Mısır’da tutuklu bulunan İhvan (Müslüman Kardeşler) hareketinin kadrolarından Muhammed Mursi 17 Haziran günü hayatını kaybetti.
Mursi’nin ölümü dünya genelinde de bir yankı bulurken ülkemizde ise devlet erkânı açısından bir yas anlamına geldi ve R.T. Erdoğan’ın iştahlı konuşmalarına vesile oldu. Zira Mısır’daki İhvan Hareketi ve onun lideri olan Mursi ile AKP arasında önemli bir bağ söz konusuydu.
Siyasal İslamcı komprador klik olarak öne çıkan AKP, Mursi’nin ölümünün ardından onu şehit olarak ilan etti ve Diyanet İşleri Başkanlığı da 81 kentte gıyabi cenaze namazı kıldırdı. AKP hükümetinin öncülüğünde ülke genelinde anma etkinlikleri yapılırken bu anma etkinliklerine bir kısmına R.T. Erdoğan da katıldı.
Mursi’in AKP açısından bu kadar önem arz etmesindeki nedenleri sıralamaya kalkışırsak karşımıza aslında oldukça detaylı bir tablo çıkar. Bu tablo ekseninde analiz ve sentez yapmak başka bir yazının gündem maddesi olabilir ancak bizi bu yazıda asıl meşgul eden, AKP ile Özgürlük ve Adalet Partisi (ÖAP) ve de Mursi ile Erdoğan arasındaki bağın kendisi olacaktır.
İhvan Hareketi, AKP ve Gülen Cemaati
Bizce Mursi’nin mahkeme salonunda öldüğüne dair yapılan açıklamaların ve bunun öne çıkarılmasının bir arka planı var. Biliyoruz ki, basın yayın organlarında egemenler tarafından öne çıkarılan her vurgunun, yapmak istedikleri ve çıkarları bir ilgisi vardır. Mursi’nin mahkeme salonunda ölümüne ilişkin öne çıkarılan haberlerde de verilmek istenen mesaj, bir mağduriyet retoriğinin aşamasıyken algılarda da Mursi’nin “şehit edildiği”, “hapishanede haksız yere tutulduğu” ve “darbe mağduru” olduğuna dair düşünce yaratılmak istenmesidir. Bu pratik esas olarak ideolojik deformasyonun bir parçasıdır.
Mursi’nin nasıl ve ne şekilde öldüğü kuşkusuz bizi pek fazla ilgilendirmez. Öte yandan Mursi’nin ölümü-nasıl öldüğü, ne onun kendisine-partisine ve hareketine ne de onu içeri tıkan bir zihniyete ilericilik bir misyon katar.
Mursi’nin ölümünün ardından öne çıkarılan konuların başında AKP’nin İhvan Hareketi ile ilişkisi gelmektedir. Mursi’nin düşüncesi, toplumu karanlığın cenderesine çeken, onların çelişkilerini kullanarak mahkumiyete sürükleyen bir ideolojinin parçasıdır. Ortadoğu ülkelerinde siyasal İslam’ın birçok pratik alanı bulunmaktadır. Bunların ulusal karakterde olanlarının aksine, faşist karaktere bürünen ve karşı devrime hizmet eden biçimleri de sözkonusudur. Siyasal İslam denilince akla gelen ilk hareket de Hasan-el Benna’nın kuruculuğunu yaptığı İhvan Hareketi’dir. Kökleri Tevmiye selefiliğine dayanan bu düşünce, daha çok devletlerin bekasını üreten strateji ile öne çıkmaktadır.
Genel olarak İhvan Hareketi, iktidarı tehdit eden muhalefetlerin bastırılması ve iktidar ile emperyalist imtiyazların üretilmesi rolünü üstlenmiştir. Ortadoğu’da emperyalizme bağımlı ülkelerin demokratik devrim pratiğini sekteye uğratma hedefi ile örgütlenmiş ve esas olarak sömürge statüyü koruma anlayışı ile kendini ortaya koymuş olan bu hareketin tek amacı, ideolojik ve politik çizgisi ne olursa olsun devletin İslami inançtan kopmaması ve onun korunmasıdır.
Bu eksende devletin adaletli dinsiz devletten olmasındansa adaletsiz dinsiz devlet olması yeğlenir. “Sultansız yaşamayı zalim sultanla yaşamaya tercih etmek” (Tevmiye, Mecmuu’l-Fetavî, 390-391) ilkesine dayanan selefi bir tona sahip olan İhvan, aynı zamanda tarihsel mağduriyetlerden, güncel çelişkilerden yararlanarak kitlelerin istenç ve taleplerini kendisinde örgütlülüğe dönüştürmekte ve pasifize etmektedir. Bu durum İhvan Hareketi tarihinde birçok bölünmeyi de ortaya çıkarmıştır. Devlet bekasını esas alan bu hareket, iktidarla olan ilişkisi neticesinde bölünmeler yaşamış ve bünyesinden emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri hedef alan silahlı-intifadacı hareketler de çıkmıştır. (bkz. Seyid Kutup, Kurtuluş Yolu, s. 57)
Silahlı ve iktidar karşıtı hareketlerin aksine İhvan Hareketi, tarihi boyunca iktidarlarla kurduğu ilişki ile kendisini var etmiştir. Devletin din esasına dayanması, devletle kurduğu ilişki açısından belirleyicidir. Toplumsal muhalefet dinin koruyucu statüsüne sahip olan devleti tehdit ettiğinde, muhalefetin talepleri ne olursa olsun onun karşısındadır. Devlet ile kurduğu ilişki neticesinde ezen ulus milliyetçiliğinin sancaktarlığını yapmakta ve milli bir tona bürünmektedir.
Faşizmin üretim mekanizması olarak öne çıkan bu pratik, Gülen Cemaati, AKP ve MHP’li kadroların bir zamanlar örgütlü olduğu Komünizmle Mücadele Dernekleri adıyla kendisini göstermiştir. Toplumsal çelişkilere kayıtsız kalmayıp bunu devlet aygıtında yer alma fırsatı olarak kullanan bu kesim, tarihsel mağduriyete sığınmaktan geri kalmaz.
Dimitrof yoldaştan aktarırsak; “Faşizm, kitlelerin en acil ihtiyaçlarını ve taleplerini demagoji yoluyla istismar ettiği için onları kazanmayı başarmaktadır. Faşizm kileler içinde derin kökleri olan önyargıları körüklemekle kalmamakta, aynı zamanda kitlelerin en iyi duygularını, adalet duygularını ve hatta bazen devrimci geleneklerini istismar etmektedir… Faşizm emperyalistlerin menfaatlerini temsil eder, fakat kitlelerin karşısına hor görülen bir milletin koruyucusu maskesi ile çıkar.” (Faşizm ve İşçi Sınıfı, İnter Yayınları, s. 14) Bu tespit bize bu hareketin nasıl bir niteliğe sahip olduğunu göstermektedir. Bu açıdan AKP’nin ve ÖAP arasında ortak nokta, bu ideolojik çizgidir.
Değişim halindeki Mısır ve ÖAP
“Muktedirler edilgen gözlemciler olmamızı istiyor. Ve bize sırası geldiğinde yerine getirilen tamamen sembolik oy kullanma edimi yoluyla katılım dışında hiçbir seçenek tanımadılar. Sağdaki kuklayı mı istiyorsunuz, soldakini mi?” sözleriyle üzerine benzin döken bir genç, bu kez “Kendi yetersizliklerimi ve doyumsuzluklarımı toplumsal-politik ve bilimsel tasarıların içine sokmamın artık vaktinin geldiğini hissediyorum. Benim ses çıkaramayışım duyulsun” diyerek bir kibrit çakıp vücudunu ateşe veriyor.
Richard Linklater’ın animasyon filmi, Waking Life’ın (Hayata Uyanmak) belki de en sarsıcı sahnesi budur. 2001 yapımı bu filmde, kafası karışık ancak merakın yarattığı bilincin getirdiği mutsuzluğa bir isyan söz konusudur. Richard Linklater, bu filmi yaparken bir benzerinin sosyal hayatta gerçekleşeceğini bilmiyordu. Aradan geçen 10 yılın ardından Mısır’da bedenini ateşe veren bir genç, Muhammed Bouazizi, kendisi ile beraber Ortadoğu’yu da tutuşturan bir ateş yaktı.
Ortadoğu’da başlayan isyanların bir mekanı da Mısır’dı. İktidarlara karşı ayağa kalkan milyonlar, Mübarek rejimini devirecek bir isyan ateşi yaktı. Sınıfsal taleplerin öne çıktığı isyan neticesinde, Hüsnü Mübarek devrildi. Mısır’ın Tunus olmadığı yönünde ahkam kesen kimi yazarlar, bu gelişme karşısında şok içindeydi. Arap dünyasının nüfus açısından en kalabalık olduğu bu ülkede, gerçekleşen başarı, yayılım göstermeye başladı. Bu başarı, her şeyden önce batı merkezli sakatlanmış düşünsel organizmaya seksen milyonu aşkın “ödleğin” attığı bir tokattı.
İktidarın devrilmesinden sonra mevcut çelişkileri yoğun bir propaganda ile bünyesinde örgütleyen Müslüman Kardeşler patentli ÖAP, seçim çalışmalarına ağırlık vermiştir. Oluşan bu boşluk neticesinde ÖAP ve onun komutasındaki Mursi seçimleri kazanmıştır. Kitlelerin mücadelesi sonucu devrilen iktidarı bir başka klik doldururken, kitlelerin beklentileri devletin bekaasını tehdit ettiğinden Mursi, ülkenin silahlı kuvvetlerine yaslanmaya başlamıştır. Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SKYK) zamanının büyük bir kısmını tarihsel başarılarını sık sık tekrarlayarak, zaferlerini kutlayarak ve ülkeyi akıllıca idare etmiş olmasından dolayı kendini kutlayarak ama aynı zamanda devrimcileri karalayarak geçirmiştir.
Mübarek’in devrilmesini izleyen 8 ay boyunca yapılan bu propaganda, kitlelerin muhalefetini geriletmek amacı taşımıştır. Bu sürecin en kadim dostu ise Müslüman Kardeşler olmuştur. ÖAP aracılığı ile iktidara yerleşen Müslüman Kardeşler, uyguladığı şeriat kuralları ile kendi istenç ve taleplerini öne çıkarmış ve de kitlelerin taleplerinin gerisinde durarak emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerin imtiyazlarını korumuştur. Bu durum ondan medet uman kitleler de dahil olmak üzere öfkenin tekrar sokaklara çıkmasına neden olmuştur.
Mübarek’i deviren kitleler bu kez meydanları Mursi için doldurmuştur. Kitlelerin başarabilme bilinci keskinleşirken SKYK tarafından gerçekleşen darbe, kitlelerin bu başkaldırısını dizginlemeyi hedeflemiştir. Bu süreçte Müslüman Kardeşler yoğun kampanyalarla darbenin kendilerine yapıldığı iddia etmiştir. Ancak darbe esas olarak kitlelere yapılmıştır.
ÖAP’nin gericiliği deşifre oluşurken ordunun gerçekleştirdiği darbe, bu gericiliği örten bir biçime bürünmüştür. Darbe karşıtlığı şeklindeki bir mantık ile ÖAP’yi ilerici ilan eden yaklaşımlar dahi ortaya çıkmıştır. Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri, kendi bekaları için sadece bir parçayı feda ediyordu. Zira kapıdaki tehlike çok büyüktü. Ordunun gerçekleştirdiği darbenin haksız olduğu ve ipi pazara çıkarılan Mursi’nin de bu eksende suçlandığı iddia edilmişti.
Bunun en büyük propagandacısı da İhvan Hareketi’nin önde gelen isimlerinden Muhammed Biltaci’nin Rabiatü’l Adeviyye Meydanı’nda hayatını kaybeden kızı Esma’yı Rabia işareti ile selamlayan R.T. Erdoğan oldu.
Menderes ve Mursi
Mısır’da kitlelerin yükselen mücadelesinin emperyalistler ve yerli işbirlikçilerini tehdit ettiğini belirttik. Kitlelerin taleplerini kullanarak iktidara gelen ÖAP/Mursi, uyguladığı politikalarla kitlelerin öfkesini ikiye katlamıştır. Özellikle kadınlara dönük saldırgan tutumu ile öne çıkan bu hareket, evlenme yaşının düşürülmesinden, kürtaj hakkının gaspına ve gözaltına alınan kadınlara dönük bekâret kontrolüne kadar bir dizi politikaya ağırlık vermiştir.
Gözaltına alınan kadınlar Mısır Müzesi binasına götürülerek burada taciz edilmiştir. Bu saldırının sonuncusu ise Aralık 2011’de gözaltına alınan bir kadının sağlık görevlisi tarafından tecavüz edilip öldürülmesi ile sonuçlanmıştır.
İktidarın yarattığı hava, kitlelerin öfkesini daha fazla bilemekten öteye gitmemiştir. Bu durum neticesinde, ordu gerçekleştirdiği darbe ile kitlelerin öfkesini pasifize edecek bir sürece imza atmıştır. Kitlelerin belli talepleri karşılanırken Mursi ve bir kısım ekibi de tutuklanmıştır.
Burada ordunun Mursi’yi iktidardan aşağı indirecek darbeye imza atması, onun bu pratiğine ilerici bir misyon katmaz. Zira bütün darbeler kitleleri hedefler. Klikler arası bu dalaş neticesinde ortalığa saçılan kırıntıların göz boyadığı aşikar. Bu kırıntılara bakarak süreci yorumlamak elbette yanlış olur.
Ülkemizde de bu sürecin bir benzeri 27 Mayıs’ta DP iktidarına karşı gerçekleştirilmiş ve dönemin başbakanı Menderes idam edilmiştir.
DP’nin devrilmesini ve 27 Mayıs darbesini ilerici gören dönemin zihniyetlerine karşı bayrak açan komünist önder İbrahim Kaypakkaya komprador kliklerin kitlelerin muhalefetini bir kullandığını şu şekilde dile getiriyor; “1950’de iktidardan düşen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, DP iktidarının kendisine de yönelen faşist baskıları karşısında, ‘demokrasi’ havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yöndeki atılımını bir kaldıraç gibi kullanarak, 1960’da iktidarı tekrar ele geçirmiştir. Kitlelere yol gösterecek komünist bir önderlik olmadığı için, halkın muhalefeti, gerici kliklerden bazen birinin, bazen diğerinin peşine takılmış ve çarçur edilmiştir.”(Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Nisan Yayımcılık, s. 322)
Kuşkusuz DP iktidarı ve ÖAP iktidarı döneminde gerçekleşen darbenin konjonktürel durum açısından farklılıkları vardır. Ancak sonuç tek bir gerçeğe dayanmaktadır ki; Mursi’nin kaderi Menderes’in kaderi ile aynıdır.
Bu açıdan Menderes gibi Mursi de AKP’nin şehitlik mertebesinde yerini alan bir faşisttir. (Bir Partizan)