Geçtiğimiz günlerde; “3 yıl boyunca polisten kaçabilmek” gibi üstün bir başarının(!) ve “ilk seri katilimiz olmak” gibi milli bir sıfatın sahibi olarak basına servis edilen Atalay Filiz, İzmir’in Menderes ilçesinde bindiği bir minibüsün içerisinde yakalandı.
İç ve dış politikadaki bir yığın gelişmeye, ülke siyasi iklimindeki artan gerilime oranla haddinden fazla tartışılan, yazılıp çizilen ve gündeme taşınan bir gelişme olarak Atalay Filiz meselesi, izlediği filmler, takip ettiği polisiye diziler (Dexter) ve Akıl Oyunları filmindeki gibi “gazetelerden mesaj ve şifreler alarak” işlediği cinayetler ile tüm detaylarınca irdelendi.
Ancak olaya dair yazılanların bütününe bakıldığında toplumsal bağlamının sorgulanmadığını, katili olduğu 3 kişi ile o cinayetlerin ve devamındaki kaçışın tartışılmasının ve olayın polisiye film havasına sokulmasının tercih edildiğini görüyoruz.
Hatta yakalandığı anda polislerin tebriğine mazhar olması ve selfie fotoğraflarının çekilmesi gibi Hrant Dink’in katili Ogün Samast’a yönelik jandarmanın tutumunu hatırlatan bir gelişmenin dahi bu polisiye hava içinde eritilerek es geçilmesi, tablodaki politikayı aramayan düşünüş tarzının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Atalay Filiz olayında politikayı nerede arayacağız?
Mesele özgülünde bir tartışmaya girmeden önce ilk olarak altı çizilmesi gereken nokta, bir katilin teşhirinin, onu medya malzemesi yaparak görsel basında yaygınlaştırılmasının bireye ve topluma dair sonuçlar doğurduğudur. Yine bahse konu durum da belirli bir toplumsal halin ürünü olup tüm bunlar ise bir toplumsal panoramaya işaret etmektedir.
Egemen sistemin ve onun sömürü ilişkilerinin bir yansıması olarak bu toplumsal panaromanın da, konu özgülünde verili sistemin yönetilebilirliği ve buna uygun bir kitleler gerçekliğinin egemenlerce üretilmesi sürecinde işlev kazandığı görülecektir. Bu anlamda suç tanımı da egemen sistemle kurduğu bağ göze alındığında politiktir.
Şöyle ki, içinden geçtiğimiz dünya gerçekliği sömürü ilişkilerinin günden güne daha da boyutlandığı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin egemenler lehine büyüdüğü, kadına yönelik şiddet ve saldırganlığın ve savaşların kahredici boyutlara ulaştığı bir haldedir.
Dünya nüfusunun % 5’i ekonominin % 86’dan fazlasını elinde tutarken, sadece ingilterede gıda israfı 13 milyar doları aşarken dünya genelinde 1 milyar insan açlıkla pençeleşmektedir. Kadın katliamlarının günden güne katlandığı dünyada durmaksızın savaşlar sürmekte ve coğrafya kanamaktadır. Dünya devletlerinin büyük kısmında (ve hatta demokrasi ile övünen batı rejimlerinde dahi) otoriterleşme eğilimi gözlenmekte, kitlesel katliamlar içeren savaşlar yaygınlaşmaktadır.
Tüm bu tablonun ise ülkemize yansımaları korkutucu boyutlara ulaşmakta, esnek çalışma koşullarının belirginleştiği, IŞİD gibi örgütlere desteğin arttığı, yaşam tarzına yönelik müdahalenin ve saldırganlığın yaygınlaştığı ve tüm bunlara kaynaklık eden sömürü ilişkilerinin katmerleştiği bir hal almaktadır.
Tüm bu hal, yakıcı sonuçları ile birlikte bir toplumsal dönüşümü zorunlu kılarken, bunun gerçekleşmemesi ise toplumsal çürümeyi artırmakta, kitleler açısından kendi gerçekliğine yabancılaşmayı derinleştiren ve kaosu artıran bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır.
Konuyu tekrar Atalay Filiz meselesine döndürürsek, mevzudaki “politikayı nerede arayacağız” sorusu açığa çıkmaktadır. Burada temel mesele, olayın adli hali değil tüm sosyal ve kültürel kurumları ile devletin yaklaşımı ve buna kaynaklık eden ve buradan doğan toplumsal sonuçlardır.
Tüm yağmacılığı, asalaklığı, sömürü ve yozlaşması ile devlet, suskun, silik ve kendi gündemlerine uzak bir toplum arzu etmektedir. Dizilerle mutlanan, filmlerle aşık olan, toplumsal ilişkilerini, kültür ve yaşamını ona göre odaklayan, TV modelleri ile kendi gerçekliğini üretip okul denen fabrikada biçim alan ve tüm bunların simülatif evreninde devletin verdiği ile yaşayıp onunla iyi geçinen bir halktır arzu olunan.
Atalay Filiz meselesinde de nereye bakıldığı, dikkatlerin nereye çekildiği bununla ilintilidir. Öyle ki “milli seri katilimiz” olmanın sevinci ve ilginçliği ile uğraşan medya, kadın cinayetleri vb. meselelerde de görüldüğü şekli ile toplumda “birbirini öldürme”nin bir sorun çözme şekli-yöntemi olarak kitlelerde kanıksanması ile ilgilenmemekte, mafya dizileri ile kültür kazanan bir neslin uyuşturucu vb. maddelere alışma gibi sıkıntıları ile uğraşmamakta, daha açığı, sistem bununla ilgilenmemektedir.
Sonuç olarak…
Bu tartışma, yabancılaşma bağlamında kuşkusuz ki derinleştirilmeye muhtaçtır. Çok daha geniş ele alınması gereken bu meselenin esas itibari ile Marksistlerin de gündeminde yeterli yer almadığını görüyoruz.
Ancak, konuyu değerli kılan şey şudur ki, kitlelerin ekonomik sorunları kadar siyasi-sosyal ve kültürel sorunları da, bu çürümüşlüğü alt-üst edecek dönüşüme hizmet etmek adına belirleyicidir. Zira, tüm bunlar ve devletin bu toplumsal panorama üzerindeki müdahaleleri, toplumsal bilincin oluşumu açısından esas meseleler olarak karşımızda durmaktadır. Bu anlamda da, değiştirmeye aday olunan toplumu düşünüş tarzları ve bunun nedenleri ile tanımak temel bir zorunluluktur.