Türkiye toplumu tam bir faşist kuşatma altındadır. Bu faşist kuşatma kendisini, ırkçılıkla, şovenizmle, ataerkillikle, Siyasal İslam’la vb. beslemektedir.
İşçi sınıfına, kadınlara, başta Kürt ulusu ve Alevi inancına sahip halk katmanları olmak üzere çeşitli milliyet ve inançlardan halkımıza yönelik dizginlerinden boşaltılmış bir saldırı söz konusudur. Türkiye işçi sınıfı ve halkı, hemen her alanda rejimin katletme, baskı, çürütme, yozlaştırma, düşkünleştirme saldırılarına muhatap olmaktadır. Bunun yanında başta çevre olmak üzere, hayvanlara yönelik istismar ve şiddet vakalarında da patlama vardır.
Meselenin sadece fiili bir faşist saldırı olarak anlaşılmaması önemlidir. Örneğin Ağustos ayında İSİG Meclisi’nin açıklamasına göre “en az” 208 işçi, iş cinayetleri nedeniyle hayatını kaybetmiş durumdadır. Kayda geçen ve katledilen işçilerin önemli bir kısmı Covid-19’dan ölmüştür. Salgın başlangıcından günümüze toplamda 62’si sağlık çalışanı olmak üzere “en az” 224 işçi koronavirüsten yaşamını yitirmiştir.
Salgın nedeniyle birçok sektörde üretim ve hizmetlerin düştüğü, 4 milyondan fazla işçinin yarı zamanlı çalıştığı, ücretsiz izne çıkarıldığı koşullarda bu tablo çok ağırdır. Önceki yıllara oranla bakıldığında tam bir katliam söz konusudur. Diğer bir ifadeyle salgın gerçekte işçi sınıfını vurmaktadır. Faşist rejim ise “çarklar dönmeli” deyip, hiçbir önlem almayarak işçi sınıfını çalışmaya zorlamaktadır.
Yine örneğin, ağustos ayında 27 kadın öldürüldü. 23 kadının ölümü de şüpheli bulundu. Rejimin kadın katliamının boyutları ortadayken kazanılmış bir hak olan “İstanbul Sözleşmesi”ni bile tartışmaya açması, saldırının kapsamı hakkında bir fikir vermektedir. Faşizmin ataerkillikle beslenen kıyıcılığı her zaman kadınları vurmaktadır. Kadınlar sadece katledilmemekte, başta taciz ve tecavüz olmak üzere, ataerkilliğin her türlü saldırısı altında yaşam mücadelesi vermektedir.
Kuşatma ve saldırının boyutları faşist rejimin son süreçte daha da belirginleşen “Kızıl Elma” ülküsü olarak tanımlansa da gerçekte devlet iktidarını elinde tutan hakim sınıf kliğinin iktidar ömrünü mümkün olduğunca uzatma politikası olarak anlaşılmalıdır. Diğer bir ifadeyle “rejimin faşist karakteri budur, o nedenle bu saldırılar olmaktadır” demek yetmemektedir. Türkiye toplumuna yönelik faşist saldırganlığın boyutlarının bu denli artmış olması rejimin içinde bulunduğu durumla ilgilidir.
Bütün manipülasyonlara rağmen ekonomik kriz tüm hızıyla sürmektedir. Sadece gıda maddelerinde enflasyon yüzde 26’yı geçmiş durumdadır. Son on yılda dış borç yüzde 300 artmış, dolar 2009 sonunda 1.5 TL düzeyindeyken, bugün 7.4 TL’yi zorlamaktadır. Ki bu rakam rejimin tarihinde bir ilktir. Bu zaman diliminde dış borç 148 milyar dolardan 437 milyar dolara yükselmiştir.
Covid-19 salgını rejimin, gerçekliği gizlemesine ve hatta rakamlarla oynamasına rağmen kontrolden çıkmış durumdadır. İşsizlik, yoksulluk artmaya devam etmektedir. Bütün bu tablo beraberinde rejimin kitle desteğinin erimesine neden olmakta, halk kitlelerinde rejime yönelik tepki ve öfkenin biriktiği gözlemlenmektedir.
Bu durum faşizmi içte halka yönelik saldırısının dozajını artırmaya, dışta ise yeni askeri maceralara, kontrollü krizler yaratıp iktidar ömrünü uzatmaya itmektedir. Faşist rejim sıkıştıkça bir yandan saldırılarını artırmakta, diğer yandan ise içte ve dışta hamasi ve demagojik sloganlara başvurmaktadır. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi adımından Malazgirt kutlamalarına, Karadeniz’de gaz müjdesine, son olarak Doğu Akdeniz’de Yunanistan’la tırmandırılan gerilime kadar bir dizi hamle devreye sokulmaktadır.
Rejimin Yunanistan’la olan gerilimi küçümsenmemelidir. Kuşkusuz ki yaşanan bu gerginlik her iki devletin hakim sınıfları açısından kendi çıkarları için kullanılmaktadır.
TC rejimi için, içinde bulunan durum nedeniyle “kontrollü bir çatışma” olasılık dahilindedir. Böylesi bir durum, başta rakip hakim sınıf kliği olmak üzere bütün düzen içi muhalefeti yeni bir “Yenikapı Ruhu”yla iktidarın arkasında safa dizecektir. Rejim, en azından 2023’e kadar kendini garanti altına almak istemekte, bunun içinde içeride Türkiye halkına, çevreye ve doğaya yönelik saldırılarını sürdürmektedir.
Faşist rejim sıkıştığı oranda saldırılarını artırmaktadır!
Son süreçte yaşanan çeşitli örnekler bunu bir kez daha göstermektedir. Örneğin 18 yaşındaki İpek Er’e cinsel saldırıda bulunarak ölümüne neden olan Uzman Çavuş Musa Orhan, sadece 7 gün tutuklu kalmış ve ardından tahliye edilmiştir. Bu pratiğin anlamı, halk karşısında rejimin en alt rütbeli görevlisini dahi koruması ve kollamasıdır.
Bu gelişmenin hemen ardından TİP Milletvekili Barış Atay’ın tahliye edilen Musa Orhan’ı kastederek, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya “Sen bir seri tecavüzcüyü korudun, kolladın” demesine S. Soylu; “Benden ‘tecavüzcü kollayıcı’ olmaz da senden tam tecavüzcü olur. Tuma’nın kollayıcısı… Dikkat yakalanma…” diyerek yanıt vermesinin hemen ardından saldırıya uğraması ise rejimin ulaştığı aşamayı özetler niteliktedir.
Bu saldırı, faşizmin Türkiye Kürdistanı’nda bu türden politikaları bilinçli olarak yürüttüğünün kanıtı olmasının yanında, bizzat İçişleri Bakanı eliyle devlet aygıtının nasıl örgütlendiğini de göstermektedir. Bir sınıfın diğer sınıf üzerinde baskı aygıtı olarak örgütlenen devlet, Türk hakim sınıfları tarafından kendi koyduğu kuralları bile tanımayan, lümpenleştirilmiş, adeta büyük bir çete ve mafya örgütüne dönüştürülmüş durumdadır.
Bir başka örnek ise “müritlerine devletin kontrol mekanizmalarına sızma” çağrısında bulunan tarikat lideri Fatih Nusrullah’ın, bir müridinin 12 yaşındaki çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle tutuklanmasıdır.
Olayın açığa çıkması ve üzerinin kapatılamamasının nedeni AKP’nin son dönem politikaları ile bu tarikatın istediklerinin uyuşmaması ve çıkar çatışmalarında ters düşmeleri olsa da bu durum bize rejimin bir yandan tarikat örgütlenmelerine yaslandığını, diğer yandan ise bu örgütlenmelerin topluma yönelik saldırının bir aracı olarak kullandığını göstermektedir. Nitekim rejim, meselenin dallanıp budaklanmaması için işlenen suça dair haberlere yayın yasağı getirdi.
Benzer bir gelişmede, Kurban Bayramı’nın birinci gününde Erzincan’da mesire alanında mısır satarken zabıta tarafından tezgâhına el konulan seyyar satıcı 47 yaşındaki Yavuz Polat’ın üzerine benzin döküp kendini yakması ve hayatını kaybetmesinde yaşandı. Erzincan Sulh Ceza Hakimliği, Polat’ın yaşamını yitirmesinin ardından hakkında çıkan haber ve yazıların kaldırılması ya da erişime engellenmesi yönünde karar aldı.
Rejim bir yandan halka karşı işlediği suçları artırırken, diğer yandan bu suçların üzerini örtmek için hamle yapmakta, sansür politikalarını devreye sokmaktadır. Sadece sahte trol hesaplarından değil, bizzat havuz medyası aracılığıyla, yalana, manipülasyona, karşı propagandaya başvurmaktadır.
Örneğin Mardin’den Sakarya’ya fındık toplamaya giden Kürt işçilere yönelik ırkçı ve şoven saldırı bizzat valilik açıklamasıyla yok sayıldı. Ortada görüntüler olmasına, işçilerin beyanlarına rağmen var olan gerçeklik ters yüz edildi. Sakarya’da yaşanan bu örgütlenmiş ırkçı ve şoven saldırı ilk olmamakla birlikte, gelinen aşamada rejimin bu kadar pervasızlaşması dikkat çekicidir.
Çözüm örgütlü mücadelede, sokağın ve dağın güçlendirilmesinde…
Faşist rejimin içinde bulunduğu durumdan çıkması mümkün değildir. Rejim ancak işçi sınıfı ve halka saldırıları artırmakta, “tarihsel düşman”ları devreye sokup, kontrollü kriz ve provokasyonlar gerçekleştirerek ayakta durabilir ve ömrünü uzatabilir.
Faşist rejimin içinde bulunduğu durum dönemsel değil yapısaldır. Emperyalist kapitalist sisteme bağımlı toplumsal formasyon bir devrimle değişmediği müddetçe bu sorunlar devam edecektir. Böyle olduğu içindir ki; rejim kendisi için ölüm kalım mücadelesini bütün ülke için bir beka meselesine dönüştürmek istiyor.
Kuşkusuz ki; faşizm ülkemize AKP ile gelmemiştir. TC kuruluşundan itibaren faşist bir devlet örgütlenmesine sahiptir. Günümüzde içte ve dışta faşist saldırganlığın bu denli artırılması bu açıdan yanıltıcı olmamalıdır. TC rejiminin “normali” faşizmdir. Günümüzde içte işçi sınıfına ve halk tabakalarına, dışta ise başta Kürt ulusunun kazanımları olmak üzere “tarihsel düşman”lara yönelik saldırganlığın bu derece artması, rejimin krizi ile doğru orantılı olarak değerlendirilmelidir.
Krizin derinleşmesi rejimi içerde daha fazla baskıya ve saldırganlığa, dışarda ise işgal ve saldırganlığa, kontrollü çatışmalara ve provokasyona itmektedir.
Rejimin faşist saldırganlığının önünü kesmek, faşizmi ezmek ancak ve ancak örgütlü mücadeleyle, sokakları terk etmeyerek ve devrim mücadelesini büyüterek mümkündür. Başka çıkış yolu bulunmamaktadır.
Faşist saldırganlık olduğu müddetçe, ona karşı mücadele edenler mutlaka olacaktır. Önemli olan bu mücadeleyi başta işçi sınıfı olmak üzere kadınların, gençlerin, Kürt ulusunun, Alevilerin kısacası bütün Türkiye halkının demokrasi, özgürlük ve devrim mücadelesiyle birleştirebilmektedir. Diplerde, en derinlerde mayalanan dalga yüzeye çıktığında, faşist abluka dağılacaktır. İşte mesele bu dalgayla birleşebilmekte, ona yön verebilmekte bitmektedir.