Bu şenliklerin ana nedeni, Orta Doğu coğrafyasındaki yıllanmış diktatörlüklerden birinin yıkılmış olması değil, onun yerini Türkiye’nin ve ırkçı Suriye Milli Ordusu (SMO) çetelerinin desteğiyle palazlanmış, islamcılığı müseccel bir çetenin almış olması, bu sayede hem Kürt ulusal direnişine yeni darbeler vurma, hem de Orta Doğu’nun liderliğine oynama olanaklarının güçlenmiş olmasıdır.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın, yeni yönetimin nasıl bir politika izleyeceği kesinlik kazanmamışken Şam’a arka arkaya yaptıkları ziyaretlerde “kravatlı devlet adamı” görüntüsü veren Heyet Tahrir Şam lideri Ahmed eş-Şara (Ebu Muhammed el-Culani) ile sarmaş dolaş olmaları, Suriye’nin yeni siyasal yapılanması ve imarı için bol keseden vaadlerde bulunmaları boşuna değildi.
“Suriye’nin kuzey batısında isyancıların Şam’daki Başar Esad rejimini devirmek için başlattığı saldırı sırasında, Türkiye yanlısı bir isyancı grup da ülkenin doğusuna doğru saldırıya geçiyordu… Tek amacı, o bölgede bulunan Kürt varlığını yok etmekti…
“Suriye Milli Ordusu (SMO) adını taşıyan bu isyancı grubun ülkenin demokratlaşmasına hizmet etmek gibi bir derdi yoktu. Doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkarlarına hizmet etmek üzere 2017 yılında Türkiye tarafından kurulan, aralarında Ahrar el Şam ve Ceyş el İslam gibi İslamcı hareketlerden gelen kişilerin de yer aldığı karma bir milisler grubuydu.
“SMO her şeyden önce bir paralı milisler çetesidir… Çok sayıda video ile de kanıtladığı gibi, Türkiye, 2020 yılında Azerbaycan ordusunu destekleyerek Ermenileri Dağlık Karabağ’daki yurtlarından çıkartmak amacıyla bu paralı milislerden yüzlercesini oraya göndermişti. Bir bölümü de her daim Türkiye’nin stratejik çıkarlarına hizmet etmek için Libya’ya yollandılar.
“Bu milisler, 2019 yılında, Suriye’nin özerk Kürt bölgesinde orta sol partinin kurucuları arasında yer alan bir kadın lideri benzeri görülmemiş bir şiddetle katlettiler. 34 yaşındaki Hevrin Halef isimli kadın, saçlarından sürüklenerek dövüldü ve ardından makineli tüfek ateşiyle taranarak öldürüldü.
“SMO, son iki haftadır, Türk hava saldırılarının da desteğiyle, Kürt direniş güçlerini Fırat’ın öte yakasına sürmeye çalışıyor. Çatışmalar, 2016 yılında Kürtler ve Arap müttefikleri tarafından DEAŞ’tan kurtarılan Menbiç kentinde yoğunlaştı. Şam’da özgürlük havası eserken, Menbiç’te SMO’nun yağmacılığa başladığı haberleri geliyor. ABD’nin arabuluculuğunda dört günlük ateşkesin ardından çatışmalar yeniden başladı. Fırat Nehri üzerinde 2 milyon insana su sağlayan baraj kullanılamaz hale geldi. Operasyonlar nedeniyle on binlerce Kürt göçe zorlandı.
“Bu saldırı, Şam’da iktidarı ele geçiren Hayat Tahrir el Şam (HTŞ) ile varılan anlaşmanın bir göstergesidir. Amaçlanan, Başar’ın devrilmesini fırsat bilerek Kürtlerin ülkenin kuzey doğusunda kurdukları laik, sosyalist ve çok etnikli özerk bölgeye son vermektir. HTŞ’nin askeri liderlerinden biri ülkede her türlü ‘federalist’ yapılanmayı reddettiklerini söylemiş bulunuyordu. Şimdilik her iki taraftan da açıklık söylemleri duyuluyor, ama yakında kanlı bir mekanizmanın devreye girmeyeceğinin güvencesi yok.
