Türk devleti, tarihsel bir düşmanlıkla Kürt halkına saldırmaya devam ediyor. Osmanlı’dan miras alınan ilhak ve işgalci politikaları yakaladığı her tarihsel fırsatta kendisini gösteriyor. Bu ilhak ve işgalci faşist saldırganlık, yarım asrın üzerindeki zaman dilimi boyunca Kürt halkı üzerindeki sayısız katliamla kendisini gösteriyor.
Kürt sorununun var olup olmadığı, asıl sorunun ne olduğu, sorunun kimler tarafından-nasıl çözüleceği tartışıladururken net olan bir şey var; Türk sermayesinin genişleme güdümüyle harekete geçirilen bir devlet saldırganlığı ve onun Kürt halkının özgürlük isyanını şiddet ve kanla bastırma kodu.
Adına devlet denilen ve o tarihsel kesitin belli bir bölgedeki en güçlü örgütlenmesine sahip olan güç, bilinir ki, her şeyden azade olarak kendi başına hareket edemez. O, onu örgütleyen sermayenin gerçekliğine ve bu sermayenin kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki genişleme zihniyetine uygun işleri bir bir hayata geçirmeye, sermayenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya çalışır.
Asalak, yağmacı, talancı Türk sermayesinin ise önüne çıkan engelleri kaldırmasındaki biricik yol savaş ve saldırganlıktır. “Önündeki engel” demişken, onun her zaman düşman olarak bellediği, bölgenin ezilen, mazlum halk ve inançları olmuştur. Türk sermayesi, hiçbir zaman emperyalist güçlerin karşısında yer almamış, emperyalist güç dengeleri arasında, bazen o yana bazen şu yana yakın, hep tutunmaya çalışmıştır.
Türk devletinin, bugün Kürt halkına dönük katliam politikalarının, bir devrimle o, yıkılamadığı sürece, onun tarafından nereye kadar vardırılabileceği yakın ve uzak bir tarihsel okumayla açıktır.
Osmanlı’nın hızla genişlediği dönemlerde Aleviler, çöküş ve TC’ye geçiş döneminde Ermeniler ve Rumlar, “örgütlenme güçleri kalmayana dek” katliama uğratılmış, sürgünlere maruz kalmışlardır.
Bugün Türk devletinin Kürt ulusuna ve onun örgütlü güçlerine dönük saldırılarının boyutunun ölçüsü, direnen son Kürt’ün öldürülmesine kadardır.
Devletin karşısında direnen herkesin terörist olduğu kadar direnen her Kürt bir PKK’lidir.
Şengal’e güya PKK var diye saldırılıyor, Rojava’ya PYD-PKK birliği olduğu için saldırılıyor ve güya ABD, eğer PKK Rojava’dan ayrılırsa Türk devletinin Rojava’ya dönük saldırılarını bitirebileceğini açıklıyor.
Peki Türk devleti açısından Rojava’da PKK’nin olmamasının gerçekçi karşılığı nedir? Elbette burada direnen hiçbir gücün, öznenin kalmamasıdır. Yani teslimiyet. Bu da olmayacağı için, Türk devleti ilhakçı işgalci politikalarıyla bağlantılı olarak bir bekâ sorunu olarak gördüğü Kürt sorununu çözmek için katliama yönelecektir. Bu katliamlar öyle yasal sınırlarla çerçevelenmiş katliamlar da değildir.
Kimyasal silah, kazan bombaları, suikastlar…
Türk devleti aylardır Başur’daki askeri saldırılarında kimyasal silah kullanarak katliamlara yöneliyor.
Avaşin’e Werxelê ve Girê Sor alanlarında 23 Nisan’da başlatılan askeri operasyonlarda Türk devleti tarafından çeşitli zehirli gazlar kullanıldı. Werxelê ve Girê Sor’da, savaş tünellerinde direnen gerillalara karşı her türlü yöntemle saldırılıyor. Türk devleti, gerillanın yeni bir savaş tekniği olarak kullandığı savaş tünellerine yüzlerce kiloluk kazan bombalarıyla ve kimyasal silahlarla saldırıyor.
ANF’de yer alan ve BİM tarafından açıklanan bilgilere göre Werxelê alanında 8 Haziran’dan beri aralıksız olarak kimyasal ve zehirli gaz kullanıyor.
Saldırıların başladığı ilk iki aylık süre içerisinde Werxelê savaş tünellerine dönük yaklaşık 100 defa gaz kullanıldı. Bunu izleyen süreçte bir ayda 157 kez kimyasal silah kullanıldı, 2 Eylül’deki çatışmalarda 7 kez kimyasal silah kullanıldı. 8 Ekim tarihinde aynı bölgedeki savaş tünellerine dönük Türk devletinin kimyasal silahla saldırması sonucu 5 HPG’li ölümsüzleşti.
Ancak Türk devleti nasıl ve ne kadar saldırırsa saldırsın, bu bölgedeki direnişi kıramıyor.
Bugün Türk devletinin, kimyasal silah kullanımı gerillayı, direnen güçleri teslim almaya dönük, imha etmeye dönük her türlü faşist yönteme başvurabileceğini göstermektedir. Nitekim direnişi kırmak ve tasfiye etmek için bugün sıklıkla başvurduğu kimyasal silahların yanında doğrudan suikastlara de yönelmektedir.
Kürt ulusal özgürlük hareketinin deneyimli kadrolarından Şükrü Serhad, Irak Kürdistanı’nın Süleymaniye şehrinde katledilmişti.
Şengal’de ise 16 Ağustos’ta şehitlerin anıldığı bir etkinliğin ardından Türk devletinin suikast saldırısı sonucu YBŞ Komutanı Seid Hesen ve savaşçı İsa Xwedé’da ölümsüzleşmişti.
Tüm bu saldırılar, Türk devletinin Kürt ulusal özgürlük hareketine dönük saldırıların boyutunu ve bölgedeki direnişlere karşı ne kadar faşistleşebileceğini ortaya koymaktadır. Gerillaya karşı kimyasal silah, sivil yerleşim alanlarına kazan bombaları, suikastlar… Faşist devletin özgürlük direnişi karşısında atmayacağı adım yoktur. Bu onun tarihsel gerçekliği içerisinde her defasında yinelenmektedir. Ancak burada sorun, onun ne kadar zalimleşebileceği sorunu değildir. İçinde yaşadığımız sistemin bizzat kendi varlığı ölüm, katliam ve sömürü üzerine yükselmektedir.
Sorun, ona karşı etkili bir mücadelenin nasıl inşa edileceği sorunu olarak yaşanmaktadır. Bu açıdan, Türk devletinin anda, tam da en gaddar yöntemlere başvurduğu, kimyasal silahları kullandığı bölgelerdeki yükselen direniş mücadele ruhumuz olmalıdır.
Türk devletinin en büyük avantajı, başarabildiği esas şey, saldırırken düşmanını yalnızlaştırmayı başarabilmesidir. Ermeni halkı, 1915’te soykırım saldırılarına uğradıkları süreç boyunca yalnız kalmıştır, daha önce Alevilerin yalnız kaldığı gibi.
Bugün Türk devletinin ABD ortaklığıyla KDP’yi getirdiği, getirmeye çalıştığı çizgi de Türk devletinin bu yalnızlaştırma siyasetinin bir parçası olarak KDP’nin işbirlikçileştirilmesidir.
Bu açıdan, başta komünist güç olmak üzere bölgedeki tüm direniş odakları, tarihsel olarak geçmişte düşülen hatalara yeniden düşmemelidir. Bu, sisteme karşı kazanımımızı sağlayacak birkaç temel noktadan biridir. Birlikte mücadele, ortaklık, safların parçalı değil tek vücut duruşu ve düşmanın saldırdığı yeri merkeze alarak kenetlenmek, onun her türlü saldırısını boşa çıkartmaya yetecektir.
Nitekim, bugün düşmanın saldırılarına karşı birlikte karşı koyuş belki de tarihsel anlamda yakalanabilmiş en iyi yerdedir…