16 Nisan’da yapılacak olan referandum bütün haber ve yayınlarda gündeme oturmuş durumda. Özellikle hükümet ve Erdoğan açısından bakıldığında referandumda çıkabilecek “evet”e önemli oranda bel bağladıklarını söyleyebiliriz. Evet’in çıkması “cumhurbaşkanlığı, milli güvenlik kurulu, anayasa mahkemesi” dengesinin bozulmasından itibaren oluşan dengesizliğin kendi lehlerine kurulabilmesi ihtimalini güçlü bir biçimde ortaya çıkaracak.
Hükümet oldukları bu 15 yılda yeterince deneyimledikleri gibi devlet yönetiminde ipleri bütünüyle ele geçirmek imkansızdır. Klikler arası uzlaşma geçici çatışma hali her daim bakidir. Bununla birlikte halkın kontrolünün sağlanması da hep gündemdedir. Ve bunun yarattığı gerilim, anlaşmazlık vardır. Ekonominin içinde bulunduğu durum, Kürt sorunu, uluslar arası ittifaklar gibi meselelerde Türkiye’de herhangi bir kliğin açık ara ile kendi lehine devleti yeniden yapılandırmasını epey zor hale getirmektedir.
TC’nin tarihine bakıldığında tam da faşist diktatörlük tanımına uygun şekilde yaşanılan krizlerin çözümü, idealleştirilmiş burjuva demokrasi tarihlerinde olduğu gibi müzakereler veya temsili demokrasinin geliştirilmesiyle olmamıştır. Darbe mekaniği hep işler durumda tutulmuştur.
Anayasaların geleceği inşa etmeye dönük oldukları düşüncesi buna inanan politik güçlere her zaman önemli bir zaaf oluşturur. Anayasalar anda geçerli olan dengeleri ve rejimi yansıtan niteliklere sahiptir. Yani var olanı yasallaştırır ve meşrulaştırırlar. Dolayısıyla 16 Nisan’da yapılmaya çalışılan değişiklikler OHAL ile yönetilmeye çalışılan kriz durumunu yasallaştırma anlamına gelmektedir. Bu hakim kliğin elinde diğer egemen sınıf kliklerinin ve araçların da asgari denetimden muaf, olağan üstü bir yetki toplanması ve faşizmin sınırsız siyasi tekelinin kurulması demektir.
Erdoğan ve AKP’nin hayali bu iken güç dengelerinin daha yakından takibi bize “evet”in de “hayır”ın da büyük bir istikrarsızlık ve çatışma dönemlerine gebe olduğunu gösteriyor. Aradaki fark “hayır”da mevcut yönetime muhalif kesimlerin kendi güçlerine güven, moral-motivasyon açısından mevcut durumu silkelemesi olacaktır. Ezilenler için devletin istikrarsızlığı, üzülecek değil “vaziyet şahane” olarak değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Elbette ki sürece göre kendini, teorik, politik olarak yenileyip, örgütsel olarak mekanizmalarını oluşturabilenlere…
Başkanlık sisteminin akıbeti açısından hem iç hem de dış konjonktürün incelenmesi önemlidir. Tekçi anayasa, milliyetçiliğin yükselişi, kitlelerin geri yanlarıyla uzlaşan popülist politikaların izlenmesi, burjuva demokrasisinde temel özellikler olarak addedilen medya özgürlüğü ve yargının bağımsızlığı retoriklerinin dahi reddedilmesi gibi milliyetçi popülizm olarak da isimlendirilen bir dalganın tüm dünyada yükselmekte olduğunu görüyoruz.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra SSCB’nin revizyonistleşmesinde etkisi olan liberal akımların geri çekilmeye başlaması 1990’lı yıllarla birliktedir. 1970’te petrol kriziyle birlikte boy veren ekonomik kriz, bu politikaların değiştiricisi, belirleyicisi olmuştur. Bu dalganın çekilip yerine milliyetçi popülizm denilen açık bir şekilde Nazileri hatırlatan akımların dorukta olduğu bir dönem geçiriyoruz. (Bu akımların ekonomik temellendirmek için ÖG 120’de “Kapitalizmi yeniden düşünmek” ve “Krizleri hangi sınıflar fırsata çevirecek” yazılarına bakılabilir.) Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Polonya’nın yanı sıra İngiltere ve Trump’la birlikte ABD’de de bu dalga içerisinde sayılırken Fransa ve Hollanda da milliyetçi/faşist politikanın yükselişe geçtiğini görüyoruz.
Bütün bu ülkelerin ortak özelliği yukarıda saydığımız ve demokrasinin sacayakları olarak sayılan nitelikleri artık söylemsel olarak bile savunmaması, açıktan reddedilmeleri ve devletlerini buna göre yapılandırmalarıdır.
Başkanlık sisteminin Türkiye’deki ilk savunucularının Erdoğan ve AKP olmadığı bilinmektedir. Türkeş, Özal ve Demirel’de de savunulan bu sistemin o dönemlerde gerçekleşmemesi ülke içi dengeler kadar dünyadaki dengelerle de ilgiliydi. Liberal devlet miti halen geçerliliğini koruyor, AB ulaşılması gereken bir hedef olarak gösteriliyordu. Mevcut durumda ve Avrupa’nın göbeğinde Erdoğan’ın kopyası Viktor Orbon iktidarını koruyabilmekte, demokrasinin beşiği sayılan Fransa’da sağcılar gittikçe yükselen oy oranına sahip olmaktadır.
Uluslararası alanda esen rüzgarlar politik olarak Erdoğan ve AKP’nin işine gelmektedir. OHAL uygulamalarına dair her itiraza sadece iç politika alanında değil AB ile ilişkilerde, Fransa’yı örneklendirebilmeleri bunun örneğidir. Burjuva demokrasisinin temel ilkeleri olarak sayılan maddelere artık hiçbir devlet şekilsel olarak bile sahip çıkma gereği duymamaktadır. Aslında “çivisi çıkmış” dünyanın bir ikiyüzlülüğe ihtiyaç duymadığının da kanıtıdır bu durum. Bu rüzgarın AKP-Erdoğan’ın gemisinin yelkenlerini şişirdiğine hiçbir şüphe yok. Elbette ki bu durumun onlara verilen somut destek olarak okunmaması gerekir. Emperyalist-kapitalist sistem tam anlamıyla bir çelişkiler, çatışmalar yumağıdır. Konjonktür doğrultusunda her zaman yeni dengelerin kurulabileceğini unutmamak gerekir. Uluslararası konjonktürü ve emperyalistler arası çelişkileri çoğu zaman kendi lehine kullanmayı başaran AKP/Erdoğan iç dengelerde de pragmatist bir politika izlemiş ve ittifak/düşmanlaştırma politikasını güçlü bir şekilde kullanabilmiştir. Bunda sahip olduğu kitle desteği de önemli bir yer tutmuştur.
AKP/Erdoğan siyasete “merkez”den değil çevreden gelmiştir. Kendilerine destek veren sermaye gruplarının palazlanması da iktidarları döneminde olmuştur. AKP’nin devletteki yerini sağlamlaştırması kolay olmamıştır. Seçimlere girebilmek için bile Erdoğan’ın ABD’ye gittiği bilinmektedir. IMF, DB gibi kurumlara tüm yaptırımlarına uyma sözü verilmiş ve gerekleri de hiç aksatılmadan yerine getirilmiştir. ABD’den aldığı bu desteğe rağmen ülkede rejimi tek elde tutma konusunda Ergenekon, Balyoz gibi davalarda görüldüğü gibi ülke içinde güçlü bir dirençle karşılaşmıştır. Devlete 80 yıldır hakim olan Kemalist ulusalcıların direnişi burada belirleyiciydi. İlk hükümet olduklarında Kürt hareketinin ateşkes ilan etmiş ve güçlerini sınır dışına çekmiş olması büyük avantaj olmuştu. Ayrıca 2007 sonrasındaki kadar olmasa da Cemaatle de ilişkileri vardı. Bu dönem, şu anda referandum için çıktığı meydanlarda ifadelendirdiği gibi bir merkez bankası başkanı bile atayamadığı dönemlerdi. Fakat aynı dönem devletin derin dehlizlerini de tanıyıp güç topladıkları dönemlerdir de. 2007-2012 aralığı Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hakim olan geleneksel blokun çatladığı, zayıfladığı dönem olmuştur. Bu süreci cemaat kadroları ile birlikte geçirdiler. 2013 sonrasında ise şu anda kullandıkları ibarelere bakarak belirtirsek “iki kaptan olmaz” diyerek birbirlerine düştükleri dönemdir. Cemaat, 15 Temmuz ile birlikte en önemli kozunu ulusalcılarla birlikte devreye sokmuş ama o uzun darbe gecesindeki saf değiştirmelerle yenilmiştir.
