AKP, “Başkanlık” sistemini esas alan ana-yasa referandumundan hileyle istediği sonucu aldıktan sonra şimdi de kamuoyunda“baskın seçim kararı” olarak nitelenen 24 Haziran 2018’de yapılacak çoklu seçimde başta cumhurbaşkanlığı olmak üzere parlamento ve belediye seçimlerini kazanarak 2023 yılına doğru ilerlemek istiyor.
AKP’nin uzunca bir süredir tek gündemi sadece budur. Son birkaç yıldır peşi sıra yapılan seçimler ve siyaset sahnesinde yaşananlar bu seçimin kazanılmasına odaklanmış gelişmeler olarak okunmalıdır. AKP, topluma saldığı korku üzerinden ülkeyi yeniden dizayn etmek isterken, işlerin istediği gibi gitmediğinin, köşeye sıkışmışlığının farkında olarak, tüm aktörleri hazırlık-sız yakalamak ve ters köşe yapmak üzere seçimleri erkene almış oldu.
Geriye giderek AKP’nin ortaya çıkışı ve sonrasındaki gelişmeleri kısaca da olsa hatırlatarak konuyu daha anlaşılır kılma-ya çalışalım. AKP, TC’nin ekonomik ve politik krizinin arttığı, hâkim sınıf klikleri arasındaki çelişkilerin giderek derinleştiği ve devrimci durumun yükseldiği bir konjonktürde kuruldu. N. Erbakan’ın hem doktoriner hem de fiilli önderliğini yaptı-ğı “Milli Görüş” hareketinin içinden çıkarak yeni bir söylem ve iddiayla politika sahnesine çıktı. N. Erbakan ve T. Çiller ortak koalisyon hükümeti döneminde ordu içindeki Kemalistlerce, 28 Şubat 1997’de verilen muhtıra sonrası, RP-DYP ortak koalisyon hükümetinin düşmesi ve RP’nin 16 Ocak 1998 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması sonrasında Fazilet Partisi’nin kurulmasının ardından, Erbakan’la yollarına devam edemeyeceklerini söyleyerek, R.T. Erdoğan ve bir kısım eski “Milli Görüş” kadrolarınca 14 Ağustos 2001 tarihinde AKP kuruldu. R.T. Er-doğan, 16 Ağustos 2001’de yapılan AKP birinci kongresinde genel başkan seçildi.
Bu anayasa değişikliğine “askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması” maddesini de ekleyerek ordunun dokunulmazlığını böylece ortadan kaldırdı. Referandumu kolay kazanmak için ek bazı maddeler eklemeyi de unutmadı.
3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel se-çimde oyların % 34’ünü alarak tek başına hükümete geldi. AKP’nin genel ve yerel seçimlerde önünü kesemeyen Kemalistler, ordu üzerinden etkisizleştirilmesi ve gerekirse kapatılması için yoğun bir çaba sarf etti. Nitekim; ilk tepki olarak 2007yılında yapılan “Cumhuriyet mitinglerin-de” “laik Cumhurbaşkanı olmalı” tartışmaları ile Erdoğan ya da Gül’ün cumhur-başkanı seçilmesine karşı çıkıldı.
Kemalistler bu süreçte orduyu bir kez daha devreye sokarak 27 Nisan 2007’de“e-muhtıra” olarak bilinen Genelkurmay Başkanlığı’nın bildirisiyle sürece müdahale etmeye çalıştı, söz konusu bildiri yoğun tartışmalara neden oldu ve AKP’nin kapatılması tartışmaları başladı. AKP, bu saldırıları mağduriyet üzerinden işleyerek Kemalistleri frenledi. 22 Temmuz 2007’deyapılan genel seçimlerde AKP oyların %47’sini alarak bir kez daha tek başına hükümet oldu. Seçimden aldığı güçle 21 Ekim 2007 tarihinde anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yapılması için referandum kararı aldı. Bu referandumun ana teması cumhurbaşkanının halk tarafından seçilebilmesiydi.
Değişiklik ayrıca, cumhurbaşkanın görevde kalma süresinin 7 yıldan 5 yıla indirilmesi, aynı kişinin ikinci defa cumhurbaşkanı seçilebilmesi, genel seçimlerin 5 yıldan 4 yıla indirilmesi gibi maddeleri de kapsıyordu. AKP’nin seçimleri kazanmasıyla yeniden başlayan “AKP’nin laiklik karşıtı bir parti olduğu” tartışmalarının devamında, 2008 yılında AKP’nin kapatılması için dava açıldı. Bu saldırı sadece hazine yardımının belli oranda kesilmesiyle savuşturuldu ve dava kapatıldı. AKP, üst üste kazandığı seçimlerle hükümet olmanın da ötesine geçerek devletin tüm kurumlarına hâkim olarak gide-rek iktidar olmuştur. Bunun ilk adımı olarak 2010 yılında anayasanın bazı maddelerinin değişimini öngören bir referanduma gitti. “Anayasa Mahkemesi” ile “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”nun yapısını değiştirerek devletin bu en temel yargı kurumlarını kendisine bağladı.
