ABD seçimlerden Trump rakibine önemli fark atarak galip çıktı. Gerek Türkiye’de gerekse de dünyanın birçok ülkesinde ana akım olarak niteleyebileceğimiz kesimlerden hızlıca Trump’ın bundan sonra ne yapacağına ilişkin analizler yazılmaya başlandı.
Bilindiği gibi ABD’de gerek Cumhuriyetçiler gerekse de Demokratlar, ABD müesses nizamının iki temel gücünü oluşturur. Sistemin içindeki farklı sermaye grupları, klikler ve odaklar kendilerini bu iki partide ifade ederler ve siyasete müdahale ederler. Bu iki yapı, temelde sistemin sürekliliğinin; ABD çıkarlarının ve dünya üzerindeki hegemonik tahakkümünün varlığını esas alırlar.
Trump’ın “demokrat ve ilerici” rakibi olarak servis edilen Kamala Harris’in başta Ortadoğu olmak üzere dünya halklarının katili pek çok ismi ekibine dahil etmesi bu gerçeğin sadece küçük bir izdüşümüdür.
Bu bakımdan kim kazanırsa kazansın ABD emperyalizminin temel siyaseti değişmeyecekti. Trump’ın seçilmesi kuşkusuz pek çok yeni gelişmeye neden olacaksa da bunların ABD’nin stratejik perspektiflerine, yönelimlerine bir halel getirmeyeceğini görmek gerekir.
ABD emperyalizminin, dünyaya hükmetmek adına içine gireceği stratejik yönelimin Trump’ta nasıl somutlanacağını zaman içinde göreceğiz. Nihayetinde Trump’ta tıpkı Biden veya ondan öncekiler gibi ABD emperyalizminin daha fazla yoksulluk, işgal, savaş, kadın ve LGBTİ+ ve göçmen düşmanlığı politikalarının sürdürücüsü olacaktır.
Trump’ın seçilmesiyle ABD emperyalizmi ile Türkiye, İran, Irak, Mısır, Suriye, Ürdün, İsrail, Körfez ülkeleri, Çin ve Rusya ile ilişkilerde yeni gelişmelerin yaşanacağı anlaşılıyor.
Trump, ABD emperyalizminin NATO eliyle Rusya’yı çevreleyip, içine soktuğu savaşta Avrupa emperyalistlerinin eliyle yıpratırken, bu büyük gücün Ortadoğu’daki ittifaklarını da zayıflatma yaklaşımını sürdürecektir. Trump’ın, Ukrayna’ya nefes aldırma ve uluslararası arenada Rusya’yı köşeye sıkıştırarak kamuoyu yaratmak adına savaşın dozajını ve göreli olarak tansiyonu düşürecek hamleler yapsa bile savaşı bitirecek bir yönelime girmesi çokta mümkün görünmemektedir.
Zira, NATO’nun Rusya’nın burnunun dibine sokulması ABD emperyalizminin stratejik bir politikasını ifade etmektedir.
Emperyalist-kapitalist sistemin içinde debelendiği krizin en derin yaşandığı merkezlerden biri olan ABD’nin bu krizi aşmak için 3. paylaşım savaşı tehlikesini de göze alacak hamleler yaptığını gördük. Krizin aşılamadığı bugünkü konjektürde, çatışma ve savaşın, gidişatın temel yönünü oluşturacağı açıktır. Trump’ın bir önceki dönemde sürdürdüğü işgal ve savaş politikalarında vites yükseltmesi beklenmelidir.
Şimdiden kabinesine atadığı isimlerin, fanatik düzeyde Hristiyan, İsrail yanlısı ve Siyonist nitelikleri de buna işaret etmektedir. Trump’ın Ortadoğu’da İsrail’in yürürlüğe soktuğu ve çok sayıda ülkenin sınırlarını değiştirme hedefi taşıyan projesinin sadık bir destekçisi, hamisi olacağına şüphe yoktur.
Ortadoğu’da, Lübnan başta olmak üzere yeni işgal ve katliamlar; Gazze’de yeni soykırım saldırıları ve Filistin’de yeni alanların işgal edilmesi; İran’la daha kapsamlı çatışmaların yaşanması öngörülmelidir.
Trump yönetiminde ABD emperyalizminin, Türk devletini Ortadoğu’daki politikalarına angaje-ikna etmek, beri yandan Rusya ve Çin’den uzak tutmak adına Rojava’ya yönelik hava saldırılarına izin vermeye devam edeceği de ortadadır.
Türk sermayesi, Trump’la birlikte özellikle de Ortadoğu’da ve daha da spesifik olarak Kürt sorununda, Kuzey Doğu Suriye’ye-Rojava’ya yönelik emellerinin destekleneceği beklentisi içindedir.
Ana akım medyada şimdiden Rojava’ya yönelik olası bir işgal saldırısına dair detayların servis edilmesi bu beklentinin sonucudur. Türk devletinin, Trump’ın Ortadoğu ve Kafkaslara yönelik atacağı adımlarda AKP iktidarı eliyle daha fazla rol alabileceği umudu söz konusudur. Bunun Kürt ulusunun kazanılmış haklarının gasp edilmesi ve Rojava Devriminin boğulması karşılığında pazarlık edileceğine ise şüphe yoktur.
Trump da, Biden gibi Çin’e odaklanıp ticaret savaşında çapı ve gümrük vergilerini yükseltecektir; AB’ye de Çin’le ticareti sınırlamaları baskısı yapacaktır. Ne var ki Çinle yürüteceği savaşın düğümlendiği yerde yine Ortadoğudur.
ABD emperyalizminin ekonomik yönü baskın olmakla birlikte Çin’i yalnızlaştırma ve zayıflatma yöneliminde daha saldırgan bir tutum alacağını öngörmekte mümkündür.
Kayyum Gaspına Karşı Birleşik Mücadele
Küresel ölçekte tüm bu gelişmeler yaşanırken Türkiye, T. Kürdistanı’nda AKP-MHP faşist İttifakının kayyum gaspı tüm şiddetiyle devam etmektedir.
Kayyum atamalarının faşist MHP’nin lideri Bahçeli’nin başlattığı “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” çıkışıyla başlatılan yönelimle doğrudan ilişkisi vardır.
Türk hakim sınıfları, İsrail’in Ortadoğu’ya yönelik hedefleri ekseninde gelişmesi muhtemel savaşlarda ‘iç cepheyi konsolide etme’ perspektifiyle hareket etmektedir. Bahçeli’nin sözleri, devletin çelik çekirdeğinin, devlet aklının stratejik bir yaklaşımı olarak görülmelidir.
Türk hakim sınıfları, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması söyleminin gündemde tutulacağı, bu gündem etrafında da kitlelerin manipüle edebileceği bir siyasi perspektifle hareket etmektedir. Öcalan çıkışının devlet açısından hangi biçimde ifade edilirse edilsin temel amacının, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin silahlı direnişinin tasfiye edilmesi olmuyorsa minimize edilmesi ve Kürt halkının düzen içine giderek daha fazla çekilmesi; AKP-MHP iktidarının politikalarına angaje edilmesi olduğu/olacağına şüphe yoktur.
Faşizmin, Kürt ulusunun kolektif haklarını tanıma veyahut bu anlamda en küçük bir adım atmaya niyeti yoktur. Öncekilere kıyasla kapsamı tamamen boş olmasına karşın söylemiyle geniş kamuoyunda büyük beklentiler yaratacak çıkışların nedeni budur.
Metal patronlarının sendikası MESS’in 51. Genel Kurulu’nda konuşan R.T. Erdoğan “Siyasetten topluma sirayet edecek yumuşama ikliminin kökleşmesinde işçi ve işveren fark etmeksizintüm sendikalarımızın desteği çok ama çok önemlidir” sözlerindeki, ‘iç cephe’ ya da bölgesel risklere karşı tüm toplumun ortak hareket etmesi gerekliliği vurgusu, bu yönelimin aynı zamanda sınıfsal tepkileri soğuracak bir araç olarak kurguladığını da göstermektedir.
Kürt sorununda gelinen aşamanın da etkisiyle iktidarın ‘iç cephe’ çıkışı, halkın yoksulluk, güvencesizlik ve hayat pahalılığı karşısında büyüyen öfkesini de hesaba katmaktadır.
İktidar ayrıca bu tepkiye yaslanarak son yerel seçimde AKP’yi birinci parti olmaktan çıkaran muhalefet partilerinin bir “iktidar alternatifi” olmaktan çıkmasını, parçalanmasını ve etkisizleşmesini de hedeflemektedir.
Bu yeni durum aynı zamanda halkın sinerjisini soğurma, iktidarın toplumsal desteğindeki erimeye neden olan konuları geri plana atma doğrultusunda değerlendirilecektir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin iktidara yönelik tepkileri “cephe gerisi siyasetiyle”, “savaş gerekçeli” fiili OHAL’le bastırılmak istenecektir.
Bu noktada devrimci, ilerici ve yurtsever güçler ve bir bütün olarak muhalif güçlerin dahası düzen muhalefetinin de hedefe konulacağı bellidir.
Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in KCK dosyasına eklemlenerek tutuklanması da bahsettiğimiz bu siyasetin bir özetini sunmaktadır.
Bu başlıkta özellikle de ulusolcu kesimlerde, kayyumlar ve Öcalan çıkışı konusunda R.T. Erdoğan ile Bahçeli’nin arasında sorunlar/çelişkiler olduğuna yönelik yorum ve değrlendirmelerin, sistemin gerçekliğini ıskalayan, ideolojik bakımdan sorunlu analizler olduğunun altını çizmek gerekir.
Söz konusu Kürt ulusu ve onun direnişi, kazanımları olduğunda gerek Bahçeli gerek R.T. Erdoğan ve gerekse de Özgür Özel veyahut düzen partilerinin diğer liderlerinin arasından su sızmayacağını yaşayarak gördük, tanık olduk.
Hakkari, Mardin, Halfeti ve Batman’a atanan kayyumlar aynı zamanda Kürt halkının iradesini kırmayı amaçlamaktadır. İktidar, “barış”, “çözüm” vb. kavramları Öcalan’ın serbest bırakılması söylemiyle öne sürerek kitlenin direniş ve mücadele tansiyonunu düşürme, pozitif anlamda beklentilerin arttığı anda da saldırma stratejisi izleyecektir.
Önümüzdeki günlerde Kürt ulusal sorununda yine yüksek perdeden içi boş çıkışları izleyen kayyum atamalarını göreceğimiz açıktır. Bu bağlamda, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin daha temkinli davrandığı açık olsa da yaşananlar hususunda hareketin, devrimci, ilerici kamuoyuna ve kendi tabanına yönelik açık bir siyaset izlemesine ihtiyaç vardır.
Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin, İsrail ve Azerbaycan eliyle İran’a yönelik gelişebilecek olası bir hamle üzerinden bir beklenti ve hazırlık içinde olduğu görünmektedir. İran Kürdistanı’nda direnişin yükseltilmesine yönelik perspektifin büyük güçlerin adımlarını izleyen ancak onlardan bağımsız bir rota izlemesi ezilen ulus ve halklara da kazandıracaktır.
Öte yandan kayyumlara karşı Batman’da gelişen direniş öğreticidir. Öz yönetim döneminden sonra gençliğin militan direnişinin yeniden örgütlenmesi, Kürt halkına ve demokrat-ilerici güçlere moral vermektedir.
Türk devleti, tepeden tırnağa kayyum zihniyetiyle örgütlenmiş bir rejime sahiptir. Kayyum rejiminin, işçi sınıfı ve emekçilerin her türlü kazanımına, örgütlenmesine, kadın ve LGBTİ+ların mücadelesine düşman olduğuna, olacağına kuşku yoktur. Bu bağlamda, kayyuma karşı direniş; Kürt halkının, işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen-yok sayılan tüm toplumsal kesimlerin birleşik direnişi niteliği taşımalıdır.
Zira önümüzdeki günlerde kayyum siyasetinin süreceğine dair bir şüpheye girmeye gerek yoktur. Bu bakımdan direnişi her daim canlı tutmak, birlikte mücadeleye daha fazla tutunmak gereklidir!
Geleceği Kazanmak İçin Direniş!
Kayyum gaspı ve buna karşı gelişen direnişin bugün milyonlarca insanın açlık sınırının altında yaşamaya mahkum eden asgari ücrete karşı verilen mücadele ile birleştirilmesi elzemdir.
İşçi sınıfı ve emekçilerin 2025 yılı boyunca karşı karşıya kalacağı ekonomik ve sosyal koşulları belirleyen bir sürecin içindeyiz. Asgari ücret, sermaye sınıfı açısından, ulusal ölçekte sermaye birikim rejiminin niteliğini, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizme eklemlenme biçimini ve uluslararası iş bölümündeki konumunu ilgilendiren çok yönlü bir gündemdir.
Türkiye, ücretli çalışanlar cumhuriyetine dönüşmektedir.
SGK’nin aralık 2023 verilerine göre ise 4/A, 4/B, 4/C sistemlerinde 25 milyon 358 bin 22 aktif sigortalı çalışan vardır. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının mevsim etkilerinden arındırılmış verilerine göre ise, iş gücü 35 milyon 831 bin olmasına karşın aktif çalışan 32 milyon 776 kişidir. DİSK-AR’ın hesaplamasına göre 2002’de asgari ücretin iki katından fazla bir ücretle çalışanların oranı yüzde 40.1 iken, bu oran 2022’de asgari ücret ve ortalama ücret makasının daralması sebebiyle yüzde 18.1’e düşmüştür.
Yaklaşık her 10 işçiden 6’sı asgari ücretin yüzde 20 üzerinde bir ücretle çalışırken, bu oran 2002 yılında 10 işçide 4 idi. Türkiye kapitalizminin uluslararası iş bölümündeki rolleri arasında en önemlisi, iş gücü ve coğrafi kaynaklarını yabancı tekellerin kullanımına ve kontrolüne açmak olarak öngörülmüştür.
Bu doğrultuda ücretlerin baskılanması diğer bir ifadeyle emek maliyetlerinin düşük oluşu yabancı sermayeye “avantaj” olarak sunulmaktadır.
Ne kadar çok işçi, asgari ücretle ya da asgari ücrete yakın ücretlerle çalıştırılırsa, patronların emek maliyeti hızla düşürülür ve böylece farklı alanlara yatırım yapabilmelerinin önü açılır. Ücretler genel seviyesinin asgari ücrete göre belirlendiği ve şekillendiği bir ortamda, IMF Türkiye Masası Şefi James Walsh, “Asgari ücret artışında, geçen yıl olduğu gibi enflasyonun ciddi şekilde yükselmesine yol açacak bir artış yapılmamalı” demiştir.
IMF’nin ağustos ayında yayımladığı Türkiye için “4. madde gözden geçirme raporu”nda ise “Fiyatlar, ücretler ve kira gibi diğer sözleşmeler yıllık olarak ve ileriye dönük enflasyona göre belirlenmeli” ifadesi kullanılmıştır.
Bunun anlamı, somut enflasyon verileri yerine, hükümetin sermaye gruplarına bakarak oluşturduğu “beklentiler” üzerinden hareket edilmesi gerektiğidir.
2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi’nin Genel Gerekçe kısmında belirtilen hedeflere bakmak bunu anlamak için yeterlidir.
2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nde temel hedefler şu şekilde özetlenmiştir: “Makroekonomik ve finansal istikrarı güçlendirmek, mali disiplini korumak, orta vadede enflasyonu tek haneye düşürerek fiyat istikrarını sağlamak, Ar-Ge ve yenilikçilik kapasitesini geliştirmek, yeşil ve dijital dönüşüm odağında teknolojik dönüşümü sağlamak, beşeri sermayeyi güçlendirmek, işgücü piyasasını daha da etkinleştirmek, iş ve yatırım ortamını iyileştirmek ve ekonomide kayıt dışılığı azaltmak.”
Bu hedeflerin hiçbirinde işçi sınıfı ve emekçiler yoktur. Aksine belirlenen hedefler, “sermaye dışı toplum kesimlerinin daha fazla yoksullaşması, yoksunlaşması, var olan haklarının ellerinden alınması” üzerine kurulmuştur.
Bu bağlamda mali disiplin adı altında eğitim, sağlık, sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal harcamalar vb. kısılırken, enflasyonu düşürmek için talebi yani emekçi kesimlerin ücretlerinin reel olarak düşürülmesi, sınırlandırılması amaçlanmıştır.
Türkiye İhracatçılar Meclisi başkanı “Artışın sadece çalışanları değil, ülkenin genel rekabetçiliğini de göz önünde bulundurarak belirlenmesi” gerektiğine dikkat çekmektedir.
TÜSİAD başkanı “Orta yolu bulmak zorundayız. Gerçekleşen enflasyona göre yaparsak ekonomik program bozuluyor” demektedir. Önümüzdeki günlerde Türk sermayesinin asgari ücret tartışmalarıyla birlikte hemen her alanda kapsamlı bir şekilde sömürü, yağma ve talan saldırılarına yöneleceği çok açıktır.
Buna karşı ne yapılacağı ise bellidir; 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla coğrafyamızın dört bir yanında kadın cinayetlerine, tacize, tecavüze ve elbette kayyuma karşı direnişi büyüten kadınlar yol göstermektedir.
Yaratılmaya çalışılan karanlığı parçalayacak olan direnişimiz ve örgütlü gücümüzdür.
İktidarın tahakkümüne karşı birarada durmak, örgütlü gücümüze daha fazla yaslanmak ve direnişi ilmek ilmek örmek bizi ileri taşıyacaktır. Yakına ama ileriye doğru adımlar atmanın yolu da buradan geçmektedir. Proleter öncünün birliğini ve iradesini sağlayarak gerçekleştirdiği oturum bu bağlamda tarihsel bir adım olmuştur.
Devrimi örgütlemek ve geleceği kazanmak için şimdi bir adım öne çıkma zamanıdır!