düşen sembolleri olarak yanı başlarındaki en manidar varlıkları gibidir. Kültürel mirasları ve köklerine dair ayakta kalabilen dinamikleridir. Yüzlerce yıllık geçmişin taşıyıcı simgeleridir her birisi. Bir halkın yegane unsurlarıdır. Korunması ve yaşatılması söz konusu olduğu sürece…
Kısa bir süre önce Mardin Valiliği tam da bu noktada geleneksel devlet politikası çerçevesinde sessiz, sedasız bir adım attı. Mardin’in büyükşehir belediyesi olması sonrası birçok köy, mahalleye dönüştürülür ve il idaresine bağlanması için çalışmalara başlanır. Bu köy ve çevrelerindeki taşınmazların, varlıkların yeniden düzenlenmesi için “Devir Tasfiye ve Paylaştırma Komisyonu” Mardin Valiliğince kurulur. Kısacası yağma, talan için yasal kılıf da denilebilir bu karara. Bu komisyon Süryanilere ait kilise, manastır ve mezarlık gibi dini sembolleri ve kültürel varlık değerlerini Hazineye ve Diyanet İşleri Başkanlığına devretme kararı alır. Bu kapsamda 50’ye yakın taşınmazın, varlığın listesi oluşturulur ve hepsi de Süryanilere ait kiliseler, manastırlar ve mezarlıklardır. Bir halka, kültüre, inanca ait varlıklara bu şekilde el konulması, yüzyılı aşkındır devam eden anlayışın bilindik davranışıdır. El konulan varlıkların dini semboller olması ve önemli bir kısmının da Diyanet İşleri Başkanlığına devredilme çabası aslında fazla söze gerek bırakmıyor. Bitmeyen Türkleştirme, İslamlaştırma ve radikal tasfiye amacının bir tezahürüne daha tanıklık ediliyor. Süryanilerden artık elle sayılacak nitelikteki izlerin de silinmesi ve Hıristiyan sembolleri olan varlıkların cami ya da İslami kurumlara dönüştürülmesi aslında yüzyıldır arzu edilen ama hayata geçirilemeyen geleneksel çizginin bir amacıydı. Çünkü tamamlanmamış olması huzursuz ediyordu.
Provokasyonlarda hedef belli; Süryaniler ve varlıkları!
Günümüzde Süryani nüfusunun kalan kısmı esasen İstanbul’da yaşamaktadır. Mardin ve ilçelerindeki köylerinde yaşayan Süryaniler ise 1990’ların başında savaş ortamı bahane edilerek göçe zorlanır. Mardin, Midyat, Nusaybin gibi Süryaniler için Turabdin olarak bilinen ve manevi değeri, kutsallığı bulunan son yaşam alanlarından sökülüp atılmalarıyla Avrupa’ya sığınırlar. Bunu fırsat bilen yöredeki gaspçılar kısa sürede boşalan topraklara, arazilere, mülklere el koyar. Sonraki yıllarda yurtlarına döndüklerinde hukuki yolları zorlayarak bu yağmanın, el koymanın düzeltilmesine çalışsalar da netice değişmez. Yüzyıl önce de devlet eliyle desteklenen bir tutumdu bu ve bizzat teşvik edilmişti. Süryanilere ait olduğu bilinmesine rağmen kilise, manastır, mezarlık gibi varlıklar ancak devletin Varlık Kanunu ve Varlıklar Genel Müdürlüğü’nün genelgeleri vs. ile belirlenmiş sınırlar dahilinde meşru ya da resmi temelde kabul edilebiliyor.
Müslüman olmayan toplulukların varlıklarına ilişkin sorunlu düzenlemenin temeli 1936 yılında atılır. Varlık Kanunu çıkartılır ve 1936 Beyannamesi yayımlanır. 1936 Beyannamesine göre tüm vakıflardan ellerindeki taşınmazların, gayri menkullerin listesini gösteren bildirimde bulunmaları istenir. Oysa Müslüman olmayan toplulukların taşınmazlara ilişkin Vakıfname yoktur. Çünkü Osmanlı zamanında bunlar padişah fermanıyla tanınır ve kurulurdu. Dolayısıyla beyanda bulunma koşulları mevcut değildir. Bu durumu düzeltecek yeni taşınmazların kayıt altına alınmasını sağlayacak düzenleme de yapılmaz. Aksine daha öncesinden çıkartılan Medeni Kanunun 101/4 maddesinde; “Belirli bir ırk ve cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurulamaz” hükmüyle artık mülk edinme hakları da bulunmuyordu. Dolayısıyla 1936 Beyannamesi ırkçı-faşist rejimin elini güçlendiren bir adımdır. Nitekim 1960’lardan sonra Müslüman olmayan toplulukların hak sahibi olduğu ama mevcut yasalarla bu haklarının fiilen geçersiz kılındığı bu zeminle birlikte varlıkların üzerinde devletin sahiplik kılıcı daha belirgin sallandırılır. Ne zaman ırkçı-faşist bir provokasyon ortamı hazırlansa hedef bellidir; Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Süryanilerdir, bu halklara ait mülkler, varlıklardır. Tarihte bunun örnekleri çoktur.
Lozan’da “var” denildi, uygulamada tersi yapıldı
Bugün Türk devletinin bu kararıyla birlikte Lozan’da altına imza atmış olduğu “Azınlıkların Korunması”nı içeren 38. maddeden 44. maddeye kadar olan yükümlülüklerini yerine getirmediği ve ilgili maddeleri ihlal ettiği tartışılmaktadır. Türk devleti Lozan Antlaşmasıyla kadim halkların anayurdu olan toprakları, kendi vatan toprağı olarak uluslararası zeminde kabul ettirmiş ve 1915’te başlayıp 1922’ye kadar devam eden kanlı tasfiye sürecinin üzerini emperyalist-kapitalist sistemle çıkar ortaklığı temelinde kapattırmıştır. Dolayısıyla azınlık haklarının kağıt üzerinde kalacağı Lozan masasının kuruluş dinamiklerinden bellidir. Zaten Lozan Antlaşmasının ilgili maddelerine göre azınlıklar arasında Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler tanınıyordu. Maddelerde doğrudan belirtilmese de fiiliyatta böyle ele alındı ve Süryaniler, Müslüman azınlıklar görmezden gelindi. Çok daha büyük bir nüfusa sahip Kürt ulusunun adı dahi anılmadı bu masada ve Türklük adı altında geçiştirildi.
Lozan ile her ne kadar dil, eğitim-öğretim, inanç, kültür vb. temel noktalarda koruma, güvence ve olanak sağlama yönünde görece “haklar”a vurgu yapılsa da uygulama tersi yönde gençekleşti. Süryaniler zaten başından itibaren dışında tutuldu. Kilise, havra, manastır, okul, hastane, sosyal kurumlar, hayır kurumları açmak, yönetmek ve denetlemek hakkı; yine kendi dillerinde serbestçe eğitim yapmak, dinsel ayinlerini serbestçe yerine getirmek gibi haklar sıralanır. Oysa Süryanilere ait en son okul 1928 yılında kapatılır. Kiliselerde anadillerinde ayin yaparken ilahi öğrenme girişimlerine dahi kilise ya da manastırı kapatma tehdidiyle karşılık verilir. Günümüzde sadece anaokulu açma hakkı verilmiştir Süryanilere. İstanbul’da yapmak istedikleri kilise için yasal prosedürler yerine getirilse de bürokratik engellerle inşa edilmesine izin verilmez.
Süryaniler, kendi içlerinde örgütlenmeye başladılar. Biraz daha kendi sorunlarıyla ilgilendikleri ve haklarını elde etmeleri yönlü girişimlerde bulunduğu için HDP’yi desteklemeleri ve Suriye’de örgütlenerek Demokratik Suriye Güçleri bünyesinde Süryani Askeri Meclisi ve Betnahrin Kadın Savunma Güçleri olarak yer almaları şüphesiz ki AKP iktidarının gözünden kaçmıyordu. Hıristiyansın ve siyasal olarak da karşımdasın diyerek, hamlesini yapmış oldu yukarıda bahsettiğimiz düzenlemeyle. Her ne kadar şimdilik varlıkların devrinin durdurulduğu yönlü karar alınsa da geleneğin arzusunu gerçekleştirmek halen en büyük meseleleri ve emelleridir.
Süryanilerin karşı karşıya kalmış oludğu bu uygulamalar TC’nin dünden bugüne süregelen fiilleri olsa da öz varlıklarının geride kalan en son değerlerinin ve sembollerinin korunması ve yaşatılması için herkese sorumluluk düşmektedir. Müslüman olmayan azınlıklara yönelen nefret söylemleriyle bu gibi ırkçı-faşist uygulamalara kayıtsızlığı da besleyen ve devletin yaptıklarını en temel insan haklarının ihlali olduğu açıkken bunu sorgulamaktan uzak tutumlar teşhir edilmeli ve Süryanilerin uğradığı haksızlıklar karşısında pek de duyulamayan çığlıklarına ortak olunmalıdır.