Mehmet Akkaya’nın filizofça serisinin son çalışması “Epistomolojik Kopuş” Belge Yayınları tarafından okuyucularına sunuldu. Kitap; bilim, sanat, politika ve felsefede Muzaffer Oruçoğlu’nu ele alıyor. Yazar, kitabında Muzaffer Oruçoğlu’nu ülkemiz edebiyatının en üst doruğu olarak nitelendirirken aynı zamanda Oruçoğlu’nu yapıtları üzerinden bir felsefi değerlendirmeye tabi tutuyor ve Marksizm’i belli yönleriyle aştığını söylüyor.
Kitapta en dikkat çekici konu ise Oruçoğlu’nun Kaypakkaya ile beraber anılması ve Kaypakkaya ile aynı alanda değerlendirilerek hakkının verilmesi gerektiğini belirtmesi… Oldukça tartışma yaratacak kitap, okurlara sunulurken yazarın isteği ise bu konudaki tartışmaların süreklileşmesi. Çünkü yazar, “Ben büyük bir iddia ortaya atmaktayım ve bunu savunmaktan geri kalmayacağım” diyor.
Birçok açıdan tartışma yaratacak bu yapıtın eleştirisi yapılmaya başlandı bile. TÜYAP Kitap Fuarı’nda kitabın tanıtımına ilişkin gerçekleşen panelde konuşma yapan Metin Kayoğlu kitabın Oruçoğlu’nun üzerine çok büyük bir yük attığını ve bu yükün ciddi tartışmaları beraberinde getirdiğini ifade ederek kitabın birçok yanını eleştirdi. Kitabın başlığını değerlendiren Kayoğlu bugün Türkiye’de kopuşun adının Oruçoğlu olmadığını söyledi ve şu ifadeleri kullandı: “Kargadan başka kuş, Kaypakkaya’dan başka kopuş tanımıyorum.”
Oruçoğlu’nu Kaypakkaya’nın gölgesinden çıkarmak isteyen Akkaya, Kaypakkaya’yı deyim yerindeyse Muzaffer güneşinin altına bir nesneye dönüştürüyor. Zira kitap ve tezler, Marksizm’e yeni katkıların Oruçoğlu tarafından eserleri ile sunulduğunu söylüyor.
Kuşkusuz Oruçoğlu’nun eserleri bugün ülkemiz edebiyatında oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Burjuvazinin kaynağından ve onun debilerinden uzak bir şekilde sınıf mücadelesi ile harmanlanan, kitlelerin ve gerçeklerin ateşinde alazlanan bir komünist bir önderin mahir ellerinde şekillenen ve sağlanan kopuş, ülkemiz topraklarında kuşkusuz bir şekilde Oruçoğlu’nun gençlik yıllarından bu yana süregelene sanatı ile bütünleşmiştir. Bu sanata rengini veren şey her şeyden önce Kaypakkaya’nın kopuşu ve siyasal çizgisidir. Komünist önderin bu kopuşu onu ülkemiz devriminin ve sınıfının önderi yapmaktadır.
Tarihin ve sanatın sınıf mücadelesi ile bütünleşmesi onu kitlelerin ateşi ile alazlayacağından kuşkusuz bir şekilde ona da önemli madalyalar takacaktır. Yani sonuç olarak sanatın nereden çıktığı değil, nasıl bir yol izlediği ve neye dönüştüğü esas alınırsa ancak o zaman hakkı verilebilir. Sanatın yalnızca sınıf mücadelesine doğru yol alması veya onun bağrından çıkması değil, bir örgütlenmeye dönüşmesi ona gerçek niteliği katabilir. Bu anlamda sanatın toplumsal üretimde hangi tarafa dönüş yaptığı da ayrıca esas alınmalıdır. Bu anlamda sanatsal üretime kaynak sunan ideoloji esas olarak bir epistemolojik kopuş olabilir. Bu kopuş üzerinden yükselen bir sanat değil.
Akkaya, büyük oranda doğa bilimi anlamında Oruçoğlu’nun Marksizm’i aştığını söylüyor ve ütopik olarak komünizm belirlemeleri yapıyor. Bu anlamıyla Oruçoğlu’nun eserlerinde iktidarın reddini çıkararak bir anarşizm tanımlaması yapıyor. Özellikle bunu evrenselleştirerek günümüzde proletarya diktatörlüğünü reddini şart koşuyor. Sosyalizm deneylerinden uzak bir şekilde hazırlanan bu eser, Muzaffer Oruçoğlu’nun tezlerini kabul etmekle çıtası büyük bir pay ile okuyucuya sunuluyor.
Oruçoğlu’nun eserlerindeki bireyi esas almasından da bahseden yazar, Oruçoğlu’nun tezlerindeki anarşist eğilimleri tarihselleştirmeden yeni bir şey olarak bizlere sunuyor. Ancak söylemek gerekir ki bu bahsini ettiklerimiz tarihselleştirildiğinde Oruçoğlu’nun yeni bir şey söylemediği ve bir zamanlar Marks’ın “cehalet” olarak tanımladığı anarşist ideolojilerde sıklıkla görmek mümkün.
(Bir ÖG okuru)