Sanat değerlendirmeleri yaparken çok önemli kavramlar olan “güzel”, “hoş”, “iyi” gibi sözcükleri diğer sözcüklerin arasında öylesine söyleyip geçeriz ve aslında sanat eğitimi almamış, kapitalizmin alıklaştırdığı, ev-iş arasına sıkıştırdığı insanların sanata bu yaklaşımında abes bir durum yoktur. İştah ve istek gibi güdülere seslenen “hoş”un “güzel”in yerine konulması ya da ahlaki değerlendirmede kullanılacak “iyi”nin “fayda”nın yerine kullanılması sık karşılaşılan bir durumdur.
Bir sanat eserinin değerlendirilmesinde hem biçim hem içerik bakımından yaklaşım gerekir, ki aslında bu, sanatın ne için üretilmesi gerektiğine dair soruyu da yanıtlar. Ve yine aslında, bu sorun en nihayetinde materyalistlerle idealistler arasındaki uçurumda bulur anlamını. Örneğin sadece içeriğe dönük bir yaklaşım saf faydacılık olurken sadece biçime önem verilmesi sanatın sadece zevk için yapılması gerektiğine yönelik bir savunma olur. Genel bir değerlendirmeyle söylersek, bunlardan birincisi; sanatın sadece yararlı işlevini öne çıkarırken, öteki sanatın sadece zevk vermesi gerektiğini söylemektedir.
Sanatın bir “yaratma” mı, bir “yansıtma” mı, “biçimlendiren” mi olduğu; bu sanat görüşlerinin altını nasıl doldurduğumuzu, öz-biçim bakışımızın nasıl olduğunu da yanıtlar. “Yaratma” ile “yansıtma” arasındaki büyük çatışkı, kurama gerek kalmadan bile kelimelerin bildiğimiz anlamında dahi, kendini dışa vurmaktadır.
Ama keşke her şeyin açıklaması bu paragraftaki kadar basit olsaydı. Gerçek yaşamda ve kuramsal boyutta kavramsallaştırılmış açıklamalar gündelik yaşamdaki alelade söylemlerimizin ötesindedir. Nitekim kimi sanatçılarımızın ve kimi sanat eleştiricilerimizin ürünlerinde bunun böyle olduğu açık görülüyor. Sanat üretimlerimizde gördüğümüz genel eğilim aleni bir faydacılık ve bunun yeterli görülmesinden kaynaklanan ilişkisizlik ya da yanlış ilişki nedeniyle ortaya çıkan başarısız üretimlerdir. Sınırlı sayıdaki sanat eseri değerlendirmelerinde de esasen aynı nokta göze çarpar: Sanat eserlerinde aleni fayda aranması onun dışındaki sanatsal öğelerin göz ardı edilmesi izlenen yöntem olmakta. Elbette birbirini besleyen böylesi yaklaşımlarda ortaya, sonradan toparlanması zor sanatsal-kültürel ve hatta ideolojik sorunlar çıkaracaktır. Sanatsal açıdan, eleştirmenin bakışı yanlış olmasına rağmen sanatçı –ve seyirci- doğru ve talebin bu yönde olduğuna inanarak üretimde bulunur. Seyirci –ve sanatçı- sanat anlayışımızın bu olması gerektiğini düşünür. Bu yanlış estetik görüşün şekillendireceği estetik bilinç, elbette hiç de sosyalist bir kültürün gelişimini desteklemeyecektir. Ve nihayet ideolojik açıdan da burjuva görüşlerinin gelişip güçlenmesi için uygun ortam oluşacaktır. Şimdiden görmemiz gereken tehlike budur. Ve şimdiden inşa edeceklerimiz –her ne ise, bu tehlikenin önünü almaya dönük olmalıdır.
Bizler diyalektik materyalizmi savunuyoruz. Bunun sanatsal alandaki ifadesini de toplumsal diyalektik bağlam içinde ele alırız. Öz ile biçim arasındaki ilişkiyi anlamak, neden bir burjuva sanatçının da harikulade biçimde eserler verebildiğini ve de devrimci bir sanatçının bunu yapamadığını ya da ikisinin arasında öz’e dair bu kadar büyük uçurum olduğunu da anlamamızı sağlar.
