İsrail ile Hizbullah arasında ana unsuru ABD ve Fransa olan devletlerin arabuluculuğu ile ateşkes sağlandı. Fakat sağlanan bu ateşkesin silahların namlusunu soğutacak mı yoksa daha silahların namlusu soğumadan yeni çatışmaların fitilini mi ateşleyeceği ilerleyen zamanlarda yaşanacak gelişmelere bağlı olacak.
Hizbullah açısından oldukça dezavantajlı koşullarda sağlanan ateşkes, savaşı doğuran nedenleri ortadan kaldıracak niteliği taşımıyor. Doğal olarak varılan ateşkes bir barış antlaşması değil, bir süreliğine silahların susmasını öngörüyor. On üç madde halinde sıralanan ateşkes kuralları, özünde ve esas olarak Hizbullah’ın Lübnan’daki pozisyonunu veya statüsünü belirlemeye yönelik bir içeriğe sahiptir.
Lübnan’ın güney sınırları boyunca silah taşıma, kullanma, silah alımı, tedariki ve askeri tesis üs vb. daha bir dizi askeri alanda Hizbullah güçlerinin yerini Lübnan ordusu alacağı antlaşma metninin en önemli kısmını oluşturuyor.
Kısacası Hizbullah’ın askeri kapasitesi, direnme ve savaşma becerisi ya da bağlılık, fedakârlık, yurtseverlik gibi ideolojik saikleri de dahil ettiğimizde Lübnan ordusunun İsrail karşısında Hizbullah’ın sergilediği askeri performansı sergileyemeyeceği ortadadır.
Amacına bağlı, hedefleri olan bir Hizbullah’tansa adı rüşvet ve yolsuzlukla anılan savaşma kabiliyetini önemli oranda yitirmiş, on yıllardır kışlalarına hapsolmuş Lübnan askeri güçlerinin varlığına Siyonist İsrail’in cepheden itirazı olmayacağı açıktır. İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan son savaşın bu bahisteki “kazananı” İsrail’dir. İsrail’in yıllar içerisinde Hizbullah’a yönelik geliştirdiği istihbarat ağı ve bu ağ sayesinde tekniği ustalıkla kullanması Hizbullah’ın askeri ve siyasi önderliğinin neredeyse tamamının fiziksel olarak tasfiye edilmesini sağlamıştır.
Kuşkusuz bu Hizbullah açısından oldukça ağır ve tarihsel sonuçları olan bir durumu işaret ediyor. Özellikle Hasan Nasrallah’ın kaybı bölgesel denkleme etki eden bir yerde duruyor. Hareketin kuruluşundan günümüze hareketin içerisinde yer alan ve yıllardır hareketin önderliğini sürdüren Hasan Nasrallah bölgesel dengelerin oluşmasında, bilgi ve birikimiyle hareketin kendi temelleri üzerinde kalmasını sağlayan, otoritesi ile örgütün birliğinin sağlanmasında kritik bir rolü olan belirleyici bir şahsiyetti. Hizbullah özü itibari ile ulusal karakterli bir harekettir.
Farklı çıkar ve siyasi yapıların içerisinde yer aldığı heterojen bir yapıdır. Bu açıdan farklı yapıları birarada tutabilecek şahısların bu tarz hareketler açısından önemi stratejiktir. Hasan Nasrallah’ın kaybının Hizbullah içerisinde otorite boşluğu yaratacağını öngörmek gerekir. Benzer durum Ebu Sinwar’ın katledilmesi sonrası Hamas için de geçerlidir. Diğer yandan hareketin diğer askeri önder kadrolarının da tasfiye edilmesi son savaşın gidişatını etkilemiştir.
Keza çağrı cihazlarının patlatılması sonucu da binlerce Hizbullah militanı ya hayatını kaybetmiş ya da yaralanması sonucu savaş dışı kalmıştır. İsrail ise genel olarak bu savaşı kendi inisiyatifinde sürdürmeye gayret göstermiştir. Belirli bir süre hedef odaklı, ateş yoğunluğu düşük ve fakat maliyeti yüksek mühimmatlarla irade kırmaya yönelmiştir. Her ne kadar Hizbullah’ın iradesini kırmayı başaramamışsa da izlemiş olduğu bu taktikle uzun vadede sonuç almayı başarmıştır.
