Egemen sınıflar, faşist AKP iktidarıyla, azgın bir sömürü, talan, gericilik ve zulüm hükümranlığı kurmuşlardır. Bu hükümranlık, her geçen gün artan oranda halk kitlelerini nefessiz bırakmaktadır. Ülkenin üzerine karabasan gibi çökmüşlerdir. Halkın ileri kesimleri bu karabasandan uyanmanın ve kurtulmanın mücadelesi içerisindedir. Ancak bu mücadelenin saflarından son süreçte gittikçe kuvvetlendiği söylenebilecek, küçük burjuva kesimlerden yayılan ama olumsuz etkileri onlarla sınırlı kalmayan kaçma eğilimi gözlenmektedir.
Bu eğilim kendisi esas olarak şöyle ifade etmektedir; Faşist AKP iktidarı sömürüyü, talanı, gericiliği ve zulmü artırmıştır. Buna karşın Haziran ayaklanmasından bile bir sonuç alınamamıştır. AKP hala yüksek oranlı oylarla seçim kazanmaya devam etmektedir. Yani geniş halk kitleleri AKP’nin peşinden gitmeye devam etmekte, onun sömürüye, talana, gericiliğe, zulme dayanan politikalarını desteklemektedir. Haziran kitleleriyse çoktan evlerine çekilmiş durumdadır. Bu koşullarda bir şeylerin değişeceği umudu ve bunun için sergilenen çaba anlamsız değilse bile, boşunadır. Bu ülke yaşanmaz hale gelmiştir, en kısa zamanda yurt dışına kapağı atmak gerekmektedir.
Şüphesiz bu eğilimin ve kendini temellendirdiği düşüncelerin, taşıdığı birçok yanlış var. Ama bunların en önemlisi gösterdiği darlıktır. Hani şu ünlü sözdeki gibi “Kurbağa gökyüzünü düştüğü kuyunun ağzı kadar sanırmış” Bu eğilim ve düşünce sahipleri de öyle. En başta bugünün toplumsal ve siyasal şartlarının ağırlığı sadece ülkemizle sınırlı değildir. Aslında ülkemizin hali dünyanın hali gibidir. Bu bakımından ülkemiz, salt coğrafi olarak tüm varlığıyla dünya’daki gelişmelerin orta yerindedir, ortasındadır.
2008’de Amerika’da uç verip dünya’ya yayılan ekonomik kriz çok sayıda ülkeyi sarmış bazılarını da bunalıma sürüklemiştir. Burjuvazi bu durumu ekonomik, siyasi, askeri, kültürel alanlarda yürüttüğü ağır saldırganlıkla atlatmaya çalışmıştı. Bu saldırganlığın sayesinde 2012-2013’e gelindiğinde düşükte olsa büyüme oranları yakalanmış, bazıları da buna bakarak sorunun bittiğini ilan edivermiştir. Onlara göre kapitalizm kendi sorunlarını yöneterek çözme becerisini göstermiş, düze çıkmayı başarmıştı. Böylece kapitalizm toplumsal yeterliliğini de kanıtlamış olmaktaydı. Toplumsal bir bunalımın elinde, toplumsal yıkımlar yaşanmadan sorunlar aşılabiliyordu. Ama çok geçmeden 2014’te gördük ki badireyi atlatmak öyle kolay olmayacaktır. Büyüme oranları, durgunluğa işaret edecek yönde düşmüştür, yakın gelecekte artacağına dair de ufukta bir ışık yoktur.
Evet, onlar için önemli olan büyüme rakamlarıdır. Çünkü bu sermaye birikiminin sürdüğü anlamına gelmektedir. Kapitalist üretimde amaç da sermaye birikimidir. Bütün meta üretimi, üretim ve tüketim araçları, emek gücü olarak insanlar, yani proleterleri savaşın, bilgininin, kültürün araçları, kısacası her şey ama her şey sermaye birikimi içindir. Bugün olduğu gibi aşırı üretim, büyüme imkânlarındaki sınırlılık kaynakların ve pazarların yetersizliğiyle paylaşım sorunları, işçi sınıfı ile halkların muhalefeti gibi unsurlar, sermaye birikimini yavaşlattığında ve giderek de engellemeye başladığında, kapitalizm için üretim anlamını yitirir, ölüm çanları çalmaya başlar. Kapitalizmin yaşaması için bunun engellenmesi şarttır.
Ve kapitalizmin, sermaye birikimini engelleyen sorunların çözümünde, bulabildiği en derde deva yöntem ya da yol ise, gelişim düzeyi ile bunalımının derinliği ve çağı oranında büyüyen, içte ve dışta yürütülen savaşlarla gerçekleştirilen tasfiyedir. İçteki savaşın adı faşizmdir. Burjuvazi faşizmle ayak bağı olan bütün sorunlardan radikal bir şekilde kurtulup toplumu istediği gibi düzenleyip yönetir. Dahası dıştaki savaşa yani dünya emperyalist paylaşım savaşına da zemini hazır eder. Körleştiği, alıklaştırdığı, zulümle hizaya getirdiği kitleleri arkasına alarak, uluslar arasında genel bir savaşı tezgâhlar. bir önceki seferde bu araçlarla, sermaye birikiminin önündeki tüm unsurları tasfiye ettiğinde ödenen bedel yalnızca 2. Emperyalist paylaşım savaşında 50 milyondan fazla insanın ölümü, bir çok ülkenin yerle bir edilmesi olmuştu.