Belirttiğimiz anlamda öz ile biçim arasındaki uyumsuzluğun her sanatçı açısından başarısızlık doğuracağı kesindir. Haliyle, amaç edindiği seyirciye ulaşmada sorun… Sonu: yılgınlık, kırgınlık, küskünlük, bıkkınlık, yalnızlık; öte yandan yanlış yönlendirme, tüketim, çoğalıp kurumsallaşamama. Her durumda başarısızlık ve yine başarısızlık.
O halde bir kere daha sınır taşımızı belirginleştirmek, yürüyeceğimiz patikaları bulmak zorundayız: bu anlamaktır. Diyalektiği, tarihsel materyalizmi, bunun yaşamın her alanında olduğu gibi sanatsal alandaki karşılığını anlamak zorundayız. İyi’yi kötü’den, güzel’i çirkin’den, doğru’yu yanlış’tan ayırmanın henüz başka bir yolu bulunamadı.
Öz ve biçim üzerine idealist ve materyalist görüşler
Bilmek gerekir ki, sanat özel bir bilgi biçimidir. Gerçekliğin sanatta yansıtılması, seyircinin o sanat eseriyle duyumsal ilişkiye girip yansıtılanın bilinçle anlamlandırılmasıyla olur. Bu genel doğru olarak, bilginin ele geçirilmesi öncelikle o bilginin “saklı” olduğu şeyin biçiminin yorumlanmasıyla mümkün demektir. Bilgi pratikle başlar; teorik bilgi pratik aracılığıyla edinilir ve yeniden pratiğe dönmek zorundadır. Bilginin etkin işlevi, kendini yalnızca algısal bilgiden ussal bilgiye sıçrayışta göstermez; aynı zamanda daha da önemlisi kendini ussal bilgiden devrimci pratiğe sıçrayışta da göstermek zorundadır. Mao’nun “Pratik üzerine” adlı makalesinden hareketle söylersek; sanat yapıtı da gerçek’le bağını güçlendirdikçe seyircisinin algılayacağı bilgiye aracılık yapabilir. Bu aynı zamanda, sanat yapıtlarının, gerçeği, bilgisel düzeyde temsillik özelliği taşıdığı anlamına da gelir. Bu bakımdan sanat yapıtı, içinden çıktığı toplumu, çağını ve geleceği de temsil eder. İşte biz sanatın bu işlevsel niteliğini içeren görüşlerin sistematikleşmiş bütüne “yansıtma kuramı” diyoruz. Bu kuram bilinciyle, sanatın yorumlanması gerçekle sanat eseri, sanat eseriyle özne, özne ile gerçeklik arasında yeniden ve yeniden bağ kurulur. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da şöyle diyordu: “Başka herhangi bir ürün gibi, sanat eseri (objesi) de sanatı anlayabilen (…) insanları yaratır. Üretim fert için yalnızca bir obje yaratmakla kalmaz, aynı zamanda obje için bir fert yaratır.” Yorumun işaret ettiği bir durum bir tüketim değil, bir kısır döngü değil, gelişim ve sonsuz bir etkinliktir.
Şimdi söylediklerimizin daha aşikar olması için antik zamanlardan bu yana bir fikirsel yolculuk yapmalıyız.
Heraklatios, her şey oluş ve hareket halindedir dediğinde, Platon bu fikrin karşısında durduğu halde, eğer her şey akıyorsa hiçbir şey var değildir dedi. Buna göre duyular dünyasında değişmezlik ve mükemmellik yoktur. Tam, mükemmel olan duyular-üstü, idealar dünyasındaydı. Her duyu nesnesine bir tanesinin karşılık geldiği idealar aynı zamanda bilgi nesneleriydi. “Bilgi vardır” (Sokrates) ise onun nesnesi de olmak zorundaydı. Ve bu da değişmez, zorunlu olmalıydı. Böyle bir bilgi nesnesinin de bu özelliklere sahip olmasıyla mümkündü. Doğru bilgi a priori olarak vardır. Duyular ruhumuzun daha önce bildiklerini hatırlamasını sağlar fakat mükemmel formlar bilgisini veremezler. Çünkü duyusal şeyler inanç ve sanıların nesneleridir. Bu yüzden nesneye “güzel”, “iyi”, “ağır” vb. demek yanlışı verebilir. Onlar kendi başlarına öyle değildir, diğerlerine kıyasla öyledir. Bir başka ifadeyle, diğerleriyle olan farkından dolayı öyledir. Öyleyse yanlıştır. Oysa yanlışsız bir yargı “kendisi için iyi”, “kendisi için güzel” vb. olandır. Bunlar ise ancak “iyilik”, “güzellik”, “ağırlık” forma ve ideleridir.
İdealar gerçek örnekler olarak asıl varlıktır. Fenomenler dünyasından farklı olarak akılla kavranan dünyaya aittir. Fenomenlerin tekil veya tikel varlıklar olmalarına karşın, idealar tümel, ezeli, ebedi, değişmezlerdir, bu özellikleriyle bilimi ve bilgiyi olanaklı kalırlar.
Platon’un en önemli temsilcisi olduğu, Yunanca Mimesis sözcüğünden üretilen taklit veya yansıtma kuramına göre, sanatçı doğada var olanı tekrarlamaya çalışırken gerçekliği de kopyaladığını sanır. Sanatçı yaptığı sanatla ideaların veya onların bir kopyası olan fenomenlerin Mimesis yoluyla ikinci bir kopyasını yapar. Sanatçı asıl gerçekliği (idea) değil de onun kopyası olan fenomenleri kopyalarsa kötü sanat yapar. Yani kopyanın kopyası olan sanat kötü sanattır. Kötü sanat doğru bilgiyi veremezken iyi sanat doğru bilgiyi verme gücüne sahiptir.
O halde, estetik değerler de bizden bağımsızdırlar. Onlar idea olarak vardır ve güzel de idea olarak gerçekten vardır. Tek tek güzeller diye adlandırdığımız duyu nesneleri aslında güzel ideasından pay aldıkları için öyledir. Mükemmel güzel ideadadır. Akılsal’dır. Bu nedenle insanlar ortak estetik değer ve yargılara ancak onların ideasına ulaşarak sahip olabilir. Bir resim tablosu güzelse sanatçı güzelden pay alarak bu estetik nesneyi ürettiği için güzeldir.
Kant’ta ise özne ve nesne önem ve yer değiştirmiştir. Bilgi nesne değil de özne tarafından belirlenmektedir. Böylece bilgi nesneye uymak zorunda değildir. Tersi zorunludur çünkü, bilgide a priori form ve kategoriler vardır ve bunlar nesneden gelmemektedir. Nesneler insan zihninin sezme yeteneğine uyduğu sürece algılanabilir. Bu da insanda bulunan a priori kavramlara bağlı olarak yapılır. Burada nesne pasif, zihin aktif belirleyicidir. Belirleme bir tür bilgi katma değil, sezgi ve algıdan gelen duyumları bir biçime ve forma sokmaktır.
O halde biz fenomenleri yani nesnelerin bize göründükleri şekillerini bilebiliriz, bunların dışında kalan numen (kendinde şey) alanının bilgisine sahip değiliz. Çünkü numen alanı, deneyle verilmiş bir bilgi türü oluşturmaz. Platon’un minderine çıkan Kant, bilgiyi deneyle başlatır ama deneyle bitirmez. Deneyle başlayan algıları anlama yetisinin özsel yapısında bulunan form ve kategorilerle birleştirerek bilgi elde eder. O halde bizim zihnimizden bağımsız olan varlıkları ancak bizde özsel olarak var olan formlarla algılarız. Bu algılar yine zihnimizde özsel olarak var olan takegoriler yardımıyla bilgiye dönüştürülür. Bilgilerimiz, bizim dışımızdaki varlıkların gerçek bilgisi olup olmadıklarını içermez; anlama yetimizin yapısı çerçevesinde oluşan görüşlerle sınırlıdır: Zihnimizden bağımsız olarak var olan kendinde şeyleri –numen- zihnimiz bilme yetisine sahip değildir. Zihnimiz sürekli olarak kendi yapısı çerçevesinde bilme etkinliği gerçekleştirir.
Kant da Platon’un şeridinde yol alıyordu ama sanat kuramı konusunda taklit’ten farklı düşünüyordu. (Ama özünde o da Platon kadar hatta daha fazla idealistti.) Ona göre sanat insan aklının ve hayal gücünün nesneleşmiş veya dışlaşmış halidir. Kant’ın insan zihninde a priori olarak var olan zaman ve mekan formlarıyla fenomenlerin görüşüne sahip olduğumuz fikrini temel alır. Sanat eserinin sanatçının zihinsel yaratısı olduğunu kabul eder. Doğa bilimsel bilginin yanı sıra sanatla da kavranabilir. Çünkü sanat doğanın tinsel ve akılsal yapısını daha derin bir yaklaşımla anlatır. Bu anlamıyla sanat doğayı yansıtmaz, onu olduğu gibi verir. (Devam edecek)