Bireylerin bir araya gelmesi ve bir ortaklık oluşturmasıyla oluşan toplumda, her birey aynı zamanda kendi hikâyesi ile vardır ve toplumsal gerçekliğin dışında yaşanmaz. Dolayısıyla bu durum toplum ve bireyin iç içe geçmiş olgular olduğu gerçeğini bir kez daha gösterir bize. Ancak her birey bu gerçeklik içinde kendini ifade etme koşullarına aynı derecede sahip değildir. İçinde bulunduğumuz sistemin ortaya çıkardığı toplumsal norm ve değerler bu konuda belirleyici yerde durur. Toplumsal yaşamda ötekileştirilen, yok sayılan, sistematik olarak şiddete, tacize, tecavüze maruz kalan kadınlar, toplum tarafından belirlenen normların, kuralların dışına çıkmasına izin verilmeyip, çıktığı takdirde çok çeşitli biçimlerde cezalandırılırlarken LGBTİ’lere ise hiçbir yaşam alanı tanımaz. LGBTİ’ler toplum tarafından tamamen dışlanmakta varlığı yok sayılmakta, linç edilip katledilmekte.
LGBTİ bireylerin yok sayılması, görmezlikten gelinmesi yada yönelimlerinin, tercihlerinin bir hastalık olarak görülmesi, toplumda kabul görmemesi ilk olarak erkek egemen sistemin ve toplumun en küçük birimi olan ailede başlayıp toplumsal yaşamın her alanında devam eder. Bende aile içerisinde en yakınımda yaşanmakta olan bir örneği paylaşmak istiyorum.
Küçüklükten başlayan ve şuan 13-14 yaşlarında olan kuzenim geleneksel cinsiyet normlarından ötürü birçok sorunla karşı karşıya kalıyor. Henüz 3-4 yaşlarındayken annesinin eşyalarına, kıyafetlerine olan ilgisiyle annesine öykünen, yemek, temizlik gibi işlerde merakla annesine yardımcı olan kuzenim, ilk zamanlar aile tarafından gülünen, hoşa giden davranışlarla karşılaşsa da, zaman ilerleyip kuzenim büyüdükçe toplumsal cinsiyet rollerinin dışına doğru gittiğinin fark edilmesiyle gülmenin ve hoşa gitmenin yerini hoşnutsuzluklar ve tepkiler aldı. Bunlar özelde de ailenin erkek fertleri tarafından geliştirilen tepkilerdi.
Hatta bu tepkiler hem çocuk üzerinde, hem de toplum tarafından çocuğun bakımından sorumlu olarak görülen, çocuğu yetiştirme, şekillendirme ve aynı zamanda erkekliği de öğretme vazifesi verilen anne üzerinde de baskı ve şiddet biçiminde kendini gösterdi. Sürekli uyarılan “ne biçim annesin”, “buna neden izin veriyorsun”, “neden çocukla ilgilenmiyorsun” gibi tepkilerle anneliği sorgulanan ve toplumsal normların getirdiği görevleri yerine getirmemekle suçlanan anne, kuzenimin yöneliminden sorumlu tutularak psikolojik, duygusal şiddete maruz bırakılıyordu. Bu da anneye çocuğun aile içerisinde maruz kaldığı her türlü şiddetin başta bir fiil uygulayıcısı olmasını getiriyordu. Zamanla bu durum anne tarafından bilinçsizlikle ama annelik duygularıyla çocuğu sahiplenmeye dönüşmüş, ailede de belli bir kabullenmeyi ve kanıksamayı getirmişti. Ancak kuzenimin biraz daha büyüyüp daha fazla toplumsal yaşamın içerisine girmeye başlamasıyla birlikte kendisi için yıpratıcı, zor ve sancılı olan cinsiyet kimliğindeki arayışı baskı ve şiddetle karşılandı. Kuzenim için toplumsal yaşamda, okulda, mahallede vs. şiddet boyutlanarak devam ediyor.
Oyun arkadaşı olarak en çok kız çocuklarını tercih etmesi, erkek çocuklar tarafından alay konusu olmasına sebep oluyor. Dolayısıyla bu onun hem okul, hem de arkadaşlarıyla olan ilişkisini olumsuz etkiliyor. Buna bir de öğretmeninin bilinçsiz ve cinsiyetçi yaklaşımları eklenince kuzenim okula gitmek istemiyor. Yaşam alanı iyice daralan kuzenim içinde olduğu ortamın travmatik haliyle depresif, dolayısıyla mutsuz bir ruh haline hapsediliyor.
Bugün okullarla ilişkisini kesmiş olan kuzenimi bekleyen tehlikelerin bir yanını kişiliğinde oluşacak birçok sorunla yüz yüze kalması gibi yine içe kapanıklığı, özgüven eksikliği, toplumdan yalıtılmış, kendini ve kimliğini tanımadaki sürecini daha da yıpratıcı geçmesini sağlayacak olması oluşturuyor. Kendini bir yere koyamayarak, birey olarak kendini tanımada, tanımlamada gecikme, ertelemeye gideceği gibi daha birçok sorunla karşılaşabilir. Ki henüz cinsel yönelimini, kimliğini bulması için küçük olan, farklı kimliklerden bireylerin olduğunun bilincinde olmayan, kendini iki cins arasında sıkıştırıp kimlik bunalımı yaşayan kuzenimin götürüldüğü psikoloğun tavrı da ibretliktir. Psikoloğun heteroseksist ve cinsiyetçi yaklaşımıyla “sen kız mısın, erkek misin” sorusu kuzenimde iyi niyetle çocuğuna yardım edebileceği düşüncesiyle psikoloğa götüren anneye karşı “niye getirdin bu adama” biçiminde tepkiye dönüşmüştür. Yine psikoloğun aileye verdiği önerilerle, cezalandırıcı, cinsiyetçi ve çocuğu hastalıkla gören anlayışı çocuğa ve aileye yardımcı olmak yerine aksine var olan sorunlarının büyümesinden başka bir şey getirmeyeceği de ortadadır.
Bugün erkek ve kadın dışındaki cinslerin yok sayıldığı toplumsal gerçeklikte en yakınımızda başlayan ret tavrı, hasta muamelesi, sapkınlık vs. tanımlamalarla yok sayılan LGBTİ’lere kuzenim üzerinden baktığımızda bir çocuğun ahlak, sapkınlık durumunu neye göre belirlenir? İleride LGBTİ olarak yönelimine, kimliğine karar verecek olan kuzenimin bedeni cinsellik için henüz yeterince gelişmemiş, duygu dünyası onun gerçekliği kadardır. Bu durumda bir çocuk nasıl sapkın, hasta olabilir? Bir hastalık sapkınlık varsa o da cinsiyetçi bakış açılarıyla, söylemlerle hareket ederek toplumda her gün bir çocuğun cinsel saldırıyla, istismara maruz kalmasına sebebiyet veren erkek egemen heteroseksist zihinlerdir.