Ateşkes koşullarının oluşmasında hedef odaklı gerçekleşen saldırıların etkisi büyük olmuştur. Devamında İsrail katliam ve soykırım geleneğini tıpkı Gazze’de olduğu gibi Lübnan topraklarında da ortaya koymuştur. Yoğun hava saldırıları ile köyler, kasabalar ve şehirler hedef gözetilmeksizin bombalanarak kitlesel bir katliama girişmiştir. Yüzbinlerce insan yerini terk ederken binlerce insan da katledilmiştir.
Kalibresi yüksek silahların kullanımı, güney Lübnan’ın işgalini olanaklı kılmıştır. Bu açıdan İsrail insan gücüne değil silah kapasitesine güvenmiştir. Kara gücü İsrail’in saldırılarını tamamlayan bir faktör durumunda kalmıştır. Öte yandan Siyonist İsrail belirlediği hedeflere ulaşmadığı, karada Hizbullah’ın sert direnişine çarptığını belirtmek gerekir. Fakat her ne kadar varılan ateşkes etkenleri arasında İsrail askerlerinin yorgunluğu ve son bir yıl içinde Filistin direniş grupları karşısında almış olduğu kayıpların da etkili olduğu belirtilse de bu konu oldukça tali bir yerde durmaktadır.
İsrail, Hizbullah karşında kısa vadeli olarak istediği sonuçları almasının rahatlığıyla esas gündemi Filistin topraklarının kalıcı olarak ilhak etme sürecini tamamlamak istemektedir. Bunun içindir ki cepheyi Filistin’e doğru daraltma gereği duymuştur. Lübnan cephesini sıcak tutmak kısa vadede İsrail’in tercih edeceği bir seçenek değildir. Fakat bu İsrail devletinin büyük İsrail Siyonist planını rafa kaldırdığı anlamına gelmemelidir.
Uzun vadede güney Lübnan toraklarını ilhak etme projesini rafa kaldırmış değildir.
Ortadoğu kazanı kaynıyor!
İsrail, ulus olarak militarize olmuş bir topluluktur. İsrail devleti, Yahudi toplumuna yapılan Nazi soykırımını ve Yahudi düşmanlığını kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak on yıllar içerisinde militarize olmuş bir toplum yaratmayı başarmıştır.
Bu yönüyle ve aynı zamanda içerdiği devlet geleneğiyle TC devleti ile aralarında benzerlikler oldukça fazladır. Her iki devlet de başka ulus ve milliyetlerin topraklarının gaspı üzerinde kendi ulus devletlerini inşa etmiştir. Bu durum her iki devletin de tarihsel meşruluğunu sorgulatır pozisyonda tutmuştur. Türk devleti tıpkı İsrail gibi Türk toplumunu önemli oranda militarize ederek sosyal şoven bir hatta tutabilmektedir.
Konumuza dönersek, İsrail devleti içerde kendi saldırganlığına karşı güçlü bir muhalefetle karşı karşıya kalmamıştır. İsrail devletinin yürütmüş olduğu haksız savaşın karşında duran kesimlerin sesi de güçlü çıkamamakta ve çeşitli yöntemlerle bastırılmaktadır.
Süreçten gerek HAMAS gerekse de Hizbullah yöneticilerine yönelik gerçekleştirilen suikast saldırılarından Netanyahu hükümeti pozisyonunu güçlendirerek çıkmıştır. Benyamin Netanyahu kendine devlet içerisinde rakip olabilecek kişileri de süreç içerinde tasfiye etmiştir.
Siyonist rejimin gerek Gazze ve gerekse de Lübnan-Hizbullah’a yönelik başlatmış olduğu bu savaşın en ateşli destekçisi ve finansörü ABD emperyalizmi olmuştur. Silah ve para yardımında sınır tanımamıştır. ABD emperyalizmi de Ortadoğu’da özellikle Rusya ve genel anlamda Çin karşında yaşadığı hegemonya ve prestij kaybını bu şekilde tersine çevirmeye çalışmıştır.
7 Ekim saldırısından sonra ABD, Akdeniz üzerinde deniz üsleri kurma noktasında kalıcı adımlar atarak stratejik bombardıman uçakları ve hava savunma sistemleri de dahil bölgeye ağır silahlar taşıyarak yerleşmiş bulunuyor. İsrail devletinin yanında ABD emperyalizmi de sürecin kazançlı çıkan tarafı olarak pozisyonunu pekiştirmiştir. Fakat Ortadoğu gibi denklemlerin sürekli değiştiği bir yerde ABD bu pozisyonunu nereye kadar sürdürür, ne zamana kadar devam ettirir, bunu ilerleyen süreçte daha net şekilde göreceğiz.
Fakat Ortadoğu kazanında hiçbir şeyin kalıcı ve mutlak olmadığı bilinmelidir. Ortadoğu halkları emperyalizmi kendi topraklarından def edene kadar bu realitenin değişeceğini beklemek ise hayaldir. Bu süreçte özelikle Rusya ve Çin’in ikiyüzlü ve arada bir siyaset izlediklerini belirtmek gerekir. İsrail’in hem Gazze hem de Lübnan’a yönelik saldırılarını kınasalar da politik olarak HAMAS ve Hizbullah eksenli bir tutum benimsemiş gibi görünseler de İsrail’in saldırıları karşında onu engelleyici veya frenleyici bir yaklaşım ve girişimden özellikle kaçınmışlardır.
Rusya ve Çin’in bölgede artan bir etkinliği vardır. Bu etki ile İsrail’i frenleyici bazı girişimlerde bulunabilirdi. Fakat Rusya, İsrail’in Suriye’ye yönelik gerçekleştirdiği hava saldırılarına bile ses çıkarmamıştır. Bazı hava saldırıları Rus askeri güçlerinin bulunduğu noktaların yakınına yapılmış olsa bile dışardan bir yaklaşımı esas almıştır. Benzer durum İran’a yönelik gerçekleştirilen yıpratma saldırıları için de geçerlidir.
İran sürecin ana aktörlerinden olarak 7 Ekim’den beri etkin bir pozisyon alarak bölgedeki pozisyonunu korumaya çalışmıştır. İran devletinin bölgedeki en önemli avantajı, Şii güçler üzerinden oluşturduğu ve yönettiği “direniş ekseni”dir.
Hizbullah dışında Suriye’de konuşlanan Şii kuvvetler de İsrail’in ve ABD’nin saldırıları sonucu ağır kayıplar alarak zayıflamıştır. Keza HAMAS lideri İsmail Haniye’nin İran sınırları içerinde öldürülmesi, özellikle Suriye’de İran Ordusuna bağlı general ve üst düzey askeri kadroların çeşitli saldırı biçimleri ile öldürülmesi İran’ın bölgede hegemonya kaybına yol açmıştır. İran bu saldırılara etkili karşı yanıtlar verememiştir.
ABD ve NATO eksenli emperyalist güçlerin İran bölgesel hegemonyasını kırmak ve İran’ı kendi sınırları içerisine çekmek için “direniş ekseni”ni oluşturan hareketleri yok etme planını sahada aktif şekilde uygulamaktadır.
Doğal olarak Hizbullah’ın “direniş ekseni” içerisinde rolü önemli bir yerde durmaktadır. Yıpratılmış, etki alanı sınırlandırılmış ya da mevcut statüsünden geriye itilmiş bir Hizbullah’ın yaşadığı statü kaybı aynı zamanda İran’ın da etki alanının daralacağı anlamına gelecektir. İran’ın bölgede fiilen bir savaşı göze alacak bir durumda olmadığı görülmüştür.
İsrail’e yönelik sınırları çizilmiş, bilgilendirilmesi yapılmış şekilde yapılan misilleme atışları da İran’ın yaşadığı prestij kaybını önlemeye yetmemiştir.
İsrail’in yürüttüğü savaş, gerici ve haksızdır!
Emperyalist rekabetin Ortadoğu coğrafyasında aldığı biçim savaştır. Esasta vekaleten yürütülen bu savaş ve çatışmalar giderek daha fazla doğrudan emperyalistlerin dahil olduğu bir savaşa evrilmektedir.
ABD ve NATO ekseni bölgeye daha fazla silah ve asker sevk etmekte, doğrudan kendilerine bağlı paramiliter güçlerle resmi olarak da bu savaşların içerisinde yer almaktadırlar. İsrail devleti de hem bölgesel bir güç olarak hem de ABD/NATO ekseninin bölgedeki jandarması olarak emperyalist savaşa fiilen dahil olmuştur.
İsrail’in yürüttüğü bu savaş hem emperyalist karakterli hem de İsrail’in yayılmacı ve ilhakçı siyasetinin ürünü bir savaştır. Bu açıdan gerici ve haksızdır. Dediğimiz gibi İsrail ve Hizbullah arasında gerçekleşen ateşkes, bir barış antlaşması değil geçici olarak çatışmaların durdurulmasına yöneliktir.
İsrail Filistin topraklarında işgalci varlığını devam ettirmektedir. Bu yönüyle dahi olsa Siyonist İsrail devletine karşı direnmek ve savaşmak meşrudur. Ve desteklenmesi gerekir.