Türk hakim sınıfları tarafından adeta düzenlerinin restorasyonuna dönüştürülen Cumhurbaşkanlığı seçimleri gerçekleşti. Restorasyon kavramı eski bir yapıda yıkılmış, bozulmuş olan bölümleri, kurumları aslına uygun bir biçimde onarma, yenileme anlamına gelmektedir. Bu haliyle ve sonuçları itibariyle Cumhurbaşkanlığı seçimleri, TC tarihinde kuruluş dönemine benzer bir yeniden yapılanmaya işaret ediyor. Sonu neredeyse başından belli olan bir seçim sürecinde merak edilen kimin seçileceği değildi.
Gerçekte merak edilen, Cumhurbaşkanlığı (CB) seçimlerinde R. T. Erdoğan’ın ne kadar oy alabileceği, seçimlerin ikinci tura kalıp kalmayacağı gibi “teknik” konulardı. Bu durumun, seçimlerin her ne kadar yaz sürecinin getirdiği rehavet ortamının ve özellikle yurtdışında kullanılan oyların beklenenden son derece düşük olmasında rol oynadığını ifade etmemiz gerekir. Öte yandan muhalefetin “çatı adayı” olarak çıkartılan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun alacağı oy oranının da, 2015 genel seçimlerine doğru düzen içi muhalefet cephesinde yeni kırılmalara ve saflaşmalara yol açacağı ifade edilmekteydi. İlerici, demokrat ve yurtsever çevrelerde ise merak edilen Selahattin Demirtaş’ın yüzde on barajını aşıp aşamayacağıydı.
Ancak bizce asıl önemli olan ve bir dönem oldukça yoğun olarak tartışılan “Başkanlık Sistemi”nin, bu seçimler sürecinde pek gündeme gelmemesi olmuştur. CB seçimleri sonucunda ortaya çıkan tablonun, özellikle halkın seçim yoluyla Cumhurbaşkanını seçmesi, bir anlamda “yeni Türkiye”nin “yeni rejimi”nin referandum yoluyla onaylanması anlamına geliyordu. Böylelikle CB seçimi faşist TC rejiminin kendisini restore etmesi amacını taşıyordu. Seçimlere katılım oranı burjuva-feodal rejim açısından bu açıdan önemliydi ve düzenin kendisi açısından meşruluğunu da temsil edecekti. Bu meşruluk ihtiyacı, özellikle Gezi İsyanı sonrasında daha da artmış durumdaydı. Seçimlere katılım bu anlamıyla düzenin restorasyonuna tuğla taşımak anlamına gelecekti.
Bunun yanında CB seçimleri, hem düzenin kendisini “Kemalist laik milliyetçi” ve “İslamcı, muhazafakar ve milliyetçi” olarak tanımlayan ve iki kampa ayrılan hakim sınıf klikleri arasındaki mücadelede ve hem de kendisini “İslamcı, muhazafakar ve milliyetçi” olarak tanımlayan ve devlet iktidarını elinde tutan hakim sınıf kliği içinde yaşanan dalaş, Erdoğan’ın Çankaya’ya aday olmasına neden oldu. Ancak Erdoğan’ın hem temsilcisi olduğu kliğin tarihsel olarak devlet iktidarını kendi çıkarları açısından kullanma “açlığı” ve hem de bizzat Erdoğan’ın kendi kişisel servetiyle, fıtratının yön verdiği iktidar hırsı; onun TC düzeni içinde “icracı makam” olan Başbakanlığı bırakması ve CB makamına geçmesi önünde engel teşkil ediyordu. Bu engelin “başkanlık” formülüyle aşılabileceği, dolayısıyla düzenin esasının değişmeden restore edilmesiyle gerçekleşebileceği propaganda edildi.
Başkanlık sistemi tartışması daha çok “koşan, terleyen Cumhurbaşkanı”, “Bakanlar Kuruluna başkanlık etme da dahil tüm yetkilerini kullanan bir Cumhurbaşkanı” söylemleri altında örtülüde olsa başkanlık sistemine geçişin işaretlerini verildi. Daha önceden bu durumu, Erdoğan’ın 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla Çankaya’ya kaçacağını ve “de facto” (fiili) olarak CB makamını başkanlık olarak kullanacağına işaret etmiştik. Böylelikle ortaya, “Türk usülu de facto başkanlık rejimi”nin çıkması sözkonusuydu. “Cumhurun başını ilk kez cumhur seçecek” propagandasıyla gerçekte yaşanan parlamenter maskeli faşist diktatörlüğün kendisinin İslamcı retorikle restorasyonundan ibaretti.
Tek parti ve “tek adam”lık rejimi güncellenirken!
Bu haliyle Erdoğan ve AKP’si, 1923-1946 Türkiye’sinin “tek parti dönemi”ni “yeniden inşa” etmektedir. Düzenin restorasyonundan kastımız budur. “Ebedi Şef”ten, “Milli Şef”e ve oradan “Milletin Adam”ı “Usta”ya ulaşan bir süreklilik sözkonusudur. Benzerlik sadece bu noktada değildir. Erdoğan tıpkı M. Kemal gibi İstiklal Savaşı söylemine başvurması ve rakiplerini saf dışı etmek için “İstiklal Mahkemeleri” kurdurmasına benzer şekilde, “Sulh Ceza Mahkemeleri” kurdurmaktadır. Tek parti döneminin yolsuzluk ve rüşvet, emperyalizm uşaklığı gibi “benzer”liklerine girmiyoruz bile. Tabii M. Kemal ve İ. İnönü tek parti döneminden, çok partili döneme ve oradan Erdoğan’ın tek parti dönemine kadar her halükarda işçi sınıfı, ezilen ulus, milliyet ve mezheplere yönelik sömürü, katliam ve baskıların “baki” olduğunu kaydetmemiz gerekir.
Cumhurun başının seçilmesinin halk oylamasıyla gerçekleştirilmesi, hem hakim sınıflar arasındaki mücadele hem de sürecin karakteri (“ileri demokrasi”) gereğidir. İşçi sınıfı ve halk yaratılan suni gündemler, saflaşmalar ve gerginlikler ortamında kendi celladını seçmektedir. 12 Eylül anayasasının ve rejiminin seçimlerde büyük bir oy oranıyla kabul edilmesinin hakim sınıflarca yıllarca kullanıldığı ve halihazırda Türkiye’nin bu anayasayla yönetildiği düşünüldüğünde; “halk tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı”nın, hakim sınıflarının düzeninin hem teorik hem de pratik olarak yeniden üretilmesine hizmet edeceği çok açıktır.
CB seçimleri yoluyla faşist düzenin kendisini restore etmesi, üstelik de bunun “halkın seçimi”yle gerçekleştirildiğini önümüzdeki süreçte sıklıkla duyacağımız kesindir. Bu açıdan CB seçimlerine katılmak; düzeni değiştirmeyi hedefleyen bir güç açısından tarihsel olarak son derece önemli bir hataya işaret edecek, kendi duruşunu inkar etmek ve düzenin kendini restore etmesine katkı sunmak anlamına gelecekti. Nitekim tam da bu nedenle kurulu düzenden rahatsız olan, demokrasi mücadelesi veren, devrimci-demokratik-yurtsever güçlerin seçim oyununda yer almaması, düzenin kendini restore etmesine ortak olmaması gerekiyordu.
Burada özellikle vurgulanması gereken nokta, bizlerin aynı zamanda S. Demirtaş’ı da boykot ettiğimizdir. Boykot çalışmalarımızda kitlelerin en çok sorduğu soruya faaliyetçilerimizin verdiği yanıt, bizlerin “S. Demirtaş’ı değil CB seçimlerini boykot ettiğimiz” olmuştur. Bu doğru ama eksik bir yanıttır. Boykot tavrımızın asıl hareket noktası “düzenin seçimler yoluyla demokratikleştirileceği” hayaline, reformları her şey kılan yaklaşımadır. Reformları devrime tabi kılan değil, reformları devrim sanan anlayışadır. Bu politikaya ortak olmamız, bunun için çalışmamız söz konusu olamaz. Halka doğruları söylememek devrimcilerin işi olmamalıdır. Boykot tavrının nedenlerinden biri de buydu. Yoksa diğer iki adayın niteliği bellidir ve boykot edilmesi gerektikleri çok açıktır.
Asıl hassas olunması gereken nokta, başta Kürt sorununun çözüleceği ve devletin demokratikleştirilebileceği yanılgısı olmak üzere bir dizi “yaşam”sal konuda işçi sınıfına ve halka yönelik seçimler yoluyla gerçekleştirilmesi imkansız vaatlerin bir politika olarak götürülmesidir. Örneğin işçi sınıf ve emekçi halkın sömürü koşullarında (düzenin köklü biçimde değiştirilmediği) bir değişikliğin olamayacağı; Kürt sorunu bağlamında Özgürce Ayrılma Hakkı’nın reddedildiği bir ortamda hiçbir “çözüm”ün gerçekçi olamayacağı; Alevilerin temel sorunlarının kurulu ideolojik hegemonya yıkılmadığı müddetçe esasta çözülemeyeceği veya kadınların kurtuluşu bağlamında ataerkil düzenin yerle bir edilmesi gerektiğini bile bile halka seçimlere katılma çağrısı yapmak kendi varlık koşulunu inkar etmekle birlikte düzenin tek parti rejimiyle kendisini restore etmesine onay vermek anlamına da geleceği için CB seçimlerine katılmak doğru bir politika değildi.
Düzenin tek parti rejimi ve “ustalık dönemi” restorasyonuna boykot taktiğiyle ortak olunmamıştır. Bu tutumun önemi ve son derece doğru politik bir tavır olduğu kısa sürede anlaşılacaktır. Özellikle Erdoğan’ın “tek adamlık rejimi”nde, faşist diktatörlüğün CB seçimleriyle kendisini konsolide etmesiyle açığa çıkacak olan pratikler, bu tavrın sağlaması olacaktır. CB seçimleri öncesinde polise yönelik gerçekleştirilen operasyonlar ve bu operasyonların devam edeceği açıklamaları ortadadır. Bu operasyonların sadece hakim sınıfların kendi içindeki dalaşın sonucu olduğunu düşünmek hatalı olacaktır. Devlet içinde yaşanan dalaş sertleştiği oranda saldırıların işçi sınıfına ve halka yansımaları olacaktır. Bu örneklerden de hareketle, tarihsel tecrübeyle sabittir ki önümüzdeki süreçte işçi sınıfı ve halka yönelik saldırılar tüm hızıyla sürecektir.
Düzenin restorasyonunun geçici olduğuna dair vurgumuz ise, işçi sınıfının ve halkın bu saldırılar karşılığında mücadelesinin artarak devam edeceğine dair öngörümüzden kaynaklıdır. Devlet aygıtı içinde yaşanan dalaş, CB seçimiyle yeni bir aşamaya ulaşırken, düzenin varlık koşulu olan işçi sınıfı ve halk karşıtlığı, sömürü ve baskı mekanizmaları, rant ve talan uygulamaları da tüm hızıyla sürecektir. Kimi aklı evveller bu durumu “otoriterleşme” olarak propaganda ederken, gerçekte olan faşist diktatörlüğün kendini “tek adam”lık rejimiyle restore etmesinden ibarettir.
Devrimci hareketin önünde duran görev dün olduğu gibi bugün de faşizmin işçi sınıfı ve halka yönelik bu saldırılarına karşı örgütlenmesi ve mücadeleyi yükseltmesidir. Devrimci, demokratik ve yurtsever hareketin bu görevi yerine getirmesi gerekirken başka gündemlerle ve özellikle birbiriyle meşgul olması affedilemez bir hata olacaktır. Tarihsel günlerden geçilmektedir. Buna uygun tarihsel konumlanış içinde olunmalı, pratikte bir adım öne çıkılmalıdır. Faşizmin kendisini yeniden örgütlemesine karşı olmak ve işçi sınıfı ve halk için mücadele etmek isteyenler; başta gerilla mücadelesine katılım olmak üzere, örgütlü mücadele içinde yer almalıdırlar. Anın getirdiği görev budur.