Cemaatle bozulan ittifakın yerini MHP ile oluşturulan “milliyetçi” ittifak almış bulunmaktadır. Perinçek’in dahil olduğu ulusalcı grup Kemalistlerle bağ kurmaktadır. Hal buyken Erdoğan’ın iktidarda tutunabilmesi tüm bu grupları dengeleyecek çıkarlarını garantileyecek politikalar üretmesini gerektirir. Referanduma bu ittifaklarla gidilirken aslında amacı da bu sistem aracılığıyla artık ittifaklara ihtiyaç duymayacağı bir yapı kurmaktır. Dolayısıyla referandum sonucunda evet çıktığında bu ittifakların dağılmasının ortaya çıkaracağı çatışmalar göreceğiz. Hayır çıktığında ise AKP’nin farklı uzantılarının ifade ettiği gibi “iç savaş” yakın bir gerçeklik olabilecektir. 15 Temmuz’dan sonra kendi elleriyle artırdıkları silahlanmanın yanı sıra “kardeş kal Türkiye” gibi linçci grupların açıktan hazırlandığını görüyoruz. Hayır sadece sol-sosyalist güçlerin, yurtseverlerin değil Kemalistlerin, ülkücülerin ve dindarların önemli bir kesiminin tavrı olmuştur. Hayır sonucu tüm bu kesimlerin kendi politikaları çerçevesinde güç toplamaları anlamına da geleceğinden AKP/Erdoğan ve müttefikleri için daha büyük bir tehlike olarak görülecektir.
Tüm bunları görmek, sentezlemek elbette tek başına yeterli değildir. Esası referandum sürecine endekslense de öncesi ya da sonrasında faşist sistemin yoğunlaştıracağı saldırılar karşısında nasıl bir çalışma tarzı izleneceği, bu saldırıları geri püskürtebilmek adına neler yapılabileceğidir. Öncelikle iç çelişkilerle örgütlü güçlerin gözünün kapanmasını engellemeli, bir an önce “ne yapılması” gerektiğine yoğunlaşan, planlama yapan bir örgütlülük gerçekliğine kavuşulmalıdır. Bunun için 3 seneye yakın bir zamandır gündemimizi meşgul eden iç çelişkileri bir kenara bırakmak, 45 yıllık bir tarihin hesaplaşması olarak tarihe notlar alarak ilerlemek gerekmektedir.
Giderek darlaştırılan demokratik alan mücadelelerinde alanları, sokakları, meydanları terk etmeden, kendini üretebilecek yani düşman saldırıları karşısında kesintisiz politika yapabilecek bir çalışma tarzına yoğunlaşmalıyız. Ancak bunu yaparken mücadele ve eylem birlikteliklerinden, birleşik mücadeleyi örmekten asla ve asla vazgeçmemeliyiz! Giderek derinleşecek kaos içinde boğulan değil kaosu fırsata çeviren komünist hatta yönümüzü çevirmeli ve bunun mücadelesini vermeliyiz. Keza 8 Mart’ta kadın ve LGBTİ+’lerin sokakta sergilediği direniş bu baharda da ezilenlerin isyanda olacağını, kazanımlarını düşmana kolay kolay teslim etmeyeceğini göstermektedir. 8 Mart isyan ruhunu taşıyan bir devrimci yönelimdir bizleri bu kaostan yengiyle çıkaracak olan!