Bu anayasa değişikliğine “askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması” maddesini de ekleyerek ordunun dokunulmazlığını böylece ortadan kaldırdı. Referandumu kolay kazanmak için ek bazı maddeler eklemeyi de unutmadı.
Örneğin 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasını gerçekleştirenlerin yargılanmasını engelleyen “geçici 15. Madde”nin kaldırılması değişikliğe eklendi. Referandum, askeri faşist darbenin yapıldığı tarih olan 12 Eylül 2010 tarihine getirildi. AKP, R.T. Erdoğan’ın aday gösterildiği 2014 yılında yapılan cumhurbaşkanın seçimi-ni kazanarak kendi cephesinden yeni bir sayfa açtı. Seçimi kazanan R.T. Erdoğan, AKP kongresinde yeniden AKP Genel Başkanı seçildi. Böylece “Partili Cumhurbaşkanı” olan R.T. Erdoğan aynı zamanda filli “Başkan” olarak da hükümetin başına geçti.
“3 Y” ile Mücadele Etmekten“3 Y” Rekoru Kırmaya!
R.T. Erdoğan ve ekibi, Erbakan’la yollarını ayırıp AKP’yi kurduklarında parti programlarına aldıkları en iddialı hedeflerini“3Y” (Yoksulluk, Yasaklar ve Yolsuzluk)ile mücadele olarak lanse etmişlerdi.
2002 genel seçimlerinde AKP’nin tek başına hükümete gelmesinde bu ve benzeri söylemlerin de etkili olduğu bilinmektedir. AKP, “demokratikleşme”yi de kapsa-yan 3Y iddiasını elbette hiçbir zaman gerçekleştirmedi. En büyük yolsuzluklar, rüşvet ve dolandırıcılık AKP döneminde oldu. R.T. Erdoğan ve çevresinin 15 yılda ulaştıkları servetle nasıl palazlandıkları herkes tarafından bilinmektedir. R.T. Erdoğan’ın oğlu ve üç bakanın(Zafer Çağlayan, Erdoğan Bayraktar ve Egemen Bağış) yolsuzluk ve rüşvet olayında elde ettikleri milyonlarca dolar, AKP’nin “3 Y” projesinin tam tersine çevrilmesi sayesinde olmuştur.
AKP’nin“3 Y”si içinde yer alan “yoksulluk” hiç-bir zaman aşağıya çekilmemiş, açlık ve yoksulluk her yıl katlanarak artmıştır. Ekonomide % 4.48 bir büyüme kaydeden AKP’nin tek övündüğü alan inşaat sektörü olmuştur. İşsizliğin (resmi rakamlara göre) % 10.1 olduğu Türkiye’de kayıt dışı işsizler bunun dışındadır. AKP döneminde tarım yapılamaz olmuş, tüm temel gıda maddeleri ithal edilmeye başlanmıştır. AKP, özelleştirmelerle en verimli sanayi ve üretim tesislerini yandaşlarına peşkeş çekmiştir. 14 şeker fabrikasını özelleştirme yoluyla satışa çıkartılması ve parça parça elden çıkarılması AKP’nin en son icraatı olmuştur.
AKP’nin “3 Y” içine aldığı “yasaklar” ise en fazla son 15 yılda yaşanmıştır. Diğer yıllar bir yana sadece 2017 yılında kayda geçen 18 bin 507 insan hakları ihlali yaşanmıştır. AKP iktidarı boyunca hapishanelerin sayısı sürekli artarak 350 olmuştur. Hapishanelerde 138 bin 235 hükümlü, 85 bin 216 tutuklu olmak üzere toplam 223 bin 451 kişi kalırken, hapishanelerde anneleriyle kalan 658 de çocuk bulunmaktadır.69 bin öğrencinin bulunduğu Türkiye hapishaneleri bu alanda dünyada birinci sıradadır. AKP’nin 15 yıllık iktidarı dönemin-de 2.500’ün üzerinde insan hapishanelerde hayatını kaybetmiştir.
2002 yılından 2017 yılı arasında 14 bin293 kadın eşleri ve yakınları tarafından öl-dürülmüştür. Sadece 2017 yılının ilk sekiz ayında 1.119 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir. 2017 yılında 404 kişi polis ve asker tarafından katledilmiştir. 15 Tem-muz 2016 tarihinde yapılan darbe girişiminden sonra, OHAL’le birlikte uyguladığı faşizmi daha açık ve yaygın bir hale getiren AKP, çıkardığı KHK’larla sınırsız bir devlet terörü uygulamaktadır.
20 Temmuz2016’da ilan edilen OHAL, 19 Nisan2018’den geçerli olmak üzere 3 ay daha uzatıldı. Böylece toplamda 7. kez uzatılmış oldu. FETÖ ile mücadele kisvesiyle tüm muhalif kesimlere, Kürt hareketine ve Kürt halkına, devrimcilere, ilerici ve demokratlara, Alevilere, kadın ve LGBTİ+’lara saldıran AKP, hız kesmeyerek bu saldırılarını sürdürmektedir. 15Temmuz sonrası çıkartılan OHAL’den buyana 49 bin 697 kişi tutuklanmış, 55 bin kişi tutuksuz yargılanmak üzere hakkında davalar açılmıştır. 152 gazeteci tutuklanırken, Demokratik Bölgeler Partisi’nin sahip olduğu 102 belediyeden 93’üne kayyum atanmış, 65 Belediye Başkanı ise tutuklanmıştır. AKP bu dönemde T. Kürdistanı illerinde 83 kez sokağa çıkma yasağı uygulamıştır. 1 Kasım 2015 seçimlerinde 59 milletvekili çıkaran HDP’nin şu an vekil sayısı48’e düşmüş durumdadır.
Son olarak da Osman Baydemir ve Selma Irmak’ın vekilliği düşürülmüştür. 10 milletvekili ise tutuklu durumdadır.
AKP’nin 3 Y’den geriye bıraktığı Türkiye tablosu işte budur!
Haziran 2015 Sonrasında Ortaya Çıkan Türkiye Tablosu
AKP, 7 Haziran 2015 tarihinde yapılan genel seçimlerde umduğunu bulamadı ve tek başına hükümet olamadı. Başarılı ola-mamasında en önemli faktörlerden biri Partizan’ın da içinde bulunduğu devrimci, ilerici, sosyalist, aydın vb. güçlerle birlikte hareket ederek büyük bir enerji yaratan, seçim sonuçlarında % 13’ün üzerinde oyalarak parlamentoda üçüncü parti konumuna gelen HDP’nin başarısıydı.
AKP, koalisyon hükümeti kurmayacağını deklare ederek erken genel seçime gidilmesi kararı aldı. Erken genel seçimler döneminde yeniden seçilmemesi halinde “ülkede büyük kargaşa çıkacağını, huzurun tek yolunun AKP’yi yeniden seçmekten geçtiğinin” açık propagandasını yaptı. 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’da demokratik güçlerin gerçekleştirdiği “barış mitingi”nde belgelerle kanıtlandığı üzere devletin doğrudan gözetiminde, ev sahipliğinde IŞİD eliyle gerçekleştirilen bombalı intihar saldırısında 100 kişi katledildi, yüzlerce insan yaralandı. Bu katliam, tüm topluma yönelik bir uyarı niteliğindeydi.
MHP, AKP’yi sürekli teşvik ederek Kürtlere savaş açılması, katliamlar yapılması için yol gösterdi. 2016 yılında Suriye ve Irak tezkerelerinde AKP’nin meclise sunduğu oylamada “evet” diyerek tezkerenin geçmesini sağladı.
Kürdistanı’nda “20 Temmuz Suruç Katliamı” sonrası başlattığı, Cizre, Sur, Nusaybin vb. birçok yerde büyük bir katliam ve yıkım eşliğinde süren abluka ve sürgün politikaları bu amaca hizmet etti ve başarılı da oldu. Nihayetinde AKP, tüm bu yaşananların ardından 1 Kasım 2015 tarihinde yapılan erken genel seçimini tek başına kazanarak yeniden hükümet oldu. R.T. Erdoğan, bu başarısının ardından başkanlık sistemi tartışmalarını yeniden başlatarak partisi AKP’ye, referanduma gidilmesi kararı aldırttı. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumda açık ve bariz bir şekilde referandumdan “HAYIR” çıkmasına rağmen, Yüksek Seçim Kuruluna mühürsüz seçim pusulalarının geçerli olduğu kararı aldırtarak referandumu hileyle kazandı. “15 Temmuz Darbe Girişimi”nin olması R.T. Erdoğan’ı yeni bir yol haritasına yöneltti.
AKP, 15 Temmuz darbe girişimini “Allahın bir lütfu” olduğunu ilan etti. 15 Temmuz sonrası bir kez daha mağdurlara oynadı. Buna “devletin ve milletin bekasını” da ekleyerek, bu strateji üzerin-den yürüdü. HDP hariç tüm düzen partileri AKP’nin yanında saf tutarak Erdoğan’a koltuk değneği oldular. AKP, CHP ve MHP’yi de yanına alarak 7 Ağustos 2016 tarihinde Yenikapı’da büyük bir şov yaptı. MHP’nin Ağustos 2016’da AKP’nin yanında tuttuğu saf bugünlere taşınarak yeni bir kavşakta buluşmalarını sağladı. CHP, AKP’den bir süre sonra “yollarını” ayırmış gibi yapsa da, 15 yıllık iktidarı döneminde AKP ne zaman CHP’ye ihtiyaç duyduysa CHP, “devletin bekası” üzerinden AKP’nin yanında olmuştur.
Nitekim, milletvekillerin dokunulmazlıklarının kaldırması oylamasında AKP’ye doğrudan destek olmuş ve evet oyu kullanmıştır. 16 Nisan referandumunda açık hile yapılma-sına karşın AKP’ye boyun eğmiştir. Efrîn’e yönelik işgal operasyonunda bir kez daha Kürt düşmanlığını açıkça ortaya sermiş, gerçekleşen katliamlara, yaşanan açık işgale alkış tutarak AKP’in çizgisinde “devletin bekası” adına hizaya girmekten imtina etmemiştir. AKP ve MHP’nin “Cumhur” Seçim İttifakı AKP, seçimi garantiye almak için yeni bir ittifak arayışına girdi. Kendisine en yakın güç olarak da MHP’yi seçti.
AKP’nin,2002 yılında tek başına kazandığı ilk seçimde 2018 yılına kadar övündüğü konulardan biri de “ülkenin koalisyonlardan çok çektiği, 15 yılda başarılı olmalarında koalisyon yapmamalarının büyük payı” olduğuydu.
18 Nisan 1999 tarihinde genel ve yerel seçimler yapılmış, Demokratik Sol Parti(DSP) birinci parti olarak çıkarken, MHP ve Anavatan Partisi de barajı aşarak meclise girmişti. 3 Mayıs 1999’da üç partinin kurduğu koalisyon hükümeti iki yıl sonra sarsılmaya başlamış ve MHP, 3 Kasım2002 yılında erken seçim isteyerek koalisyonu bozmuştu. MHP, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinde AKP’yi desteklemişti. 31 Mart 208 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nde AKP’yi kapatma davası açıldığında da MHP, “temennimiz siyasi partilerin kapatılmamasıdır” açıklaması yaparak AKP’nin yanında durdu. MHP, sıra HDP’ye geldiğinde defalarca kapatılsın tartışmaları yaparak ikiyüzlü bir duruş sergiledi. MHP, tam bir Kürt düşmanı parti olarak AKP’nin Kürtler aleyhine aldığı tüm kararların altına imza attı.
MHP, AKP’yi sürekli teşvik ederek Kürtlere savaş açılması, katliamlar yapılması için yol gösterdi. 2016 yılında Suriye ve Irak tezkerelerinde AKP’nin meclise sunduğu oylamada “evet” diyerek tezkerenin geçmesini sağladı. 2013 yılında meclise sunulan 48 maddelik Anayasa değişikliğinde de AKP’nin yanında durarak EVET oyu verdi. Son olarak normal süreci içinde 2019’da yapılması gereken Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 24 Haziran 2018’e alınmasıyla ilgili süreci başlatan da Bahçeli olmuştur. Bahçeli yaptığı çıkışla R.T. Erdoğan’ın önünü açmış ve nihayetinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri 24 Haziran2018’e alınmıştır.
Yapılan anlaşma, faşist ve gerici iki güç odağının gerçekleştirdiği “Milliyetçi Cephe” ittifakıdır. Bu ittifak sadece bir seçim ittifakı değil, aynı zamanda bir “savaş” ittifakıdır da. MHP, tüm yurtsever, ilerici, devrimci ve demokratların da ezilmesinden yanadır.
Son Efrîn işgal süre-cinde tüm gücüyle AKP’nin yanında olması bunun sonucudur. MHP, ırkçı ve fa-şist bir güç odağı olarak her zaman devlet tarafından sivil militarist bir güç olarak kullanıldı. Efrîn işgalinde yüzlerce MHP’linin yer aldığı defalarca kamuoyuna yansıdı. AKP ile MHP arasında yürütülen seçim ittifakı görüşmeleri tamamlanarak TBMM’ye sunularak kabul edildi. “Milliyetçi Cephe” ittifakının üzerinde anlaştıkları 26 maddelik seçim ittifakı anlaşması seçimi hile ile nasıl kazanırız üzerinden kotarılmaya yöneliktir.
MHP, tek başına seçime girdiğinde baraj altında kalacağı kesin olduğu için, AKP, “ittifak’ın % 10’luk barajı aşması durumunda ‘ittifakla seçime giren her parti için’ barajın aşılmış sayılacağı” madde-sini ekleyerek MHP’yi barajın altında kalmaktan şimdiden kurtarmıştır. Anlaşmada seçme yaşının 18 indirilmesi ve cumhur-başkanlığı adayı için toplanması gereken 100 bin imzanın noter aracılığıyla değil, Yüksek Seçim Kurulu üzerinden toplanması değişiklik maddesi olarak öngörülmüştür. Oy pusulalarında mühür ittifak partilerinin birine ya da ikisine de vurulsa oy geçerli olacak.
Geçerli olan oy her iki partiye sayılacak. Seçim sandıkları merkezileştirilerek oyların sayılması ve mühürsüz seçim pusulalarının da geçerli sayılması da anlaşmaya ekleniyor. AKP, erken seçim kararı öncesinde ABD’nin de seçimlerde kendilerini desteklemesi için lobi çalışmaları yapmak üzere Mercury Public Affair ile aylığı masraflar hariç 30 bin dolar üzerinden bir anlaşma yapmıştı.
Demokratik burjuva cumhuriyet, feodalizme göre ileri bir devlet şekliydi. Burjuva demokratik cumhuriyet proletaryayı bir araya getirme ve örgütleme imkânı verdi. Köylüler feodal sisteme karşı ayaklandılar. Kendi haklarını kazanmak için büyük bedeller ödeyerek özgürlüklerini kazandılar.
Seçme ve Seçilme Hakkı Olarak Demokrasi
Evrensel bir kural olarak demokrasinin en temel ögelerinden biri de seçme ve seçilme hakkıdır. Evet, demokrasi bir devlet biçimidir. Çeşitli devlet biçimlerinden biri olarak da kabul edilmektedir. En gelişmiş burjuva devlet tiplerinden biri ise parlamenter demokratik cumhuriyettir. Bu burjuva devlet tipinde yasama yetkisi parlamentoya aitken, diğer yandan gerçek iktidar burjuvazinin kendisidir. Sürekli ordu, polis ve mahkemeler burjuva devlet aygıtını korumakla görevlidir.
Lenin’in bu konudaki şu belirlemeleri bugün de gerçekliğini korumaktadır; “Burjuva topluma özgü merkezi devlet iktidarı, mutlakıyetin çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devlet makinesinin en ayırt edici iki kuru-mu: bürokrasi ve sürekli ordudur. Marks ve Engels, yapıtlarında birçok kez, bu kurumları burjuvaziye bağlayan binlerce bağın sözünü ederler. Her işçinin deneyi, bu bağlılığı açıklıkla ve göze çarpar bir biçimde gösterir. İşçi sınıfı kazık yiye yiye, bu bağı tanımayı öğrenir. Bu nedenle, işçi sınıfı, bu bağın kaçınılmazlığını açıklayan bilimi, küçük-burjuva demokratların, onlardan pratik sonuçlar çıkartmayı unutarak, onu ‘genel olarak’ kabul etmek gibi daha da büyük bir hafifliğe düşmedikçe, bilgisizlik ve hafiflik yüzünden yadsıdıkları bu bilimi, büyük bir kolaylıkla kavrar ve iyice sindirir.”(Lenin, Devlet ve Devrim)
Engels’in, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” yapıtında çok açık ve net olarak dile getirdiği gibi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet devam ettiği müddetçe, burjuvazinin hâkim olduğu hangi devlet olursa olsun, bu devletin işçi sınıfını, köylüğü ve toplumun tüm kesimleri üzerinde bir baskı aracı, boyunduruk altında tutmanın bir aracı olarak orta yerde durmaktadır. Parlamento, genel oy hakkı özü değiştirmeyen bir tür sözleşmedir.
Demokratik burjuva cumhuriyet, feodalizme göre ileri bir devlet şekliydi. Burjuva demokratik cumhuriyet proletaryayı bir araya getirme ve örgütleme imkânı verdi. Köylüler feodal sisteme karşı ayaklandılar. Kendi haklarını kazanmak için büyük bedeller ödeyerek özgürlüklerini kazandılar. Ancak hiçbir zaman sınıf bilinçli bir çoğunluğu sağlayarak kendi partilerini kuramadılar. Burjuva cumhuriyet, parlamento ve genel oy hakkı, tüm dünyada işçi sınıfının gelişmesi, özgürlüklerin genişletilmesi, sendikaların kurulması, kadın örgütlülüklerinin yaratılması bakımından önemli ilerlemeler sağladı. Parlamento ve genel oy hakkı olmaksızın bu ilerleme olamazdı. “İnsanlık, kapitalizme doğru ilerledi ve ancak kapitalizm, kent kültürü saye-sinde, ezilen proleter sınıfına, kendini sınıf olarak görme ve kitlelerin mücadelesini bilinçli olarak yöneten o milyonlarca işçiyi, o sosyalist partileri yaratma imkânını verdi. Parlamentarizm olmaksızın, oy hakkı olmaksızın, işçi sınıfının bu gelişmesi olanaksız olurdu.” (Lenin, Devlet ve Devrim)
Ancak demokratik burjuva cumhuriyet hangi renge bürünürse bürünsün, eğer özel mülkiye varsa ve sermaye tüm emekçileri ücret köleliğine tabi tutuyorsa, bu devlet bir sınıf adına başka bir sınıfı baskı altında tutuyor demektir.
Türkiye Açısından Demokrasi Sorunu
Türkiye gibi ülkelerde faşizm, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının ortaklaşa diktatörlüğüdür. “Kurtuluş Savaşı sonrası” 1923’te “Kurtuluş Savaşına” önderlik eden Kemalistlerin iş başına gelmesiyle devlet askeri faşist diktatörlüğe bürünmüştür.
İbrahim Kaypakkaya “Kemalizm, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazisinin sağ kanadının ideolojisidir” der ve devamla “Kemalizm’in faşizmle bağdaşması bir yana, Kemalizm bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri fa-şist bir diktatörlüktür” tespitini yaparak, ülkemizdeki faşizmin sınıf karakterini açık olarak ortaya koymaktadır. Demokratik burjuva cumhuriyet hangi renge bürünürse bürünsün, eğer özel mülkiye varsa ve sermaye tüm emekçileri ücret köleliğine tabi tutuyorsa, bu devlet bir sınıf adına başka bir sınıfı baskı altında tutuyor demektir.
Egemenler parlamentoyu bir maske olarak kullandı. Uzun bir dönem tek parti olarak “demokrasi” gösterisi sergilendi. 1946’lardan sonra komprador burjuvazinin bir kanadının artan hoşnutsuzluğu, Kemalistleri çok partili bir döneme zorladı. Faşist diktatörlüğün resmi olarak temsilcileri olan partileri üzerinden çıkar çatışmalarının sürdüğü ülkemizde, orduya hâkim olan kesim dönem dönem darbeler yaparak açık askeri fa-şist diktatörlüğe geçtiklerini ilan ettiler.
Türkiye gibi ülkelerde parlamentarizmin muhafaza edilmesi ya da dönem dönem askeri darbelerle iş başına gelmesi faşizmin özünü değiştirmemektedir. Bu değişim sadece faşizmin dozunu artırmak veya gevşetmekle ilgilidir. Komprador burjuvazinin zayıflığı onu sürekli bir zora başvurmaya itmekte, toprak ağalarının iktidara ortak olması ve feodalizmin sopa ve cebrinin de iktidara taşınması, faşizmin ülkemizdeki sınıfsal özünü tamamlar.
İbrahim Kaypakkaya yoldaş PDA’yla girdiği polemikte PDA’nın faşizm değerlendirmesi-ne karşı; “Faşizm, herhangi bir emperyalist ülkede olduğu gibi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değildir; Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür” der. Kaypakkaya devamla “Ayrıca tekel-ci burjuvazinin komprador niteliği de bir kenara bırakılarak emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ülkeler arasındaki son derece önemli ayrım çizgisini silmişlerdi. Bunun tabii sonucu da elbette, anti-faşist mücadeleyi şehirlerde, tekelci burjuvaziye karşı yürütecek bir mücadele olarak görmek ve köylülerin anti fa-şist mücadeledeki rolünü inkar etmekti.(veya en azından küçümsemekti.
Revizyonist klik zaman zaman köylülerden de bahsediyordu fakat köylülerin anti-faşist mücadeledeki rolünü küçümsüyordu.)”
İkincisi; “faşizmin iktidara askeri darbe yoluyla geleceği düşünülüyordu ki, bu son derece sığ bir gör-üştü. Faşizm iktidara askeri darbe yoluyla gelebileceği gibi başka yollarla da gelebilirdi.”
Üçüncüsü; “faşist diktatörlüğün parlamento ile asla bağdaşmaya-cağını yaydılar. Oysa, bugün en koyu faşizmin iktidarda olduğu bir yığın ülkede, mesela Endonezya’da, Güney Vietnam’da, Pakistan’da, Hindistan’da, İran’da, İspanya’da parlamento mevcuttur.
Faşist klikler, parlamentoyu feshetmek yerine hem bu ülkelerdeki halk kitlelerini aldatmak bakımından, hem de dünya demokratik kamuoyunu aldatmak bakımından parlamentoyu faşizmin aleti haline getirmeyi menfaatlerine daha uygun görüyorlar.” (Seçme Yazılar, s. 352-53, Umut Yayımcılık)Türkiye’de faşizmin sürekliliği, devrimci durumun sürekliliğiyle koşut halindedir. Devrimci durumu var eden koşullar, faşizmin de sürekliliğinin varoluş şartlarını belirler. Faşizmin bir hükümet değişikliğiyle ortadan kalkacağını savunan anlayışla, faşizmi askeri darbelere bağlayan anlayışlar tamamen iflas etmiştir.
Kaypakkaya yoldaş “ülkemiz açısından çıkaracağımız dersler şunlardır” der ve şu doğru sonuçlara varır; “Birincisi; Türkiye’de anti-feodal, anti-emperyalist cephenin sınıf muhtevasıyla anti-faşist cephenin sınıf muhtevası aynıdır. İşçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, milli burjuvazisinin devrimci kanadı. Bu sınıflar arasında birleşik cepheyi gerçekleştirme mücadelesi, aynı zamanda bizim şartlarımızda anti-faşist cepheyi gerçekleştirme mücadelesidir(…) İkincisi; Türkiye’de anti-faşist iktidar mücadelesi aynı zamanda anti-emperyalist ve anti-feodal iktidar mücadelesidir” der (age, s. 347)
Egemenler parlamentoyu bir maske olarak kullandı. Uzun bir dönem tek parti olarak “demokrasi” gösterisi sergilendi. 1946’lardan sonra komprador burjuvazinin bir kanadının artan hoşnutsuzluğu, Kemalistleri çok partili bir döneme zorladı. Faşist diktatörlüğün resmi olarak temsilcileri olan partileri üzerinden çıkar çatışmalarının sürdüğü ülkemizde, orduya hâkim olan kesim dönem dönem darbeler yaparak açık askeri fa-şist diktatörlüğe geçtiklerini ilan ettiler.
Diğer yandan Türkiye tam bir kapatılan parti mezarlığı durumundadır. Bugüne kadar 27 siyasi parti kapatıldı. Kürt ulusuna hiçbir alanda kendilerini ifade etme şansı tanınmadı. Legal alanda, en demokratik hakları olan partiler aracılığıyla seçimlere girmeleri sürekli olarak engellendi.
Bu deneyimler, sonuçta dönüp dolaşıp Mao’nun da ısrarla üzerinde durduğu, “devrimci parti kitlelerin rehberidir. Ve devrimci parti kitleleri yanlış bir yola sokarsa, devrimin yolundan saptırırsa, hiçbir devrim başarıya ulaşamaz. Devrimi kesin olarak başarıya ulaştırmamızı ve kitleleri yanlış yola saptırmamamızı sağlamak için, gerçek düşmanlarımıza saldırmak üzere gerçek dostlarımızla birleşmeye dikkat etmeliyiz”(Mao, Cilt 1, s. 11) ilkesini pusula kabul etmenin önemi üzerine yoğunlaşmıştır.
Devrimci Taktik Olarak Legal Olanaklardan Yararlanma
Her ülkenin siyasal niteliği karşımıza strateji ve taktik mücadele biçimlerinin ne olacağını koyar. Kapitalist bir ülkede devrimin niteliği ve izlenecek strateji ile emperyalist bir ülkede izlenecek strateji bir ve aynı olmadığı gibi, yarı-sömürge bir ülkede izlenecek strateji de bir ve aynı değildir.
Böyle olmakla birlikte, tüm geçiş biçimleri sınıf mücadelesinin sınırları ve sınıf ittifakı açısından farklılık göstermelerine karşılık siyasal nitelikleri açısından aynılık gösterirler. Tüm komünist partilerin tek hedefi devrim yaparak iktidarı burjuvazinin elinden almaktır. Lenin, “her ülke farklı yol ve mücadele biçimlerinden sonunda sosyalizme varacaktır” derken tam da bu ülkelerin her birinin kendine özgü farklılıklarından söz etmiştir. Faşizmle yönetilen bir ülkede komünist partisinin başından itibaren illegal mücadeleyi esas alması, iktidardaki hâkim sınıfların hiçbir legal olanak tanımaması, ülkeyi baskı ve cebirle yönetmesinden ileri gelmektedir.
Faşist olmadıkları müddetçe kapitalist ve emperyalist ülkelerde de komünist partileri açık mücadele yürütmelerine karşın bu ülkelerde dahi komünist partileri yarı illegal olmak zorundadırlar. Reformizme kapılmadan faşizm koşullarında da olsa komünistler legal olanaklardan yararlanırlar. Mao’nun “toplumun tüm kılcal damarlarına girin” sözleriyle anlatmak istediği sınıf mücadelesinde kitleler olmadan devrimin gerçekleştirilemeyeceğidir.
Mao, Çin devrimi boyunca ve hatta devrimden sonra da “kitlelerden kitlere” ilkesini hiçbir zaman geri plana düşürmedi. Sınıf mücadelesi tarihi zengin tecrübelerle doludur. Rusya ve Çin devrimleri arkasında muazzam deneyler bıraktı. Bu devrimlerin deneylerine yaslanıp bu deneyleri ülkemize rahatlıkla uyarlayabiliriz. Bunu yaparken ülkemizin koşulları ve ayırt edici özelliklerini göz ardı etmeden, taktikler belirleyebiliriz.
Stalin, “taktiğin konusu nispeten kısa olan hareketin kabarması ve alçalması, devrimin hızlanması ve yavaşlaması döneminde proletaryanın davranış çizgisini saptamak, eski mücadele ve örgütlenme biçimlerinin ve eski sloganların yerleri-ne yenilerini koyarak mücadele ve örgüt biçimleri arasında uyum sağlamaktır” der. (Leninizm’in İlkeleri, s. 71-73)
Seçimlere yaklaşım, koşullara bağlı taktik bir duruştur 46 yıllık sınıf mücadelesi tarihimizde seçimlere ilişkin izlediğimiz taktikler elbette içinde bulunulan koşullara bağlı olarak ve devrimin çıkarlarını esas alarak verilen kararlar doğrultusunda farklılıklar arz etmiştir. Tarihimizde ilk boykot 5 Haziran 1977 genel seçimini boykot olmuştur. Bunu izleyen 1982 Anayasa referandumu onu takip eden 1999 yılına kadar genel seçimler boykot edilirken, 1994 yılında T. Kürdistanı’ndaki katliamlar, DEP üzerindeki baskı, parti genel merkezi ve sekiz parti binasının bombalanması gibi nedenlerle alınan aktif boykot tavrı dışında yerel seçimlerde bağımsız adaylar desteklenmiştir.
2002’de “Seçimler, faşizmi meşrulaştırma yaptırımıdır! Seçimleri boykot, faşizme karşı isyan manifestosudur” şiarıyla boykot,2007’de “Sınıf mücadelesinde ileri bir mevziye doğru, düzeni, sistemi, rejimi boykot için, seçimleri boykot” şiarıyla boykot ilan edilirken, 2011 genel seçimlerinde “Parlamento seçimlerine yönelik parolamız Newroz olsun! Savaş, isyan ve direniş büyüsün!” şiarıyla ulusal hareketin gösterdiği bağımsız adaylarla oluşan güç birliğinin bir parçası olundu.
Ayrıca 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği referandumu ve 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri ise boykot edildi.
2015 genel seçimlerinde HDP ile birlikte ortaya çıkan devrimci, ilerici ittifakla birlikte hareket ederken, 16 Nisan referandumunsa ise HAYIR tavrıyla seçime katıldık. Tüm katıldığımız veya boykot ettiğimiz seçimlerden çıkardığımız dersler elbette olmuştur.
Bu deneyimler, sonuçta dönüp dolaşıp Mao’nun da ısrarla üzerinde durduğu, “devrimci parti kitlelerin rehberidir. Ve devrimci parti kitleleri yanlış bir yola sokarsa, devrimin yolundan saptırırsa, hiçbir devrim başarıya ulaşamaz. Devrimi kesin olarak başarıya ulaştırmamızı ve kitleleri yanlış yola saptırmamamızı sağlamak için, gerçek düşmanlarımıza saldırmak üzere gerçek dostlarımızla birleşmeye dikkat etmeliyiz”(Mao, Cilt 1, s. 11) ilkesini pusula kabul etmenin önemi üzerine yoğunlaşmıştır.
Bugün de bu ilke ışığında AKP-MHP ittifakını boşa çıkartacak, yani “gerçek düşmanlarımıza saldırmak üzere gerçek dostlarımızla birleşmeye dikkat” ederek, halk kitlelerini gücümüz oranında doğru bir yola yönlendirecek taktikler geliştirecek, seçimlere olduğundan fazla önem atfederek değil ama devrim mücadelesinde hiçbir önemi yokmuş gibi de yaklaşmayarak, Demokratik Halk Devrimi stratejisinin önünü açacak, hanesine yazılacak en doğru taktik seçeneğiyle hareket etmeliyiz/edeceğiz.