16 Nisan sonrası Milli Güvenlik Kurulu’nun “tavsiye” kararı ile CB Erdoğan’ın yönetiminde toplanan Bakanlar Kurulu OHAL’i 4. defa uzattı. İşçi ve emekçi kesimlere yönelik hak gaspları, iş cinayetlerinde artış ile devam eden OHAL’in 4. dönemine evrildiği bugünlerde, IMF, her yılın Nisan ve Ekim aylarında açıkladığı Küresel Ekonomik Görünüm raporunun bu seneki ilk nüshasında Türkiye’nin 2017 büyüme beklentisini yüzde 3’ten yüzde 2.5’e kadar düşürdü. Geçen yılın Ekim ayındaki raporda 2017 için büyüme beklentisi yüzde 3 olarak duyurulmuştu. Ayrıca geçen yılın Ekim ayındaki raporda Türkiye için 2017 enflasyon tahminin yüzde 8.2 olarak belirleyen IMF, güncel raporda ise bu tahmini yüzde 10.1’e yükseltti. 2018 için enflasyon tahminini ise yüzde 9.1 olarak tahmin ediliyor. IMF, Türkiye için işsizliğin ise 2017 yılında yüzde 11.5, 2018 yılında ise yüzde 11 olacağını öngörüyor. Raporda Avrupa’nın gelişmekte olan ülkeleri için ekonomik görünümün lehte bir durum çizdiği, Türkiye içinse durumun tam tersi olduğu vurgulanarak şunlar kaydediliyor; “2016’nın üçüncü çeyreğinde büyümede görülen keskin yavaşlamanın ardından, ekonomik aktivitede ılımlı bir hızlanma bekleniyor. 2017’de güçlü net ihracat ve ılımlı mali teşvik ile büyümenin yüzde 2.5’e ulaşması bekleniyor. Görünüm artan siyasi belirsizlik, güvenlik endişeleri, liranın değer kaybı yüzünden ortaya çıkan yabancı para cinsinden borcun artması sebebiyle belirsiz hale gelmiş durumda.”
Açıklanan bu ve benzeri raporlar ile birlikte; “devlet millete değil, kendisine olağanüstü hâl ilan etmiştir” sözleri eşliğinde ilan edilen OHAL’in özünde işçi ve emekçi kesimlere yönelik katmerleşen sömürü ve hak gaspları anlamı taşıdığı açıklık kazanmış oldu/oluyor. Türkiye açısından ekonomik krizin başta tarım alanları olmak üzere üretim alanlarının yok edilmesi ile ihracatın dibe inmesi ile bunun sonucu olarak ithal ürünlere aşırı yönelim ve yerli sermayenin büyük tekellerinin dışarıya yatırımları ile açığa çıkması kaçınılmazdı. Dış borcun yükselmesi ve dış politikadaki adımlar sonucu ekonomik krizin eşiğine gelindiği dönemlere sıkça rastlamak mümkündür. Tam da bu gibi dönemlerde iktidarda bulunan hükümetler TÜİK vb. kurumların “istatistiki verilerine” dayanarak sömürünün mahiyetini gizleme çabası içerisine girer. OHAL’in ilanı borsadaki düşüş ve AB ile ilişkilerin askıya alınma kararı sonrası dolar tarihin en yüksek düzeyine ulaşmış, TL’de büyük bir değer kaybı yaşanmıştı. TÜİK’in 2016 yılı büyüme rakamlar da bu gerçeği gizlemeye yetmiyor.
10 aydır süren OHAL ile ekonomi daha dibe batmış görünüyor. Ekonomik kriz, enflasyonun ve borçların artması ile daha da derinlik kazanıyor. Cari açığın milyar dolarları bulmasına rağmen Türkiye Varlık Fonu (TVF) kurularak birçok şirketin gelirinin buraya devredilmesi ve “denetim” görevinin Başbakanlık’ın belirlediği 3 bürokratın üstlenmesi, cari açığın daha da büyüyeceği anlamına geliyor.
Ekonomik buhranın derinleştiği bugünlerde demokratik alanda sendikal çalışmalara ağırlık vermek, işçi ve emekçi kesimler arasında kök salmanın adımlarını atmak önemli bir görev olmakta, OHAL’in sermayeyi güvence altına alıp küçük işletmelere ve proleter kesimlere sınırsız sömürüyü dayatması bir şiar olarak karşımızda durmaktadır.