Bugünde burjuvazi aynı yolun yolcusudur. Ağızlarından demokrasiyi, insan haklarını, karşılıklı saygı ve anlayışı falan eksik etmediklerine bakmayın. Bir yandan açıkça her biri diğerini kendi çıkarlarına tehdit olarak görmekte ve bu tehdidin askeri güç kullanımı da dahil her türlü yolla engellenmesi gerektiğini ilan etmektedir. Özellikle ABD emperyalizmi, yanına Avrupalı emperyalistleri de alarak Dünya üzerindeki hegemonyasını tehdit eden Rusya ve Çin emperyalizmine karşı kuşatma ve yaptırımlarla darbeleyip güçten düşürme politikası yürütmektedir. Ukrayna’da yaşananların niteliğinde bu politika belirlemektedir. Gene Ukrayna örneği üzerinden görülebileceği gibi, Rusya ve Çin emperyalizmi, meydanı batılı emperyalistlere bırakmamakta kararlıdır.90’larda en açık halini alan etkisizliklerinin ABD önderliğindeki batılı emperyalistlerin saadet devrinin artık gerilerde kaldığını oyunda kendilerinin de olduğunu kararlı bir şekilde ortaya koymaktadır. Böylece emperyalistler arası çelişkiler bir dünya savaşına doğru derinleşmektedir.
Diğer yandan ise dünya genelinde faşizmi, gerek toplumsal hareketler, gerekse de devlet yapısı olarak örgütlemektedirler. Örneğin Avrupa’da kuzey’de İsveç’ten güney’de ispanya’ya, batı’da Fransa’dan doğu’da Macaristan’ ve Ukrayna’ya yapılanlar tamda budur. Hemen bütün Avrupa ülkelerinde faşist partiler aha düne kadar parlamentoya girmeleri düşünülmezken kimi zaman hükümetleri belirleyecek sayılarla parlamentolarda güçlü bir şekilde yer almaktadırlar. Üstelik giderek artan desteklerinin tek yansıması bu da değil, bir de yanlarına kendileriyle hemen hemen aynı şeyleri söyleyip isteyen sade vatandaşlar olduklarını iddia eden Almanya’daki PEGİDA gibi hareketleri de almışlardır. Faşizmi toplumsal hareketler planında böyle örgütlemekle de yetinmeyip devlet ve yasalar planında böyle örgütlemekle de yetinmeyip, devlet ve yaslar planında önemli adımlar atmaktadırlar. En son İspanya’da çıkan güvenlik yasalarının T.C. faşizminin meclisten yeni geçirdiği güvenlik yasalarından aşağı kalır yanı yoktur.
Kaçma eğiliminin yüzünü en çok çevirdiği coğrafya olan Avrupa açısından haberler hiçte iç açıcı değil. Yani, zaten kapitalist-emperyalist toplumsal düzenin dünya üzerindeki egemenliğinin bu kadar yaygınlaştığı ve derinleştiği bir dönemde bu düzenin ya da toplumsal yapının yarattığı sömürü, talan, gericilik, zulüm ve savaşlar gibi sorunların belli bir ülkeyle ve de belli bir coğrafyayla sınırlı olduğunu, sınırlı kalabileceğini düşünmek büyük bir yanlıştır aslında. Ama diyelim ki yanlış olan bizim düşüncemiz olsun, her şeye rağmen kaçıp saklanabilecek bir köşe buda yetmediğinde bir delik bulunabilsin. Peki, bu delik kaçımızı alacaktır. “bir tek beni alsa yeter” diye mi düşünelim? Bir an için haydi buna da tamam. Peki delikteki bir insan gerçekten kurtulmuş mudur? Böyle bir kurtuluş en büyük kaybediş, en büyük ve bitmez bir tutsaklık değil midir?
Hâlbuki toplumsal sorunların köklü bir çözümü olarak gerçek bir kurtuluş her geçen gün daha olanaklı hale gelmektedir. Bir yandan toplumsal şartlar ve sorunlar ağırlaşırken bir yandan da bunların aşılmasının koşulları gelişip olgunlaşmaktadır. Hatta denilebilir ki toplumsal şartların ve sorunların ağırlaşması, çözümlerin nesnel koşullarının varlığında toplumsal kurtuluş için büyük bir imkândır. Çünkü olağan koşullar ve zamanlarda bedellerini ödemeye devam etseler de toplumlar kendilerini sınıfsal çelişkilerle bunların yarattığı bütün toplumsal sorunlarla köklü hesaplaşmalara girmek zorunda görmezler. Ama toplumsal şartların ve sorunların ağırlaşması artık eskisi gibi de olsa yaşamayı imkânsızlaştırınca yüzleşme ve hesaplaşmayı kaçınılmaz hale getirir. Bir anlamda toplumların da kaçacak yerinin kalmadığı bir durum oluşur ve bu da güçlü bir devrim imkânının doğması demektir.
Tabi ne kadar güçlü olursa olsun bir imkân ancak kendisinden yararlanmasını bilen ve becerenlerin varlığında anlam ifade eder. Toplumlar, örgütler, bireyler toplumsal devrimlerin bilgisini ve becerisini ancak bir tarihi sürecin sonucuna kazanırlar. Bunun içinde kararlı bir mücadele vermeleri, sınırsız bir emek harcamaları, ağır bedeller ödemeleri, yenilgiden yılmadan, zaferden sarhoş olmadan yürümeyi öğrenmeleri gerekir. Bunu da kaçanlar değil, kalıp dövüşenler başarırlar. Son sözümüzde tam yeri olduğu için o doğru sözü tekrarlayarak söyleyelim “DÖVÜŞENLER YENİLEBİLİR AMA DÖVÜŞMEYENLER ZATEN YENİLMİŞTİR”.