Yeni Demokrat Kadın (YDK), 25 Kasım’a ilişkin yazılı açıklama yaparak, tüm kadınları 25 Kasım’da sokaklara çağırdı.
YDK’nın, “Erkek Devlet Şiddetine Karşı İsyanımızla Yeri Göğü Sarsıyoruz” başlıklı açıklamasında, “Patria, Minerva ve Maria Teresa yani Mirabel Kardeşler’in, Dominik Cumhuriyeti diktatörü Rafael Trujillo’nun polislerince kaza süsü verilmeye çalışılarak 25 Kasım 1960 tarihinde katledilmesinden yıllar sonra, 1999 yılından bu yana her senenin 25 Kasım tarihi “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” adıyla kadınların mücadele günlerinden birisi oldu” ifadeleri kaydedildi.
Açıklamada, bu 25 Kasım’da da her sene olduğu gibi, bulundukları her yerde sokaklarda, meydanlarda; faşizmin, ataerkinin, erkek devletin tam karşısında olacaklarını vurgulayan YDK, “Bütün kadınları emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz ve varoluşumuzu hedef alan şiddetin her biçimine karşı örgütlenmeye, yeri göğü sarsmaya, 25 Kasım’da alanlara çağırıyoruz” dedi.
YDK’nın 25 Kasım’a ilişkin açıklamasının tam metni söyle:
“Erkek Devlet Şiddetine Karşı İsyanımızla Yeri Göğü Sarsıyoruz
Patria, Minerva ve Maria Teresa yani Mirabel Kardeşler’in, Dominik Cumhuriyeti diktatörü Rafael Trujillo’nun polislerince kaza süsü verilmeye çalışılarak 25 Kasım 1960 tarihinde katledilmesinden yıllar sonra, 1999 yılından bu yana her senenin 25 Kasım tarihi “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” adıyla kadınların mücadele günlerinden birisi oldu.
O günden bu yana her 25 Kasım’da erkek devlet şiddetine karşı mücadelemiz sokaklarda, bulunduğumuz her yerde devam ediyor.
Mirabel kardeşler, dönemin Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele yürüten ve mücadeleleri ülke çapında yayılan kadınlardı. Diktatöre karşı boyun eğmeyen ve vazgeçmeyen tavırları erk iktidarı öylesine rahatsız etmişti ki katletme yoluyla bu mücadeleyi sindirebileceklerini düşündüler. Oysa Mirabel Kardeşler’in kurmuş oldukları Clandestine Hareketi sadece bir yıl sonra, diktatörlüğün yıkılmasında çok önemli bir rol oynadı. Her faşist diktatörün başına gelen Trujillo’nun da başına geldi ve tarihin çöplüğüne gömüldü.
Dünyanın her yerinden kadınlar, şiddetin her türlüsü ile o veya bu şekilde mücadele etmeye devam ediyor.
Son süreçte kapitalizmin yapısal sorunu olan ekonomik krizin derinleşmesi ile birlikte koltukları iyice sarsılan iktidar kadınlar başta olmak üzere halka yönelik saldırılarını arttırmış durumda. Her gün farklı şehir ve ülkelerde onlarca kadın erkek devlet şiddetiyle katledilmeye devam ediyor.
Her 25 Kasım’da şiddete karşı sokağa çıktığımızda, devlet ve polis şiddetiyle burun buruna geliyor, işkencelerle gözaltına alınıyoruz veya eylemlerimiz, açıklamalarımız engelleniyor. Erkek devlet ve sistemin ikiyüzlülüğü ile bu vb. günlerde çok daha fazla karşılaşıyoruz.
Aslında net bir şekilde bize şunu söylüyorlar: “Faili dışarıda ya da çok uzakta aramayın, asıl fail biziz ve gözünüzün önündeyiz!” Şu çok açık bir gerçek ki bu coğrafyada yaşayan sınıfı, konumu, statüsü, milliyeti fark etmeksizin her kadın erkek devlet tarafından yaşam korkusuna mahkum edilmiş durumda. Kürt, göçmen, işçi, genç…
İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çekilme kararı alınması, “aile yasası” gibi kadınları dört duvar arasına sıkıştırmayı hedefleyen politikalarla kaç çocuk yapacağımızdan, nasıl yaşayacağımıza kadar her konuda biz kadınların bedeni ve yaşamı hakkında bir takım erkek ağızların fikir beyan edip yasalar çıkartabilmeleri, göçmen kadınlara yönelik ırkçı saldırılar, dayatılan zorlu yaşam koşulları ve ucuz iş gücü olarak kullanılmaları, ekonomik krizin faturasının kesildiği ilk kesim olan işçi-emekçi kadınlara yönelik mobbing ve patronların türlü hak gaspları, Kürt kadınlara yönelik bizzat devlet güçleri tarafından yapılan cinsel saldırı ve işkenceler, MİT destekli suikast ve katliamlar… Daha sayılabilecek, kadınlara yönelik nice suç bizzat bu ülkenin iktidar odaklarınca işlenmeye devam ediyor. Mahkeme salonlarında aklanan, ödüllendirilen, sırtları sıvazlanan erkeklerin sırtlarını dayadıkları erkek devlet gerçek yüzünü her gün biraz daha gösteriyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde olduğu gibi “aile yasası” adı altında yapmak istedikleri değişiklikler LGBTİ+’ları hedef alıyor. LGBTİ+’ların yaşamlarına, kimliklerine, varoluşlarına dönük nefret bizzat devlet eli ile örgütleniyor. Bir yandan yasalarla sınırlar koyulmaya, yaşam alanları darlaştırılmaya çalışılırken bir yandan da nefret yürüyüşleri örgütlenmesinin önünü açarak bu nefreti toplumun bütün katmanlarına taşımaya çalışıyorlar.
Kadınlar tutsak edilerek sokaklardan, mücadeleden el çektirilmeye çalışılıyor. Bu politika hapishanelerde artan saldırılarla devam ettiriliyor. Erkek egemen devletin en kirli yüzü bugün hapishanelerde tutsak kadınlara dönük saldırılarda kendini gösteriyor. Tutsak kadınlar hapishanelerde en temel haklardan yoksun bırakılarak itaat ettirilmeye çalışılıyor.
Ve bütün bu saldırılarla yaratmak istedikleri sessizliğe inat kadınlar direnişlerin, isyanların öncülüğünü yapıyor. Geçtiğimiz aylarda İran’da Jina Amini’nin rejim polislerince ‘baş örtüsünü düzgün takmadığı’ gerekçesiyle katledilmesi üzerine başlayan kadın isyanı ve halk ayaklanması komşu topraklarda yaşayan kadınlar olan bizlere tek yolun mücadeleden ve kadın isyanından geçtiğini bir kez daha gösterdi/gösteriyor. Kadınların isyan etmeden, örgütlenmeden yaşam haklarının olmadığı gerçekliği bir kez daha gün yüzüne çıktı. Bu gerçekliğin farkında olan daha çok kadın, rejime ve yaşamları hakkında söz söyleme, kural koyma, uymadığında ise katletme hakkını kendisinde gören erkeklere karşı her geçen gün isyanı büyütüyor. Her gün daha fazla İranlı kadın sokaklara çıkıyor, erkek alanları ilan edilen yerlere giriyor, eylemlerde barikatların en önünde yerlerini alıyor. İran’daki bu isyanın öncülüğünü yapan kadınlar mücadeleyi geri dönülemez bir noktaya çekerek rejim güçlerine de yer yer geri adım attırmayı başarıyor. Aynı 2013 Gezi İsyanı’nda barikatların en önünde kadınların olması, Kürt ulusal mücadelesinde kadınların savaş alanlarını faşist devlet güçlerine dar etmesi, Rojava’da kadın devriminin gerçekleşmesi gibi… 1960’ın 25 Kasım’ında katledilen Mirabel kardeşlerden devraldığımız direniş ve mücadele bayrağını ataerki ve erkek devlet saldırılarına karşı bulunduğumuz her yerde göklere çekiyoruz/çekmeye devam edeceğiz.
25 Kasım’ı İran başta olmak üzere kadın direnişlerinin verdiği coşku ve umutla karşılıyoruz. Bu coşkunun büyümesine erkek devletin başvurduğu hiçbir saldırı biçimi engel olamadı. Egemenler kirli savaş politikalarının en acımasız yüzünü kadınlara göstermekten hiç çekinmedi. Kadın hareketi devlet gerçekliğini bu nedenle yakından tanıyor. Bu yüzden yakın tarihimizden de tanıklık ettiğimiz gibi devletin güdümünde kent meydanlarında patlatılan bombalar da bu coşku ve umudu sindiremez.
Geçmişten bu güne kadınlar o veya bu şekilde erkek egemen düzene karşı mücadele etti, hala da etmektedir. Tarihimizi kendi ellerimizle yazıyor, şiddetin her türlüsünün karşısına kadın dayanışmasıyla dikiliyoruz. Bu 25 Kasım’da da sokakları meydanları doldurarak ataerkiye karşı isyanı büyütecek, Kürdistan’da, İran’da, Afganistan’da, Türkiye’de, işçi havzalarında, tarlalarda, dünyanın çeşitli yerlerinde, çeşitli biçimlerde direnen kadınlara selam yollayacak, seslerine ses katacağız. Bütün kadınları bu sesi büyütmeye çağırıyoruz. Bu 25 Kasım’da da her sene olduğu gibi, bulunduğumuz her yerde sokaklarda, meydanlarda; faşizmin, ataerkinin, erkek devletin tam karşısında olacağız. Bütün kadınları emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz ve varoluşumuzu hedef alan şiddetin her biçimine karşı örgütlenmeye, yeri göğü sarsmaya, 25 Kasım’da alanlara çağırıyoruz.”