MakalelerPusula

Topyekun saldırıya topyekun direniş

“… devrimci sınıf, görevini gerçekleştirmek için, toplumsal faaliyetin istisnasız bütün biçimlerine ya da yönlerine vakıf olmayı bilmek zorundadır… devrimci sınıf, bir biçiminin yerini hızla ve aniden bir başka biçimin almasına hazırlıklı olmak zorundadır.” (Lenin, C:10)

Türkiye “sınırları içerisinde” 2013 Newroz’u ile birlikte başlayan süreç, devletin hiçbir sözünü tutmamasına rağmen karşılıklı ateşkes şeklinde sürdü. Fakat bu iki yılda Kürt hareketi, halkın içerisinde örgütlenmesini yaygınlaştırmış, “öz savunma” ile güçlerini şehirde de tahkim etmiştir. Ayrıca “Türkiyelileşme” konseptiyle oluşturulan HDP, önemli bir demokratik cephe olarak, ülkenin her yanından karşılık bulmuştur.

Kürt hareketinin, ulusal eksendeki bu kazanımları ve devrimci, demokratik güçlerle birlikte hareket edilmesi, Türk devletinin Suruç’u bahane ederek başlattığı saldırının temel nedenidir. Suruç’ta SGDF’lilere yönelik bombalı saldırının nedenleri üzerinde çokça konuşuldu. Öne çıkan görüş; Türk devletinin açık işbirliği ile yapıldığıdır. Yani tıpkı Rojava’ya yönelik saldırılarda olduğu gibi devletin destek verdiği, imkan sağladığıdır.

İkinci görüş ise –ki bu pek “rağbet” görmüyor-; Türk devletinin Charlie Hebdo’dan sonra oluşan uluslararası baskıdan dolayı, DAİŞ’le olan işbirliğini sınırlaması nedeniyle bu katliamın aynı zamanda devlete karşı da yapıldığıdır. DAİŞ’in internet sitelerinde Türk devletini hedef gösterip, tağut (şeytani, azgın, sapkın) ilan etmesi ve İstanbul’u fethetmeyi amaçlaması bu ikinci görüşün dayanaklarıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, bizce her iki görüş de imkan dahilindedir ve birinin varlığı, diğerini dışlamaz. Burada temel sorun, DAİŞ’in şeriatı hedefleyen Selefi bir örgüt olarak cihadist özelliğinin komünist devrimciler tarafından yadsınmasının oluşturacağı zafiyettir. DAİŞ’i salt “kukla”, “işbirlikçi” vs. olarak görüp, ayrı bir politik yapı olarak farklı devletlerle, oluşumlarla ilişki geliştirebileceğini, zamanı gelince bu ilişkileri tersine çevirebileceğini anlamamak, gelişmeleri anlamlandıramamayı getirir.

 

Demokratikleşmenin sınırları

Suruç katliamından sonra, devrimci demokratların yaptıkları eylemler ve özellikle “Apocu Fedai Timi”nin iki polisi cezalandırması bahane edilerek Kandil bombalanmaya ve Türkiye genelinde esas olarak Kürt hareketine yönelik gözaltı ve tutuklama operasyonlarına başlandı. Her ne kadar ilk olarak DAİŞ’e ait birkaç yer bombalanıp, gözaltılar olduysa da, bunların şiddeti ve sayısı PKK’ye yönelik olanlarla karşılaştırılamaz bile.

Til Abyad zaferinden sonra Türkiye’nin Cerablus’un batısını işgal hevesi en üst düzeyde açıklamalarla ortaya çıkmıştı ve sınıra askeri sevkiyat yapılmıştı. Fakat Türkiye’nin böyle bir hamleyi ABD’nin desteği/izni olmadan yapamayacağı askerin ortaya koyduğu “ihtimaliyet hesaplarıyla” ortaya çıkmıştı. Türkiye’nin toplamda yürüttüğü bütün bu saldırılar, ABD ile imzalanan mutabakatla bağlantılıdır. 22 Temmuz’da Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılan bu mutabakatta, İncirlik’te silahlı predatörlerin olmasına, Diyarbakır-Batman hava alanlarını koalisyon uçaklarının kullanabilmesine ve Cerablus bölgesinin uçuşa yasak bölge ilan edileceğine dair deklarasyonun yürürlüğe girmesine dair anlaşmaya varılıyor. Bunlar mutabakatın açıklanan kısmıdır. Ortaya çıkanlarsa, ABD’nin şimdilik Rojava kantonlarına dokunulmasına izin vermemesi ama kantonlara PKK tarafından olabilecek her türlü desteğin kesilebilmesi için Türkiye’nin elini rahatlattığıdır. Kobanê kantonu ve Afrin’in arasında Türk devletinin “uzaktan” hakimiyeti sağlanacak, böylece “Kürt koridoru” kaygısı teskin edilmiş olacaktır.

Gelinen süreci salt “erken seçime hazırlık”, “AKP’nin milliyetçi oyları artırma hevesi”, “savaşı yükselterek HDP’nin batıdaki oylarını düşürme” vs. ile açıklamak eksiktir. Süreci devlet politikası değil de AKP politikası olarak görmek büyük bir zaaf yaratır. Nitekim Kandil’in bombalanmasına ve yapılan operasyonlara CHP’nin sessiz kalarak, MHP’nin de açıktan destek olduğu ortadadır. Yaşananlar Türk devletinin demokratik alandaki sınırının ne kadar olduğunu ve çözüm sürecinin yasal alan ayağının bu sınırı ne kadar zorlayabileceğini göstermiştir. TC, devlet olma ve devletin faşizan yapısını koruma refleksiyle hareket etmiştir. Kendisine yönelik tehdit algısında, bilinen sınırlarını ortaya koymuştur.

AKP’nin ideologlarından “silahlanın, her şeyi devletten beklemeyin” diyen Yasin Aktay operasyonların olduğu gün yayımlanan yazısında Türk devletinin ne kadar “demokratikleşebileceğini” apaçık ortaya koymaktadır:

“Demokratikleşme ve insan hakları alanında reformlar ne kadar ileri dereceye varıyorsa, silahlı gücün gündelik hayatı demokrasiden uzaklaştırma ve insanların iradeleri üzerine ipotek koyma kapasitesi o kadar artıyor… demokratikleşmenin bu aşamasında insanlar paradoksal olarak daha fazla güvenlik, daha fazla kontrol, daha fazla devlet otoritesi talep ediyor.” (25.07.2015, Yeni Şafak)

Buradaki anlayış, faşist bir devletin devrim yoluyla darmadağın edilmeden ulaşabileceği maksimum demokratik sınırı göstermektedir. Bu bireysel, partisel, dönemsel vs. bir ele alış değildir. Sınıflar mücadelesi tarihi buna tanıktır. Faşist devletlerin bu “sınırını” aşmanın demokratik/legalist yollarla olmayacağı, ileriye itme/çekme siyasetiyle gerçekleşemeyeceği açıktır/bilinmektedir. Yazının başlangıcında alıntıladığımız Lenin’in “bir mücadele biçiminin yerini hızla ve aniden başka biçimin alması” sözü bu zamanlar için geçerlidir. Bir kopuşla ve sıçramayla, devrimci şiddete dayanan mücadelenin yükseltilmesi gereklidir.

Davutoğlu’nun operasyonlar için “bu bir süreçtir” demesi ile Erdoğan’ın “şunu da bilmemiz lazım ki şu anda biz çok çok farklı bir mücadelenin içerisine girmiş bulunuyoruz” (25 Temmuz gazeteleri) sözleri devletin yönelimini vermektedir.

Fakat, halkımıza ve devrimci ve demokratik güçlere yönelecek tek saldırının devletten olmayacağı, Reyhanlı ve Suruç katliamlarıyla ortaya çıkmıştır. DAİŞ’in ister devletle işbirliği içinde isterse kendi cihat anlayışı doğrultusunda olsun Türkiye’de halklara yönelik saldırılar geliştirebileceği ortadadır. DAİŞ’in Selefici, siyasal İslam çizgisine bağlı olarak özellikle Nusayri/Alevilere yönelik katliamlar gerçekleştirebileceğini öngörmemek körlükten başka bir şey değildir. Çorum, Maraş, Sivas… katliamlarının yaşanması, o dönem devrimci güçlerin halka önderlik ederek silahlandırılmalarını sağlamamasıyla da ilgilidir. Devlet “çok çok farklı bir mücadelenin” içerisine girildiğini açıklamış bulunuyor. Bizler bu mücadelenin hedeflerini, tarihimizden biliyoruz. DAİŞ’in Ortadoğu’daki varlığı ve hedeflerinin de bizim tarafımızdan hızlıca bilince çıkarılıp pratik önlemlerin, ele alışların geliştirilmesi gereklidir. Tehdit altında olduğu değerlendirilen bölgelerde, mahalleler düzeyinde halkla birlikte olabilecek “her türlü” saldırıya karşı hazırlıklar hiç zaman kaybetmeden, profesyonelce, gizlilik kurallarına sonuna kadar dikkat edilerek yapılmalıdır. Halkımızın arasına gidildiğinde, olanaklarını sonuna kadar açacağı ve yakın geçmişte yaşadığı katliamların hafızasıyla birçok yol-yöntem göstereceği ortadadır.

Barış içinde örgütlenme kof bir örgütlenmedir, böyle bir örgüt, bütün ülkeyi de kucaklasa, halkın mücadelesine önderlik edemez, silahlı mücadeleyi yönetemez, beyaz terörün şiddetlendiği dönemde kağıttan bir şato gibi dağılır.” (İ. Kaypakkaya, s: 467)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu