Beş yıldan bu yana Suriye’de devam eden savaşta insanoğlu II. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik ve sosyal yıkımların en ağırına tanıklık etmektedir. Henüz gelinen aşamada görüşmeler ülkenin asli unsurlarının olmadığı, istenmediği ortamda yapılması çözümün ne kadar gerçekçi olacağı ayrı bir sorun olarak kendini gösteriyor. Arap, Kürt ve mazlum halkların kaderi ve geleceği emperyalist haydutların alacağı kararlara bağlanmış savaşın sona ermesini beklemektedir. Bugüne kadar savaşın bilançosu çok ağır olmuş daha da artmaktadır. Nerdeyse nüfusun yarısı yerlerini değiştirmiş, beş yüz bin insan hayatını kaybetmiş, iki milyon insan yaralanmıştır. Dört milyon Suriye vatandaşı, dünyanın değişik ülkelerine iltica talebinde bulunmuştur.
Esad’ın devrilip yerine şeriat rejimi getirilmek istenen savaşta emperyalist efendileri Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’a önemli görevler vermişlerdir. Askeri lojistik ve her türlü yardım Türkiye üzerinden yapılırken “yol geçen hanına” dönen Türkiye sınırları, binlerce cihatçı, dünyanın değişik ülkelerinden Suriye’ye giriş yapmışlardır. Kan gölüne dönen Suriye’de yurt dışından gelerek savaşan muhalifler için, PYD (Demokratik Birlik Partisi) Eşbaşkanı Salih Müslim Türkiye destekli kafa kol kesen cihatçılar için “onlar ne özgür, ne Suriyeli ne de ordu”dur diyerek çetelerin çapulcuların durumuna açıklık getirmiştir.
XX. yüzyılın başında Osmanlı Suriye toprakları katliam, sürgün ve soykırıma tanık olmuştu. Bugün bu acı daha değişik biçimlerde devam etmektedir. Yaşadığı topraklar üzerinde tarihin ilk soykırımına uğramış Ermeni ulusu, yok edilirken Soykırımın II. Safhası olan Mezopotamya çöllerinde, Fırat boyunca Anadolu’dan kafileler halinde tehcir edilen, sürgüne gönderilen Ermenilerin Halep, Der Zor, El Bab, Minbîç, Rakka’da bugün günlük hayatta sürekli duyduğumuz şehirlerde, kurulan kamplarda soykırım tamamlanmıştır. Hayatta kalan Ermenilerin imhası için açlık, tecavüz, hastalık ve ağır doğa koşullarında yok etmek planlanmıştır. Ermenilerin yaşadıkları yerlerden alınarak kafileler halinde uzaklaştırılıp sonlarını getirmek istenmiştir.
Mezopotamya çölleri, Fırat nehri boyunca Der-Zor, Mergadeh Ermenilerin mezarı olmuştur. Bunu için İttihat ve Terakki Merkez Komitesi gizli kararı ile bütün Ermenilerin Mezopotamya’ya doğru gönderilmeleri görevini üstlenecek Halep’te Göçmen Genel Müdürlüğü kuruldu. “Türkiye’nin bütün noktalarından, Ermeniler Der-Zor Sancağına ve Mezopotamya’ya doğru yönlendirilmek zorundadır. Bu İttihat ve Terakki Komitesi’nin geri alınamaz, bozulamaz kararıdır. Bitirdikten sonra kitle halinde Rum’ların dışarı atılmasına başlayacağız. Fakat şu an için bu noktaya dokunmayacağız “ şeklinde alınan kararları bugün daha açık ve net olarak anlayabiliyoruz. Her türlü yalan, inkar ve gerekçe üretilerek tasarlanan planın özü Ermeni, Rum, Kürtlerin olmadığı bir cumhuriyetin inşasıdır. Bu planın son halkası olan bugün Kürtler yok edilmeye çalışılmaktadır.
Yerevan’da Ermeni soykırımında ölenlerin anısına inşa edilen Soykırım Anıtı ile müzesinin bulunduğu, Kırlangıçlar Tepesi olarak anılan anıt mezarın bir benzeri Suriye’de Der-Zor’da inşa edilmiştir. Küllerinden yeniden doğuşun simgesi olan kilise ile anıt mezar Ermeni halkının kutsal değerleri arasındadır. Buraya inşa edilmesinin sebebi Ermenilerin Auschwitzi olarak bilinen Mergadeh’de bulunan toplu ölüm kampıdır. Burada halen soykırımın izlerine rastlamak mümkündür. Suriye’de süren savaşta IŞİD’in eline geçen yerlerde tüm tarihi, turistik değerler yok edilirken tarihi Nahadagas (Kutsal Ermeni şehitleri) kilisesi de bombalarla parçalanmıştır. Bu yıkım yurtdışına kaçan Ermeniler ve diaspora arasında derin üzüntüye sebep olmuştur.
İttihat ve Terakki Merkez Komitesi’nin aldığı tehcir Karar’ı ile yurtlarından edilen 800.000 Ermeni 1915 yaz sonuna kadar imha edilirken, Soykırımın II. Safhası ise 1915 sonbaharında başlamıştır. Osmanlı Suriye’sinde 870.000 Ermeni’nin yok edilmesiyle sonuçlanan kıyımlar Der-Zor’a kadar varmış en ağır sonuçlar burada yaşanmıştır. Türkiye’de soykırım tartışmalarında bu ikinci ve en önemli evre II. Safhası kamuoyu tarafından bilinmemektedir. İşte bu açığı Ermeni tarihci Reymond H. Kevorkian sayesinde öğrenebilmekteyiz. Halep, Fırat ve Der-Zor’da yaşanılan acı olaylar yaşayanların anlatımlarından, özellikle kamplarda yaşanılanlar, çocukların yok edilişi araştırmaları ile tarihe ışık tutmaktadır. Bu rakamlar belki abartılı olur diye düşünürken Osmanlı müfettişlik bürosu arşivlerinden sorumlu Namık Bey “700.000 Ermeni yürekler acısı dayanılmaz bir durumda Zor sancağına sürgüne gitmekteyken… Onları tamamen soyuyor, üstlerindeki her şeyi alıyorlar. Sivas’ta hiçbir Türk ailesi yoktur ki ebeveynlerinden alınmış küçük Ermeni kız çocuğu bulundurmasın ve Ermenilere ait olan malları almamış olsun” diye açıklamış resmi ağızlarca sürgünlerin gerçek sayısı hakkında bilgi sahibi olmaktayız.
İlk önce Talat Paşa, kafileler halinde sürgüne gönderilen Ermenilerin sevk ve idare edilebilmesi için Halep Sürgünler Müdürlüğü’nü inşa etmiştir. Tamamen kendine bağımlı özel bir yapıya sahip, sürgünler müdürlüğü başkanlığına Şükrü Kaya tayin edilmiştir. Bu kişi Talat’ın sözünden çıkmayan zalim olması ile tanınmaktadır. Bu hallerinden dolayı, Mondros mütarekesinden sonra yargılanan ve kurtulan İttihatçılardandır. Cumhuriyet Türkiye’sinde yeni kadro olarak Atatürk tarafından İçişleri bakanlığında görevlendirilmiştir. Teşkilat-ı Mahsus-a şefi Bahattin Şakir ile 4. Ordu komutanı Cemal Paşa hepsi sevkiyatlarda, Ermenilerin yok edilmeleri için koordineli olarak çalışmışlardır. “Ermenilere iyi davranıyor” diye ihbar edilen Ali Suat Bey başka yere tayin edilerek yerine Şükrü Kaya getirilmiştir. Talat Paşa’nın kayınbiraderi olan Abdülhalad Nuri de aynı zamanda son darbeyi vurmak için vali olarak Halep’e gönderilen kişidir. Bu kişiler özelliklerinden dolayı seçilmiş buralara atanmışlardır. Hiç kimsenin sahip olmadığı “gaddarlığı ve ölüm makinası” olarak arkadaşları arasında tanınıyordu. 1922 yılında İzmir’in yağmalanıp ve yıkılmasında İzmir valisi olarak atanmıştı. TBMM başkanlığına kadar yükselmiş, Atatürk’ün ölümünden sonra kısa bir dönem cumhurbaşkanlığı bile yapmıştır.
15 Eylül 1915 yılında göreve atanan bu kişiler Talat Paşa telgraf çekerek yapılması gereken emirler yağdırmıştır. “Daha önce bildirildiği gibi Cemiyet’in talimatı üzerine hükümet Türkiye’de yaşayan bütün Ermenileri yok etme kararı almıştır. Bu karara ve bu emre karşı çıkan memurlar görevden alınacaktır. İmha yöntemleri ne kadar trajik olursa olsun, vicdani duygulara kulak açılmamalı, kadın çocuk hasta ayırımı gözetmeksizin varlıklarına son verilmelidir” diyerek planın uygulanmasına geçilmiştir.
Ölüm Kampları…
İlkin Halep’te toplanmak üzere sürgüne gönderilen Ermeniler için 1915 Haziran ve Temmuz başlarında sevkiyat başladı. I.Güzergah’ta 130 bin Ermeni Erzurum (Karin), Erzincan, Sivas, Samsun, Merzifon, Amasya’dan gönderilen sürgünler Malatya üzerinden acı ve sefalet içerisinde Halep’e gitmek için Res ul-Ayn’e ulaşırlar. Burada trenlere bindirildiler. Bu güzergahta sağ kalanların oranı genelde daha yüksektir. II. Güzergahta Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Diyarbakır, Van ve Bitlis vilayetlerinden toplanan Ermeniler, Diyarbakır-Mardin yoluyla Suriye’ye Res ul-Ayn’e getirilmiştir. Bu güzergahta 150 bin Ermeni Suriye kapılarına dayanmıştır. III. Güzergahta bulunan Ermeniler İstanbul’dan-Pozantı demiryolu üzerinden Suriye’ye ulaştılar. İstanbul, Çanakkale, Trakya’dan, İzmit sancağından, Bursa, Konya, Niğde, Antalya’dan, Kastamonu-Adana-Ankara vilayetlerinden toplam 590 bin Ermeni Suriye’ye sevk edildiler.
Resmi düşünceye göre “güvenli bir şekilde, can ve mal güvenliği sağlanmış” vaziyette Suriye’ye sürgün edilen kafileler için sanki “doğal” bir yolculuk havası gibi gösterilmektedir. Osmanlı Suriye topraklarında Ermeniler hiçbir hazırlığı olmayan, alt yapısı ve barınma koşullarından mahrum kalmış ölüm ile karşı karşıya bırakıldılar. Kafileler Suriye’ye gelmeye başlayınca barınma güvenlik iaşe önlemi yoktur. Yol kenarlarına biriken cesetler kolera, tifüs gibi hastalıklara sebep olmuş, yaygınlaşınca görevliler endişelenmeye başladılar. Oysa kafilelerden önce Dicle (Tigris), Fırat (Yeprad) nehrinin sürüklediği cesetler görülmeye başlamıştır.
Kuzey’den gelen kafilelerin durumunu gören Halep Alman Konsolosu Rösler şöyle demektedir : “… Bu sistematik hazırlık tedbir ve düzenleme cinayetlerin katletmelerin tesadüfi olmadığını fakat özellikle resmi yetkililer tarafından tasarlanan genel bir imha etme, yok etme planının söz konusu olduğunu göstermektedir… Birçok gün aradan sonra cesetler sayıları gittikçe daha çok artarak yeniden görünmeye başladılar. Bu sefer asıl söz konusu olan kadınlar ve çocuklardır…”
Musul Halep Konsolosu Holstein de büyükelçisine telgraf çekerek olayları aktarırken farklı şey dile getirmemiştir. “… Diyarbakır’dan dışarı atılmış ve Musul’a doğru çıkarılan 614 Ermeni (kadın erkek, çocuk) hepsi sal üzerindeki yolculuklar sırasında Dicle üzerinde öldürüldü. Bu kelekler boş ulaştılar… Diğer kafilelerdeki Ermeni sürgün gurupları şu anda yoldalar ve muhtemelen onları bekleyen de aynı kader, aynı sondur…” der.
Fransa’nın emekli konsolosu M. Guys raporunda yine durumun vahametini aktarmaktadır: “…Geçen mayıs ayından beri binlerce insanın hepsi Gregoryan Ermeni’lerinin bizzat Halep şehrinden geçişi … bir iki veya üç gün kendileri için ayrılan bu yerlerde kaldıktan sonra çoğunluğunun erkek çocukların kızların kadınların ve yaşlıların oluşturduğu bu zavallı bahtsızlar genel inanışa göre kendileri için mezarlığa dönüşecek İdlib, Mara, Rakka, Der-Zor, Res ul-Ayn ve Mezopotamya çöllerine gitmek için emir almaktadırlar.” demiştir. Kafilelerin Munbuç üstünden Bab’a oradan Halep’e gitmeleri gerekiyordu. Kendilerini bekleyen tehlikenin farkında değillerdi.
Kafileler halinde Suriye’ye gelen Ermenileri kamplarda ölüm bekliyordu. Yazın sıcağından bulaşıcı hastalıklardan, kışın ise soğuğundan biçare insanlar ölümü kurtuluş olarak her zaman düşünmüşlerdir. Talat Paşa’nın emri ile yerli nüfusun % 10’unu geçmeyecek şekilde dağıtılmalarını, sürekli yer değiştirmelerde amaç, insanların zayıf düşerek, açlık ve hastalıktan ölmeleri hedeflenmiştir. 1916 Şubat’ına kadar konsolosluk görevlilerinin raporlarına göre halen hayatta olan Ermenilerin, yani ölümü bekleyen halkın sayısı 486 bin kişiyi buluyordu. 1915’den itibaren yapılan hazırlıkların başında ise kamp çalışmaları gelmekteydi. Toplam kampların sayısı ise 20’ye yakındır.
I. hat da Bağdat Demiryolu boyunca bulunan Suruç, Kobanê ve Serêkaniyê kamplarıdır. Islahiye hattında Mamura, Bab, Lale, Tefrica, Ahterim, Rajo, Azaz ile Minbîç’dur. En ölümcül ve kötü olarak bilinenleri ise Fırat boyunca bulunan kamplar olmuştur. Meskene, Suvar, Dipsi, Seddadiye, Mergadeh, Abuharar, Hamam ile Rakka kamplarıdır. Zaten arkasından gelen Der-Zor, Ermenilerin 200 bin kayıp verdikleri ölümlerin en acısını yaşadıkları, insanoğlunun şahit olduğu en kötü barbarlıklar olarak bilinir. Bunun için Der-Zor Ermeni soykırımının Auschwitzi olarak anılmaktadır. Toplu imha yöntemleri arasında yığınlar halinde gelen toplulukların ölümleri de toplu imha edilerek olmuşlardır. Ya kitleler halinde Fırat’a atılarak boğulmuşlar veyahut toplu halde evlerde samanlıkların ateşe verilmek suretiyle ölümleri sonuçlanmıştır. Bu yöntemler Karadeniz’de kitleler halinde toplu olarak denize atılmak ile olmuştur.
Sevk ve sürgünlerde Halep’e varan kafilelerin çokluğunu gören Talat Paşa rahatsız olmuş bazı sıkı önlemler için talimatlar yağdırmıştır. Ölümlerden kurtulmak için Ermenilerin Türklerle evlenmelerine engel olunmasını istemiştir. Sürgün yerine ulaşan Ermeniler İslamiyeti seçmiş olsalar bile kabul edilmeyecektir. Çocukların yok edilme yaşı 15’den 7’ye indirilmiştir. Kafilelerin birbirinden 5 saat uzak tutulmasını, parçalanarak değişik yerlere gönderilmesini emretmiştir.
Der-Zor cehenneminde sağ kurtulmuş kişilerin sonradan anlatımlarına göre polis şefi Mustafa Sıtkı Ağustos 1916 tarihinde kafileden en güzel kadınları seçmiş, Fırat ırmağının üstünde bir köprüye götürerek tecavüz etmiştir. Sonradan kurbanlarının tümünü ırmağa atmıştır. Aynı polis şefi 24 ekim 1916 tarihinde 2000 kadar Ermeni yetimin el ve ayakları bağlı halde Yeprad’a (Fırat) götürülmesini emretmiştir. Boğulmaları seyretmekten zevk alan polis şefi günahsız insanları ikişer ikişer nehre atmıştır. Amerika’nın Türkiye konsolosu Morgenthau bir konsolosluk raporu hazırlamış raporda “yüzlerce çocuk Türkler tarafından sürgülendi ve Yeprad’a (Fırat) atıldı” diye rapor etmiştir.
Vicdanlı müslümanlar…
Bunca kötülüklere rağmen bugün dahi saygıyla anacağımız, vicdanının sesine kulak verip, belki ölümle yargılanacak, tutuklanıp ağır cezalara çarptırılacak, Ermenilere yardım etmiş olan Osmanlı memurlarını unutmayacağız. Halep’te gelecek kuşaklara ders olması bakımından miras olarak kalan değerler arasında olan, iki şahsiyet dikkat çekeni olmuştur. Bunlardan birisi Hat komiseri Hayri Bey ile Halep valisi Celal Bey’dir. Halep Hat Komiserliğinde görevli bir hükümet görevlisi olan Hayri Bey, ailesi ile birlikte çok sayıda Ermeni kadın ve kız çocuğunu İstanbul’a kaçırarak hayatlarını kurtarmıştır. Önce ailesiyle iki, daha sonradan kendisiyle üç Ermeni kız çocuğunu İstanbul’a getirmiştir. Hayri Bey trenlerin güvenliğinden sorumlu kişidir. Hükümetin izni dışında kimsenin seyahat etmemesi gerekirken Ermeni kız çocuklarına çarşaf giydirerek İstanbul’a kaçmalarını sağlamıştır. Hatta bunlardan birisi yakalanmış, Hayri Bey’in kefil olmasıyla serbest kalmıştır. Bu durumu duyan Talat Paşa çok öfkelenmiştir. Çünkü Suriye ile ilgili haberlerin İstanbul’da duyulmasından çekinmektedir.
Halep, Cemiliye’de görevde bulunduğu sırada çocuklarının eğitimi için tuttuğu iki Ermeni kız çocuğunun isimleri Diruhi ile Zaruhi’dir. Dört yolda öğretmen oldukları zaman kafileler ile Halep’e sürgün edilen guruplar içerisindedir. Halep’te Baron oteli sahibi aracılığıyla Hayri Bey ile tanıştırılır. İstanbul’a gelebilmeleri için seyahat belgelerinde, kız çocuklarını “baldız “ı olarak gösterir. İsimleri ise Leman ve Belkıs olarak değiştirildi. Hayri Bey ise kendi ile dönüşte üç Ermeni getirmiş bunlar Halep’ten Bab’a oradan daha aşağı Der-Zor’a sürgüne gidecek olanların arasındadır, Hayri bey sayesinde İstanbul’a gelmiş kurtulmuşlardır. Bunlar Mari, Armina ile Siranuş’tur. Siranuş din değiştirerek Hayri Bey’in hizmetine girmiş, ismini Fatma olarak değiştirmiştir. Bu durumlardan haberdar olan Talat Paşa acele bir telgraf çekerek şöyle demiştir; “…ibret olmak üzere vazifesini kötüye kullanmış olan Hayri Bey hakkında gereken muamelenin şiddetle uygulanmasını ve sonucun bildirilmesini özellikle rica eserim.” (22 Ekim 1916 Talat Paşa)
Halep ve Konya valisi olan Celal Bey emirlere karşı gelen görevliler arasındadır. Halep ile Konya’da kafileler halinde gelen ölüm yolculuğunda olan Ermenilerin Halep’te ölümlerine karşı çıkmış Konya’da ise görevde bulunduğu dört ay içerisinde ölüm yolculuğundan kurtarmıştır. I. Dünya Savaşı başladığı zaman zaman Halep valisidir. İttihat-Terakki’nin, Tehcir başlamadan önce göndermiş olduğu telgraflardan endişelenen Celal Bey bu durumu Almanya’nın konsolosu Rösler’e bildirmiştir. Tehcir başladıktan sonra ise “Ermeni’lerin imhasının amaçlandığını anlamıştır. Bu kuşkularını Amerikan, İtalya konsolosları ile paylaşmıştır. Hükümete engel olmaları için baskı kurmalarını ister. “Bunları İstanbul büyükelçiliğinize iletin, iki hükümet nezdinde girişimlerde bulunsunlar. Yoksa emin olabilirsiniz, tüm Ermeni milleti yok olacak” demiştir.
İttihat ve Terakki Celal Bey’in bu durumundan rahatsız olmuş ayağını kaydırmak niyetindedir. Sonuçta görevinden alınır. Halep’te görevde kaldığı dönem boyunca Ermenilere karşı gelen emirleri uygulamakta “yumuşak” davranmıştır. İki Ermeni milletvekili Kirkor Zohrab aynı zamanda kalp hastasıdır. Vartkes Sevangülyan’ların sürgüne gönderilmelerine karşı çıkmış Halep’te kalmalarını sağlamıştır. İstanbul’a mektup yazarak sürgünlerinin durdurulmasını önermiş ama kabul ettirememiştir. “Halep’te kaldığım sürece kendilerine göndermeyeceğimi vaat ettim ve vaadimi yerine getirdim” demiştir. Halep’ten ayrıldıktan bir gün sonra sürgüne gönderildiler. Urfa’ya sonra Diyarbakır’a gönderilirler. Yolda pusu kuran Çerkes Ahmet çetesi tarafından vahşice öldürülürler. Kısa bir süre Konya’da görevde kaldığı sürece “Konya’daki Ermeniler de çıkarılacak ise bu işi yapacak başka birisini bulsunlar” diyerek karşı çıkmıştır. Kafileler halinde başka yerlerden gelen geçiş güzergahı olan Konya’da otuz bin Ermeni’nin kalmasını burada bulunan Ermenilerin ise sevk edilmelerine engel olmuştur.
***
Ermeni kasabı olarak anılan Osmanlı Sultanı Abdülhamid Han’ın torunu olan Nilhan Osmanoğlu hanıma basında artık sık sık rastlamaktayız. Ermeni katliamlarından sorumlu olan Abdülhamid Han’ın 5. kuşak torununu koyu bir Erdoğan yanlısı olarak görüyoruz. Osmanlı hayalleri kuran dedelerinden kaldığını iddia ettiği saraylar, köşkler, araziler, Suada gibi zenginliklerin peşine düşmüş miras kavgası vermektedir. Oysa insanlara miras kalan, kıymetli hazine Celal Beylerin, Hayri Beylerin zalimlere karşı örnek alınacak duruşlarıdır.
(Bir ÖG okuru)