“Kürtlere karşı manevi bir borcumuz var. Batı’nın da desteğiyle DEAŞ’ı yenenler, Kürt, Arap ve Süryani askerlerin ittifakı olan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) idi. Ve 2015 yılında ilk kez Kobani’de bu ölümcül örgütü, içindeki yüzlerce yabancı savaşçıyla birlikte püskürttüler. Ezidi inancının sembolü ‘Melek Tavus’ nidasıyla savaşan Ezidi kadınların da aralarında bulunduğu kadın birlikleri ön saflardaydı. Kobani direnişin sembolüdür.
“DEAŞ’ın geçici başkenti Rakka’nın kurtarılmasından bu yana Kürtler’in yönetimindeki 27 cezaevinde her milletten yaklaşık 10 bin tutuklu bulunuyor. Kamplarda yaklaşık 50 bin kadın ve çocuk mevcut. Aralarınd 13’ü erkek, 8’i kadın, 21 Belçika vatandaşı var. Bu cezaevlerinin güvenliğinin sağlanmasında Kürtlere yaklaşık 900 Amerikan askeri destek veriyor. Ancak onların Suriye’deki varlığı da pamuk ipliğine bağlı… Gelecek Amerikan başkanı Donald Trump ne karar verirse versin, Kürtleri zayıf düşürmek, bu cezaevlerinin basılması, tutukluların yargılanmadan serbest bırakılması anlamına gelir.
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki amacı var. Birinci amacı, savaşın başlangıcından bu yana Türkiye’nin kabul ettiği yaklaşık 4,5 milyon Suriyeli mültecinin geriye gönderilmesi… Çünkü, Türkiye’de Suriyeli mültecilerin çok sayıda varlığı yerli halkla bazı gerginliklerin yaşanmasına neden oldu.
“İkinci olarak da, Kürt varlığını Türkiye’nin çok uzağında tutmak için tüm Suriye sınırı boyunca 30 kilometre derinliğinde bir tampon bölge oluşturmak amaçlanıyor.
“Ankara, Halk Koruma Birlikleri (YPG) savaşçılarının, Türkiye ve Batılı ülkeler tarafından ‘terörist’ ilan edilmiş bir gerilla örgütü olan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile doğrudan bağlantılı olduğunu iddia ediyor. Bağlantılar var, doğru. Militanlar Türkiye sınırından Suriye ve Irak’a geçiyor. Ama YPG ağırlıklı olarak Suriyelilerden oluşuyor ve kendi topraklarını savunuyor. Bildiğimiz kadarıyla, liderlerinin Türk insansız hava araçlarıyla birbiri ardına öldürülmesine rağmen Türkiye’ye hiçbir zaman saldırmadılar.
“Türkiye’nin yoğun lobi faaliyetleri sonucunda PKK, Nisan 2002’den bu yana Avrupa Birliği’nin terörle mücadele listesinde yer alıyor. Ancak YPG, Ankara dışında hiçbir ülke tarafından ‘terörist’ olarak nitelenmedi. Kaldı ki, DEAŞ’a karşı uluslararası koalisyonun da temelini oluşturuyor. Bu savaşta 12.000 erkek ve kadın kaybettiler.
“HTŞ ile yıllardır ilişkilerini sürdüren Türkiye, Başar’ın devrilmesinden en çok kârlı çıkan ülke konumunda… Bu radikal grup şimdi Ankara ile ‘stratejik bağ’dan söz ediyor. Zaten bu ülkede halen 16 ila 18 bin arasında Türk askeri bulunuyor.
“Soru: Kürtler bir kez daha ağır bedel mi ödeyecek?”
LE SOIR: “KÜRT SORUNU YİNE ÇÖZÜMSÜZ…”
Le Soir gazetesinden Baouduin Loos da dün yayımlanan “Kürt sorunu yine çözümsüz…” başlıklı yazısında şu analizlerde bulunuyor:
“Başar Esad rejimini 12 günde deviren İslamcı isyancı hareket HTŞ’nin lideri, Şam’a yerleştikten sonra görünümünde büyük değişikliğe gitti. Artık seçkin ziyaretçilerini takım elbise ve kravatla karşılıyor. Yakıcı soru ise, Ahmed eş-Şara’nın konuşmalarında da görüldüğü gibi, diyaloğa açık, kısacası iyi niyetli, ama İslamcı kalmayı başarabilen milliyetçi bir lider olup olmadığıdır.
“Türkiye’nin Şam’daki Esad rejiminin çöküşünü memnuniyetle karşıladığını söylemeye dahi gerek yok… Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gözünde artık iki hedef var: Türkiye’de barındırılan 3 milyondan fazla Suriyeli mültecinin çoğunluğunu Suriye’ye geri göndermek… Ve kendisinin 20 Aralık’ta açıkça söylediği gibi, ‘Teröristlerin kökünü kazıyarak’ Kürtlerin Suriye’deki özerklik beklentisini tamamen yok etmek.
“Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın pazar günü Şam’a yaptığı ziyaret, Türk Milli İstihbarat Teşkilatı başkanının ziyaretinin hemen ardından gerçekleşti. Fidan ile Eş Şera’nın birbirlerine sarıldığı anların sıcaklığı gözlerden kaçmadı. Eş Şera daha sonra Türk ziyaretçisini son derece memnun eden şu açıklamayı yapmakta gecikmedi: ‘Silahların, ister devrimci gruplara, isterse de SDG bölgesinde bulunan gruplara ait olsun, devlet kontrolünden kaçmasına kesinlikle izin vermeyeceğiz.’
“İsyancılar Esad’ı yener yenmez Türkiye yanlısı milisler ile Kürt birlikler arasında başlayan çatışmalar Amerika’nın arabuluculuğu sayesinde durdu. Amerika Birleşik Devletleri’nin sahada yaklaşık 2,000 askeri var. Ve IŞİD’e karşı savaşan Kürtleri koruyorlar. Donald Trump’ın iktidara gelişi Türkleri pek rahatlatmadı, zira Amerikalı, 8 Aralık’ta Suriye’de isyancıların kazandığı zaferi Ankara’nın ‘dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi’ olarak nitelendirmişti. Yeni Amerikan Başkanı’nın alacağı pozisyon Türkler için çok önemli olacak… Ve Kürtler için de…”
Bittabi, tüm bu yorumların mürekkebi dahi kurumadan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün yaptığı bir açıklama var ki, Ankara’nın Kürt karşıtı ve müstevli niyetlerini hiçbir yoruma meydan bırakmayacak şekilde net olarak ortaya koyuyor:
“Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması Türkiye’nin değişmez çizgisidir. Bundan geri adım atmayacağız. Suriye’nin ve bölgemizin geleceğinde DEAŞ ve PKK dair hiçbir terör yapılarına yer yoktur. Ya kendilerini tasfiye edecekler ya da tasfiye edilecekler. Kendileri dışında hiç kimseye hayat ve söz hakkı tanımayan bu katil sürülerini bölgemiz için tehdit kaynağı olmaktan mutlaka çıkaracağız. Suriye’de bölücü terör örgütüne yönelik nokta operasyonlarımızı bir cerrah hassasiyetle sivillere zarar vermeden sürdüreceğiz. Suriye yönetimin bu konudaki kararlılığını memnuniyetle karşılıyoruz. Batılı ülkelerin bu canilerden desteğini yavaş yavaş kestiğini görüyoruz. PKK’lı caniler için çember daralıyor, yolun sonu görülüyor. Kendilerini bekleyen acı akıbetten kaçamayacaklardır. 40 yıldır kanımızı emen bu beladan Allah’ın izniyle kurtulacağız. Terör duvarını yıktıktan sonra Türkler, Araplar, Kürtler olarak büyük kucaklaşmaya imza atacağız.”
Erdoğan’ın bu beklentileri gerçekleşirse, Türkler, Araplar ve Kürtler’in “büyük kucaklaşma”sı nasıl olacak?
Onun yanıtını da, üç gün önce, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum şöyle vermişti:
“Belirtelim ki Orta-Doğu adlandırması oryantalisttir. Bölgenin çeşitliliğini, tarihi ve kültürel zenginliğini göz ardı eder ve batının bu coğrafyaya bakış açısını yansıtır. Bu nedenle daha objektif ve bölgenin bağlamına uygun bir isme ihtiyaç var. İsimlendirme çalışmasında alanın uzmanları ve akademisyenlere görev düşüyor.
“Bir yenilik olarak Orta-Doğu yerine ‘Merkez Afro-Avrasya’ adıyla başlanabilir. Merkez Afro-Avrasya adı, coğrafi ve tarihsel bağlamda, bölgeye yönelik oryantalist yaklaşımlardan uzak daha tarafsız ve objektif bir isimlendirme sunar. Aynı zamanda bölgenin stratejik önemini, kültürel çeşitliliğini ve tarihsel rollerini de doğru bir şekilde ifade eder.
“Yine batı merkezli tanıma dönersek Orta-Doğu, farklı gruplandırmalar olmakla birlikte, genellikle aşağıdaki ülkelerden oluşan bölge olarak kabul edilir: Suriye, Irak, Katar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan, Pakistan, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan, Fas.
“Türkiye, 24 ülkeden oluşan bu coğrafyanın fiziksel olarak Avrupa ile bütünlüğünü sağlayan, ekonomik, siyasi ve hukuki olarak öncülüğünü yapan Merkez ve kutup ülkedir. Merkez ülke olan Türkiye’nin bir bölge hukuku oluşturmak konusunda öncü bir rol oynama gücüne ve imkânına sahip olduğu görülüyor. Türkiye’nin bu gücü hem tarihinden geliyor, hem de bugün bölgede ulaştığı seviyeden ve etkili olma kapasitesinden doğuyor.
“Dünyanın merkezi olan Orta-Doğu coğrafyasına Merkez Ülke olarak öncülük yapan Türkiye’nin, insanlığa esin olabilecek bir bölgesel kamu ve ekonomi hukukunun yani ‘Merkez Afro-Avrasya’ hukukunun inşası amacıyla bir fikri hazırlık çalışması başlatması vizyoner bir bakıştır.”
ORTA DOĞU DEVRİMCİ ÇEMBERİ’NDEN 54 YIL SONRA GERİCİ ÇEMBER!
Bu haberi okuyunca, belleğim beni tam 54 yıl öncesine, devrimci mücadelemizin enternasyonalist hedeflerinden birinin, Ortadoğu’daki Türkiye, İran, Arap, Kıbrıs, Kürt halklarının yer aldığı bir “Ortadoğu Devrimci Çemberi” oluşturmak olduğu günlere götürdü.
O döneme bizim yayımladığımız Ant Dergisi’nin bürosu İstanbul üniversitelerinde eğitim görmekte olan Filistinli, İranlı, Kıbrıslı ve Arap gençlerin de buluştuğu yerlerden biriydi… Getirdikleri farklı dillerdeki bildirilerin Türkçeleştirilmesine destek oluyor, onların da katılımıyla açık oturumlar düzenliyorduk.
O yıllarda Demirel iktidarı Filistin halkına destek vermek şöyle dursun, Filistin halkıyla dayanışmadaki devrimcileri avlamakla, dahası İsrail’in koruyucusu ABD emperyalizmine karşı direnen işçilerin, öğrencilerin yürüyüşlerine, toplantılarına “Kanlı Pazar” örneğinde olduğu gibi sopalı ve bıçaklı saldırılar düzenleyen ümmetçileri desteklemekle meşguldü.
1 Şubat 1970’de Filistin dönüşü jandarmalar tarafından yakalanan ve 150 saat işkenceye tabi tutulan Hüseyin İnan ve arkadaşları da Ant’a gönderdikleri mesajda şöyle diyorlardı:
“İşbirlikçi iktidar, Arap halklarının haklı mücadelesi için gittiğimiz Filistin’e ardımızdan ajanlarını göndermiştir. Yurda dönüşümüzde bizleri ustaca hazırlanmış tertiplerle yakalatıp bizi kamuoyuna ‘sabotajcı’, ‘kiralık ajanlar’ olarak tanıtmaya çalışmıştır.”
Yusuf Arslan Filistin dönüşü bize gönderdiği ve Ant Dergisi’nin 24 Şubat 1970 tarihli sayısında yayınladığımız “El-Fetih’e niçin gittim?” başlıklı yazısında şöyle diyordu: