Güncel

Bir Damla Gözyaşına Hasret Yaşanan Bir Gün

Edirne F Tipi Hapishanesinden tutsak bir Partizan, tecrid koşullarında sevdiklerini kaybetmek üzerine yazdı.

Yaşamın içerisinde iyisi-kötüsü, doğrusu-yanlışıyla herşey geçiyor ve geçen zaman yaşanırken, zor ya da geçmeyecek hissi yaratsa da herşey geçiyor, zaman ilerliyor ve yalnız izi kalıyor hayatta.

27 Ocak 2024 öncesi:

2020 yılından 2023 yılına ne kadar çok şey bir arada yaşandı zindanlarda, sokaklarda, ülkenin ve dünyanın birçok alanında; Acılar, yokluklar, hüzünler, hastalıklar, ölümler… Sevinçler, mutluluklar ve doğumlar… Bir karabasan gibi yerküreyi saran, sonra, kıtalara yayılan felaketler, sınırları aştı geldi bir bir hanelerin kapılarına dayandı. Destursuz dalıverdi içeriye ve içeride, işçi-köylü, emekçi, yoksulların yakasına yapışıverdi. Varlıklar yine kendini korumayı başarmıştı.

Nice can önce bir-bir, sonra on-on, yüz-yüz, bin-bin, onbinler-yüzbinler… yitip gitti hayatın orta yerinde. Hastalıklar, depremler, seller, göçükler, kazalar adı altında toplu katliam, insan eliyle insana yaşatıldı. Bir yanı namlu ucundan, bir yanı doğadan gelen… Ve hayatta kalanlar yaşama tutunmak için, daha çok çaba sarf ederken, yine fedakârlık düşürüldü paylarına, bir lokma ile sürdürmeleri istendi yaşamlarını. Muktedir efendilerin sofralarında yok yok iken, “kader coğrafya” olmadığını, en iyi kapitalizmin vahşi emperyalizme evriminin somut göstergesi oldu insanın insana zulmü ile bu üç yıl…

Adaletin olmadığı yerde, ahlak ve vicdan olmaz. Vicdan ve ahlâkın olmadığı yerde zaten adalet beklenemez… Ve insanların umutlarını, geleceklerini, geçmişiyle şimdiki zamanlarını böyle yok ettiler hayatın orta yerinde. Bunu adalet adına yaparken, katledilen hukuk oldu. Ve herkese bir gün lazım olacağı bilinen hukuk adı ile adalet sağlanıyor adıyla gerçekleştirilen eylemleri sonrası; keyifli, şatafatlı sofraları olan sırça köşklerinde kahkahalar atarak kutladılar…

Ve bu hayatın içinde bir yaşam vardı; Bir umuda tutundu sımsıcak içten gülümsemesiyle tüm yaşamı acılar, yokluklar, haksızlıklar, bitimsiz bir çalışma içerisinde geçirirken, 2022 Aralık ayında umutları elinden alındı, tükendi ve sessizliğe çekerken kendini, kimse anlamadı yarınların nasıl yaşanacağını. Gizledi artık herşeyi, en önemlisi sağlığı ile ilgili durumunu. Kimse fark edemedi yavaş yavaş toprağa doğru olan bakışlarını.

Sesi bir iyi, bir kötü iken, “iyiyim” diyordu ve havaları sorumlu tutarak üzerindeki bakışlardan böyle sıyrılıyordu. Adım adım ilerliyordu sessizliğe doğru, hayatın orta yerinde. Beklediği o haber, o gün ve beklediği gelmeyeceğini anladığında başlamıştı bu yolculuğa, yitirdiğinde umutlarını. Giderken fark edilmemek için, neşesini ve kaygılarını anlatmayı, göstermeyi ihmal etmedi ve kimsenin anlamamasından başardı bunları…

2023…

Artık, yolculuğun da bıraktığı ayak izleri kendini göstermeye başladı. İz bırakmamak için ne kadar çabalasa da, herşey yaşamda bir iz mutlaka bırakır.

Bahara evrilirken zaman, iyiden-iyiye kendini gösterince sinsi vücudundaki düşmanı, en güvendiği evladı bir gün “Artık yeter! Seni hastaneye götüreceğim” diyerek, hiçbir itirazı kabul etmeyen tavrıyla dediğini yaptı, itirazına rağmen. Çünkü artık ne yiyebiliyor, ne içebiliyordu… Yediğinde ise vücudu sanki kabul etmiyor, geri çıkarıyordu.

Ve böylece gerçeklikle tanışıldı…

Hastaneye yürüyerek geldi ve bir daha o kapıdan yürüyerek çıkamadığı süreç, tüm çıplaklığıyla açığa çıktı. Artık ayak izleri daha belirgindi ve herkes görebiliyordu. Sırrı ifşa olmuştu ve itiraz etse de “iyiyim, kalmayacağım, beni evime götürün” diye yapılan muayene-tetkikler, durumun ciddiyetini açığa çıkarınca, hastanede kalmak zorunda kalacağını anladı. Ve yaşananlar, neden sorusunu açığa çıkarmıştı. Aslında sorunun cevabını biliyorlardı ama yine de soruyorlardı kendilerine.

Dört çocuk… Dört kardeş… İçten içe yaşananları anlama, kavramaya çalışırken gerçeğin kardeşlerin büyüğünün evlerine gidip dolapta duran kullanılmamış ilaçları görmesiyle, durum anlaşılmıştı artık. Hastaneden evine gitme istemini her fırsatta dile getirse de, nafile çaba olduğunu artık kendisi de anlıyordu.

Çünkü hastalık iyice ilerlemiş ve vücudunu sarmıştı. Artık vücudu işgal edilmişti. Organları bir bir ele geçirilirken, yatağında isyan ediyordu acılarına rağmen. Önce sesi, sonra nefesi azaldı ve sonra duyulmaz oldu. Böylece makineye bağlı bir yaşama sürüklenirken, kendini yine de umutla tutunan, onu seven evlatları vardı etrafında. Yalnız biri hariç…

Tüm süreç yaşanırken, dört duvar arasında olan evladı, süreci onbeş günde bir telefon görüş hakkı olan 10 dakikasına sığdırılarak takip ediyordu. Elinden bir şey gelmez, payına düşen teselli ve destek yüklü, morale dayalı birkaç cümle kurabilme şansı düştü.

Sesini son duyduğu anı anımsıyordu her defasında; “İyiyim oğlum, biraz havalardan dolayı üşütmüşüm sanırım” gibi cümlesiydi annesine dair kalan o görüşmeydi. Anne-oğul arasında farklı bir bağ vardı ve diğer evlatları ile farklıydı bu bağ. Ondan bir şey saklamaz, ona herşeyi anlatırdı. Serzenişleri, öfkesi, isyanı ya da sevgisi-özlemi, güzellikleri 10 dakikalık görüşmelerine sığdırırdı annesi oğluna. Son görüşmede bir şey diyecekti ama yarım kaldı.

Çünkü süre bitmiş ve otomatik olarak telefon kapanmıştı. Ne diyecek-ne anlatacaktı acaba? Bu sorunun cevabını asla öğrenemeyecekti artık oğlu. Bu gerçekten bir insanın hayatı boyunca kafasında diri-canlı ve taze kalacak soru olacaktır. Tek kişilik hücresine döndüğünde, kafasında bir muhakeme yaparak, şunu anlatabilir ya da şundan mı bahsediyordu diye düşüncelere daldı. Arkadaşlarının kapısı açıldığında, her telefon görüşmelerinin sonunda olduğu gibi, her üçü yaptığı görüşme-selamları aktardı.

Öğrenmek için, 15 gün beklemek gerekecek artık ama o gün hiçbir zaman bir daha gelmedi-gelmeyecek ve artık o son cümle ebedi sessizliğe gömülü olarak hatıralar arasında her daim karşısına çıkacak oğlunun.

Dışarıda kardeşleri, anne-babanın sağlık sorunları ile ilgili  görev paylaşımından, süreçle nasıl başedeceklerine dair belirlemeleri yapmışlardı. Ve kardeşlerin böylece kendi sosyal-ekonomik yaşamları da altüst olmuştu.

Tüm bu süreçlerin başında tutsak oğlu, anne-babasının sağlık sorunlarından dolayı ziyarete gelemediklerinden; Hapishane idaresine ziyaret yerine 10 dakika telefon görüşme hak talebinde bulundu. Yasal bir talebi idare her zamanki gibi ister yasal ister insani temelli olsun, ret etmiştir. Alınan kararı yargıya taşıdı ve İnfaz Hâkimliği, talebi makul, yasal bir hak olarak ele alıp, idare kararını kaldırıp, uygulanması yönünde karar aldığında, Savcı, her zaman olduğu gibi, tutuklu için mahkemelerin lehte verdikleri kararlara, zaman kaybetmeden itiraz etmiştir. Gerekçesi ise: “Usul ve Yasaya Aykırılık” olarak ifade eden savcı, yasaya aykırılığı, mahkemenin yaptığını iddia ediyordu.

Fakat Ağır Ceza Mahkemesine intikal eden dosyaya, mahkeme, Savcının itirazını ret ederek nokta koydu. Fakat idare bu hakkın kullanımını istemediği için, yeniden bir karar alarak, mevcut kararı yok hükmünde saymıştır. Tekrar hukuki süreç başladı ve yargı yine tutsağı haklı bulunca, bu sefer idare, “bir defaya mahsus” anlayışı ile bir görüşme yapılmasına izin verdi. Mahkemece hakkını yeniden kazanan tutsak oğlu, bir defaya mahsus bir görüşme yapılacağından habersizdi.

Oysa karar bir defaya mahsus (ki talep de bu yönde) değildi ama hukuk-mahkeme kararı, yasal hak tanımayan idare böyle bildiğini okudu.

Ülkede Anayasa tanınmadığı, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının yok hükmünde sayıldığı; kendi çıkarttıkları kanunları bile tanımayarak bambaşka bir boyuta evrilen yargı krizinin zindanlara yansımasıdır yaşanan bu olay. İdare bunu kendi lehine fırsata çevirmiştir. Tıpkı havalandırma saatinin artırılmasını talep ettiğinde: “diğer hükümlü/tutuklular da bu talepte bulunabileceği” için talebi ret etmesi gibi. Yani hukuki değil, siyasi saikle alınır zindanda kararlar ve insani-ahlâki-vicdani yönü asla yoktur.

Yani ölüm döşeğinde olan bir insanın evladıyla, zaten hakkı olan görüşmesini istememesinin başka bir izahı olamaz. Sonuçta mahkeme kararı bile varken… Bu açıkça içeridekilerin onurunu, kişiliğini, öz değerlerini, siyasi düşüncelerini, kültürel ve bilimsel/inançsal tüm değerlerini yok etmek üzerine hareket edinilmesinin bir ürünüdür. Burada bireylerin niyeti iyi-kötü olarak atfedilemez yaşanan-yaşatılan için. Sistem kötü, içinde iyi olan olsa ne olur ki… Sistem iyi olsa, içindeki kötü, zaten kötülük ne yaşar ne yaşayabilir…

Ve ısrarla telefonla görüşebilmesinin talebine, idare disiplin soruşturmalarıyla cevap vererek, süreci ele alışın somut niteliğini ortaya koymuştur. Her gün atılan slogana soruşturma açmayan idare, ne hikmetse yasa uygulama aşkı ile “iletişim ceza”sı talebinde bulunmuş ve diğer açılan not yollama vs. vb. soruşturmalarla yargı süreci başlamış. Yargı sürecinin adeta jet hızıyla sonuçlanmasının ardından, o en kritik süreçte, annesi evladının sesini duyamadığı süreci yaşadı.

10 dakika telefon talebi için 6 ay süren yapısal süreç, iletişim “ceza”sı için süren 2 aylık yapısal süreç ile amaç ve niyeti açığa çıkartmıştır. Ve iletişim “ceza”sı uygulamaya koyuldu. Bir zafer elde böyle edildi. Israrla görüşme istemenin cevabı olarak.

“Ceza” sürecinde;

27 Ocak tarihi geldiğinde, yaşananlardan habersiz hücresinde saat 13.30 sularında… İçerde; volta atıyor üç-beş adımlık alanda, sınırlı gökyüzünün altında. Bir kuş kanat çırpıyor uçarken sessizliğin ortasında.

Düşünmek, anımsamak, özlemek, kaygılar ile beklenen zamanın girdabında volta atarken, nereden bilecekti annesi o an son nefesini veriyordu. Oğlu hücre camındaydı, sigarasından derin bir nefes çekti içine o anda, yoksa o çektiği duman yerine bir devrin hayatında sona erdiği gerçekliği miydi… Düşünceye, duyguya sınır çekilemez, dizginsiz dört nala ilerler insanın içinde. Dışarıda; herkes hayatını acı-tatlı yaşıyordu umutları-kaygılarıyla.

Ve hastanede kızının kolları arasında can veren annesiyle vedasını, sevgisini, özlemini tüm kardeşleri ile tek yürek hıçkırıklarıyla son veriyor/yolculuyordu. Sevda tarif istemez. Gülmek ile ağlamak arasında bir o yana bir bu yana savrulur dalgalar gibi. Hangisi ağır basarsa o yönde şiddetini artırır. Bir an-bir can daha yitip gittiği andır hayatın orta yerinde. İsimsiz binlerce candan biridir aslında yerkürede.

27 Ocak 2024, saat: 13.30 hayattan kopan, yıldızlara ulaşan Sona DEMİRHAN…

28 Ocak 2024. Hiçbir şeyden habersiz ertesi güne evrildi zaman ve saat 15.30 sularında, hücrenin kapısı açılıp gelen 2 gardiyanın “başgardiyan seninle görüşmek istiyor” istemini dile getirirlerken, annesinin son nefesini verdiğini bilmiyordu tutsak oğlu. Hayır, dedi. Görüşmek istemiyorum. Kapı kapandı gelen iki gardiyan giderken, bir sigara yaktı içine bir nefes çekti. Normalde hafta sonu böyle görüşmeler olmaz bilirdi. Böyle bir görüşme talebi olunca, olağan dışı bir durum var demektir.

Sigarasını içerken yan hücre komşusu seslendi “anne ile ilgili bir haber olabilir” diye söylerken, aslında kendi de anlamıştı başgardiyanın kendisiyle neden görüşmek istediğini. Sadece o an kabullenmek, duymak, bilmek istemiyordu. Oysa aylarca hazırlamıştı kendini bu sona. Tekrar gardiyanlar ve başgardiyan geldi, mazgal açıldı ve başgardiyan durumu özetledi “Başın sağolsun” ile. “Telefon görüşmesi yapmak istiyorsan, hemen alalım” dedi, “Evet görüşeyim” diyebildi.

Mazgal kapandı, kapı açılı ve hücreden çıktı 10 metre ilerideki telefona yürüdü. Ömrünün en uzun yolu, en kederli, en hüzünlü yolculuğunu birkaç saniyede tamamlarken, hayatın bir film gibi zihninde akışına şaşırdı numarayı çevirirken. Sadece filmlerde olur olur sanırdı böyle anları. Telefon numarasını çevirdi karşıda açan olmadı. Bir daha denedi yine açılmadı… Son bir daha çevirmeyi denediğinde, gardiyan “acele etme bekleriz, başka numara varsa onu ara” diyebildi.

Numarayı çevirdi, karşısında ablası açtı telefonu, “alo” dediğinde ahizenin o kadar ağır olduğunu hiç düşünmemişti. Ve ablası “anne dün saat 13.30’da vefat etti. Başın sağolsun” dediğinde, o bir-iki saniyeyi anlatacak tek cümle “kelimelerin kifayetsiz kaldığı an”dır. Ablalarından kısaca durumu öğrendikten sonra babası diğer kardeşler ve yeğenleri ile başsağlığı dileklerini paylaştı. Metanet, sabır üzerine kendi durumunu paylaşmasının hepsini 10 dakikalık görüşmeye sığdırılan böylesi tarifsiz acı zamanı doldu.

Geri hücreye geri döndü ve camda arkadaşlarıyla durumu özetleyip, başsağlığı dileklerini kabul etti. Saat 17.00’ye kadar anneye dair sohbet edildi ve kapılar kapandıktan sonra, albümlerini çıkardı ve annesinin tüm resimlerini tek tek inceleyerek saat 10.30 getirdi.

Zaman kavramı yoktu, mekân ise belli belirsizdi. Gülen bir resmini çıkardı albümden ve masaya koydu, bir de son ziyarette çekildikleri resmine baktı, o anları geldi aklına. Son sarılıştı o gün, ikisi de bunu bilmiyordu. Bilselerdi birbirinden ayrılabilirler miydi? Birkaç damla yaş yanağından süzülürken, ilk defa gözyaşının bu kadar soğuk olduğuna şaşırdı. Ve daha da akmadı zaten. Oysa ne çok isterdi, hıçkıra hıçkıra ağlamayı, ama ağlayamadı. Ne kaygısı, ne utancı vardı ağlamak için, sadece ağlayamıyordu.

Yoksa kim ne der diye bir garip ahmaklığa sarılmazdı hayatı boyunca.

Yine beceremedi ağlamayı. Kendini fazla mı hazırlamıştı yoksa ağlamada biyolojik bir sorunu mu vardı-bilemedi, sadece çok istedi ama ağlayamadı. Ve sigarasını yakarken, okuduğu bir romandaki sözü o an anımsadı. “Seni seviyorum ama sen olmadan da yaşayabilirim. Sadece sensizliği reddediyorum” (Emily Snew/Med-Cezir) ve annesinin gülümseyen resmine bakarken bu cümleyi söyledi.

Garip bir rahatlama yaşadı ve annesine bakarken, kendine bir söz verdi. Bir gün çıkarsam bu köhnemiş dört duvar arasında, geleceğin ebedi istirahathanene, varacağım yanıbaşına.

Senle/sensiz ne varsa paylaşırken, o zaman toprağını gözyaşımla sulayacağım. O zamana kadar kızılcık şerbetini tas tas içeceğim…

Annesinin vefatını kabullendi mi yoksa kabullendiğini mi sanıyor ya da kendini mi kandırıyor… Hasretin dayanılmazlığı bir damla gözyaşına sığdırılan umutlar, hayalleriyle sevdikleri yaşayan… yitip gidenlere…

Umudu, direnmeyi, sevmeyi, paylaşmayı öğreten hayat öğretmenim, Annem… Sona DEMİRHAN anısına…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu