HDP 1 Kasım seçimlerine dair seçim bildirgesini “büyük insanlık” başlığı altında kamuoyuna ilan etti. Sunulan bildirge esas olarak demokratik bir içeriğe sahiptir ve bu anlamıyla da ülkemizde halkın demokratik taleplerinin bir kısmını kapsamaktadır. Bildirge “Kürt Sorunu”nu merkezine almakla birlikte (ki bunun doğal bir yanı vardır), genel planda ülkemizde demokrasi sorununa yönelen bir anlayışla ele alınmış ve HDP’nin ezilen kesimlerin sorunlarına dönük kendi çözüm önerileri ortaya konmuştur. Bildirgenin değerlendirmesi ayrıca yapılabilir ancak biz bu yazıda esas olarak ülkemizde demokrasi sorununa yaklaşım ve bunun gerekleri üzerinden ele alacağız!
Söylediğimiz gibi bildirge esas olarak ülkemizde demokrasi mücadelesinin taleplerini ortaya koymaktadır! Ancak tam da emperyalizm konusunda ciddi bir zaafa düşmekte ve tutarsızlaşmaktadır. Emperyalizme ve emperyalist politikalara yaklaşım konusuna bildirgede “Eşitlikçi, özgürlükçü, barışçıl dış politika” başlığı altında değinilmekte ve bu başlık altında Suriye, Filistin, Kıbrıs meselelerine dair tavır açıklanmaktadır. Aynı yerde “Ortadoğu’da emperyalistler tarafından çizilmiş yapay sınırlara kendini bağlamayacak …” denmekte ve başka bir maddede ise “AB’nin insan haklarına riayet, yerel demokrasi, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi ön plana çıkardığı ilkeleri savunmaya devam edecek. AB ile müzakere, tam üyelik tam üyelik çalışmaları ilkelerimiz çerçevesinde ele alınacak” beyanında bulunulmaktadır.
Öncelikli olarak söylenmesi gereken ülkemiz koşuları açısından ele alındığında, emperyalizme dair tavrın salt dış politika konusu olmadığıdır. Emperyalizm, Türkiye’nin iç sorunudur! Sömürge-yarı sömürge Osmanlı İmparatorluğu’nun, bakiyesi durumunda olan TC devleti kurulduğu andan itibaren önceki yapının sadece tarihsel devamı değil aynı zamanda siyasal ve ekonomik olarak devamı olmuştur; TC devleti emperyalizmin yarı-sömürgesi olarak kurulmuştur! Bu durumun yarattığı sonuç devlet aygıtının ve egemen sınıfların bütün şekillenişlerinin, emperyalizme uyumlu olarak var olması ve hakimiyetlerini ona dayanarak sürdürmeleridir. Elbette bu şekilleniş cumhuriyetle birlikte ortaya çıkmamıştır bir öncesi de vardır ama TC tarihine şöyle bir göz atmak bile ne demek istediğimizi anlatacaktır!
Kurulduğunda Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalizmin ileri karakolu olan TC devleti, bütün ekonomik politikalarını emperyalizme göre şekillendirmiş, sadece dış politik tavırları değil aynı zamanda iç politikaya yönelik tavırlarını da buna göre almıştır. TC devletinin ordusu emperyalizmin silahlı vurucu gücü olan NATO üyesidir ve ona göre yapılandırılmıştır. Yani askeri alandaki bütün harekat ve planlamalarda NATO onayı ve yönlendirmesi vardır. Her şey bir yana Türkiye siyasal tarihinde yaşanan darbe süreçlerinde bile “Amerikan parmağı” olmasının anlattığı bir şey olmalıdır!
Devamla, yine bildirgede bahsedilen ve hedefe konan “askeri-sivil bürokratik vesayet, otoriter, katı merkeziyetçi, siyasi/idari yapılanma” emperyalizmin “acentesi” durumunda olan ülkemizdeki hakim sınıfların olduğu kadar çıkarları gereği emperyalizminde ihtiyacıdır. Var olan sömürü ilişkilerinin devamlılığını sağlamak için kurulmuş, buna göre örgütlenmiş, şekillenmiş, konumlanmış bir siyasal yapıdan (devlet) bahsettiğimize göre bu sömürüde emperyalizmin payını da hatırlamak ve asla akıldan çıkarmamak gerekir! Bu payın garanti altına alınması sadece mevcut üretim yapısının şekillendirilmesi ile değil aynı zamanda yapılmış ekonomik-politik-askeri anlaşmalarla sağlanmıştır. TC devletinin ve onun sahibi olan Türk hakim sınıflarının, kaderinin emperyalistlerle iç içe geçtiği görüldüğünde, bunun bir dış politika sorunu olmadığı doğrudan bir iç politika sorunu olduğu da anlaşılacaktır.
Diğer taraftan bildirgede konu edilen AB ile müzakerelerin sürdürülmesi meselesi de emperyalizme bakış açısında bulanıklığın bir başka göstergesidir. Özellikle AB emperyalizminin insan hakları, demokrasi ile birlikte sunulması vahim bir durumdur. Daha en başta, Ortadoğu’da emperyalistlerin çizdiği sınırlara bağlı kalınmayacağını söylendiği yerde bu sınırları çizenlerle müzakereye oturulacağının beyan edilmesi tutarsızlıktır. Burada “ilkelerimiz çerçevesinde” vurgusu da kurtarmaya yetmemektedir. Çok açıktır ki AB, emperyalist bir birliktir. Onun kendi içinde var ettiği burjuva demokrasisi, üzerine kurulu olduğu iddia edilen demokratik ilkeler, sadece bu ülkelerde yaşayan halkın değil, dünya halklarının en ağır sömürüsü sonucunda oluşmuştur. AB adlı emperyalist suç örgütünün bırakalım kendi dışındaki ülkelere yaklaşımını daha yakın zamanda Yunanistan ve Syriza örneği dahi anlamak isteyenler için yeterince öğreticidir. TC devletinin emperyalistlerle imzaladığı, mevcut bağımlılığının garanti altına alan anlaşmaların önemli bir kısmının, AB emperyalizmi ile imzalandığı ise sır değildir.
Meselenin diğer tarafı ise HDP’nin demokrasi sorununda kendine ait bir bakış açısı varken (bu ayrıca eleştirilebilir ama nihayetinde ilericidir) bunu bir seçim bildirgesi dahilinde talepler olarak sıralamışken, AB’yi demokrasi timsali olarak bildirgeye almasıdır. Bu noktada, yıllardır halkımıza yutturulmaya çalışılan AB ve demokratikleşme hikayesine teşne olunduğu açıktır.
Bu ele alışın temelinde emperyalizme bakış açısındaki sorun vardır ki bunun doğrudan sonucu ülkemizde yaşanan sorunlara ve demokrasi mücadelesini ele alışta handikap yaratmaktadır. Devletin faşist yapısını, bunun sonucu olarak halka dönük saldırıları, merkeziyetçi otoriter yapıyı, işçi sınıfına dönük saldırıları, işsizliği, tarımın tasfiye edilip köylülerin üretemez hale gelmesini vs. vs. bunun dışında anlamanın ve anlamlandırmanın yolu yoktur. Türkiye’nin ekonomik-siyasal yapısını emperyalizm dışında düşünmek sadece siyasal bilinç bulanıklığına yol açabilir.
Bütün bunlardan çıkacak başlıca sonuç, ülkemizde tutarlı bir demokrasi mücadelesinin ancak tutarlı bir anti-emperyalist anlayışla mümkün olacağıdır! Anti-emperyalizm konusundaki tutarsızlık, olası ilk virajda savrulmalara yol açmanın zeminidir.
Hiç kuşkusuz ki HDP’nin açıkladığı seçim bildirgesi, onun düzen içi reformist bir parti olmasıyla uyumludur! Yukarıda işaret ettiğimiz eksiklikler onun sınırlarını da göstermektedir. HDP’ye yön veren, onun Türkiye siyasetinde var olmasını sağlayan Kürt Ulusal Hareketi’nin ve özellikle de İmralı’da tutsak edilip, tecrit işkencesine maruz kalan Abdullah Öcalan’ın tezleridir. A. Öcalan’ın uzunca bir süre önce dillendirdiği paradigmaya uygun olarak örgütlenen HDP, bu haliyle bir yandan Kürt Ulusal Hareketi’nin en meşru haklarını savunma mücadelesi verirken, diğer yandan da Türkiye’nin ilerici devrimci güçleri üzerinde ideolojik etkide bulunmaktadır.
HDP’nin seçim bildirgesinde açıkladığı vaatler emperyalizmi ve kapitalizmi yıkmayı değil, onun kimi olumsuz politikalarını restore etmeyi amaçlayan, bu anlamıyla tipik düzen içi talepler savunan reformist bir paradigmanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum elbette HDP’nin halk saflarında, ilerici ve demokratik bir parti olmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine HDP, gerek programı ve gerekse de seçim bildirgesinde açıkladığı vaatleriyle, Demokratik Devrim süreci içindeki Türkiye’de ilerici, halkçı bir parti olarak kendini var etmektedir. Bu durum HDP’nin seçim bildirgesinde açıkladığı diğer başlıklar incelediğinde rahatlıkla görülecektir.
1 Kasım seçimlerinde HDP adayları desteklenirken, HDP’nin sınırlarının ne olduğu, nerelere kadar gidebileceği bilinmelidir! Sonuçta HDP, faşist bir kuşatma altında başta Kürt ulusunun özgürce siyaset yapma hakkı olmak üzere, Kürt ulusuna dair bir dizi demokratik ilerici talep ileriye sürmektedir. Bu taleplerin desteklenmesi gereken ilerici ve demokratik talepler olduğu son derece açıktır. Ve yine HDP “Türkiyelileşme” adı altında sadece Kürt ulusuna değil aynı zamanda bütün Türkiye toplumuna yönelik politikalarda beyan etmektedir. Örneğin Kürt Ulusal Hareketi ve HDP, özyönetim politikasını sadece T. Kürdistanı için değil bütün Türkiye toplumu için önerilmektedir. Asıl çıkış noktası Kürt ulusunun kendi kendini yönetme isteği olan bu yaklaşım gayet başarılı bir şekilde bütün Türkiye toplumu için savunulmaktadır.
Açıktır ki HDP’nin seçim bildirgesinde savunduğu talepler yeni değildir. 7 Haziran seçimi öncesinde de ifade edilen vaatlerdir. Bu açıdan çok büyük bir yenilikten bahsetmemek gerekir. Ancak HDP’nin bu talepleri dillendirmesi ve mecliste 80 milletvekiliyle yer alması bile Türk hakim sınıfları ve onların temsilcisi partileri nasıl kaygılandırdığını unutmamak gerekir. 7 Haziran seçimlerinin yok sayılması ve meşru olmayan 1 Kasım seçimlerinin dayatılmasının bir nedeni de budur. TC devleti bir yandan Kürt hareketine “ovada siyaset yap” derken diğer yandan da “ovada siyaset yapılması”ndan ve onun başarısından ürkmüştür. Bu durum bile başlı başına HDP’nin, düzen içi taleplerde bulunsa bile ve bu anlamıyla reformistte olsa Türk hakim sınıflarını nasıl rahatsız ettiğini göstermektedir.
Seçim sürecinde kitle çalışmalarımız “1 Kasım’da oylar HDP’ye” sloganıyla, sadece Kürt ulusunun haklı ve meşru taleplerini desteklemek açısından değil, aynı zamanda ülkemizde demokrasi mücadelesinin yükseltilmesi anlayışı ile ele alınmalıdır. Bunun bir yanı halkı demokrasi mücadelesine çekmek, bu konuda bilinçlendirmekken, diğer yanı örgütlemektir, bu unutulmamalıdır. (Bir Partizan)